Suat Derviş'in hayatını anlattığı yazılar arasından seçilen metinler, Anılar, Paramparça adıyla İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaptan yazarın Berlin anılarını anlattığı bir bölüm K24'ün Tadımlık sayfalarında...
19301 senesinin hangi ayı idi bilmiyorum, fakat serince bir gün… Üstümde yünlü bir manto var. Ellerim mantomun cebinde, başımın kenarlı şapkasını sağ gözümün üzerine indirmişim.
Anhalter Banhof’un geniş taş merdivenlerinden aşağıya iniyorum. Cebimde seksen markım var. İstanbul’da sattığım son romanımdan kalan son param. Fakat valizlerim Almancaya tercüme ettirdiğim hikâyelerimle dolu!
Berlin’e geliyorum.
Çalışmak için... Bu seksen markın bittiği gün, Berlin’de para kazanmaya mecburum.
Seksen mark!
Seksen markı ebediyet kadar uzatmak lazım!
Bavullarımı istasyonun gardırobuna bıraktık. Otele gitmiyorum. Otomobile binmeyeceğim. Talebelik hayatımı geçirdiğim ve daha birkaç ay evvel terk ettiğim bu şehirde hiç de acemi ve yabancı değilim. Elbette akşama kadar arar, ucuz bir oda bulurum.
On dört yaşımdan yirmi yaşıma kadar hayatımın hemen hemen hepsinin içinde geçtiği Berlin şehri bugün bana her zamanki gibi munis ve yakın değil. Taş ve beton binaların, asfalt caddelerin barid [soğuk] çehresi tek başıma zapt etmek vehmine düştüğüm aşılmaz kaleler gibi görünüyor bana!
Kaldırımların şu iri yarı sarışın kalabalığı içinde kendimi devler diyarına düşmüş bir Güliver’e benzettim.
Ben çantama koyduğum ve henüz Türk edebiyat kitaplarının bir tekine bile bir numunesi alınmamış olan, eserlerimin tercümesinden yapılmış kâğıt kılıcımla bu devlerle mücadele edip, bu kalelere hücum edip onları rapt edeceğim ha!
Goethelerin, Schillerlerin, Fichtelerin, Heinelerin ve nihayet Thomas Mannların, Heinrich Mannların, Stephan Zweig ve Arnoldların, Ernst Toller, Berhold Brechtlerin yazı yazdığı memleketlerde ben şu iki buçuk eserimle hayatımı kazanacağım öyle mi?
Bu insanlara o yazıları beğendireceğim ve o yazılarla şöhret ve para sahibi olacağım!
İstanbul’da arkadaşlarım ve yakınlarım benimle alay ettikleri zaman kendimi müthiş kuvvetli hissediyordum.
“Niçin olmasın? Ben de yazıyorum! Neden illa Avrupalı muharrir iyi yazsın! Ben gideceğim. Onlar bizim lisanımıza tercüme edildikleri zaman nasıl sevile sevile okunuyorlarsa, ben de yazılarımı tercüme ettirip onlara sevdire sevdire okutacağım.”
Çok genç ve çok tecrübesiz olmak ne büyük bir kuvvet Yarabbi!
Berlin sokaklarında yürüyorum. Omuzlarımı dik tutuyorum. Burnumu fabrika ve tren bacalarının is kokuttuğu sisli havaya doğru kaldırdım. Bu kadar iri ve uzun adamların arasında boyumun bir santimini bile kaybetmemek isteğiyle; adalelerimi germiş, kendimi muazzam yapmaya gayret ederek yürürken, evvela kendi memleketinde şöhret kazanmamış, daha doğrusu layık olduğu şöhreti bulmamış olan meşhur ediplerin hayatını düşünüyorum.
Ve bu bana cebimdeki seksen markı, Karun’un hazinesi gibi tükenmez gösteriyor!
Yeraltı trenine girerken bir an düşündüm. Biletimi ikinci, yoksa üçüncü mevki mi alayım diye… (Almanya’da yeraltı trenlerinde birinci mevki hiç yoktur). Fakat eski bir itiyatla ikinci mevki bir bilet aldım. Gözümü açmak ve akşama kadar ne yapıp yapıp bir oda bulmak lazım. Eğer bir gece otelde kalırsam bütçem adamakıllı sarsılacak.
Berlin’in garbına doğru gidiyorum. Trenden çıktığım zaman içimde en ufak bir yorgunluk hissetmiyorum. Sanki iki buçuk gün süren seyahati ben yapmamışım.
Şimdi yan sokakların içinde, kapılarının önünde “mobilyalı odalar” yazılı levhalar asmış evlerin kapıları içine giriyorum.
“Mobilyalı oda, Meyer’in nezdinde, beş merdiven sağ…”
Merdivenleri çıkıyorum. Merdivenlerde bu oldukça mütevazı evlerde sık sık pişen lahananın kokusu var.
Ekseriya cephelerinden mütevazı vaziyetli olduğunu anladığım evlerdeki odaları görmeye çıkıyorum. Ötekilere bakmaya cesaretim yok!
Kapıyı çalıyorum.
Bir müddet ses duyulmuyor. Sonra koridorda ağır ağır, sürünür gibi yürüyen ayak sesleri işitiyorum. İçimde üzüntüye benzeyen, ürkekliğe benzeyen bir duygu var. Kapının üstündeki küçücük yuvarlak camın arkasındaki yuvarlak çuha parçası yerinden oynuyor. Bir müddet kime ait olduğunu bilmediğim bir gözün bana baktığını hissediyorum.
Kapı açılmıyor. İçimdeki ürkeklik âdeta bir korku oluyor. Tevekkeli değil, “Allah insanı gördüğünden düşürmesin!” demezlermiş!
Kapının arkasında bir nefes duyuyorum. Sonra titrek, boğuk bir ses soruyor.
“Kim o?”
“Mobilyalı oda için geldim.”
Kapının içinde bir zincir sesi duyuluyor, bir zincir açılıyor, bir sürgü çekiliyor! Bir anahtar kilidin içinde dönüyor.
Allahım merdivenleri halısız, içi lahana kokan bu basit evin bu dairesi içinde ne var ki, nasıl kıymetli şeyler var ki kapısı bu kadar ihtimamla kapanmış?
Nihayet bin ihtimamla kapanmış kapı açılıyor. Kapının önünde kadın kılığına girmiş bir asker kaçağı gibi uzun ve iri bir kadın, uzun iri ve ihtiyar bir kadın görüyorum ve yüzüme garip bir toz ve küf kokusu çarpıyor.
Kadın “Giriniz!” diyor.
Önüme geçiyor. Fakat yürüyemiyor. Ayaklar tutuk… İki değneği ile hafif hafif sürünür gibi ilerliyor, antrede bir gardırop var, ileride kapısı açık bir oda...
Odaya yan gözle bakıyorum. Hayatımda bu kadar kalabalık, bu kadar dağınık bir oda görmedim. Kenarda dolmuş kuşlar taşıyan bir kafes, yerlerde çiçekleri kurumuş ayaklı sepetleri, kırmızı kloş kadifeleri soluk bu odadan ekşi bir koku bana doğru geliyor ve geniş pencerelerin önündeki bir koltukta oturan dizleri örtülü insanın profilini görüyorum. Ayaklarını sürte sürte yürüyen ihtiyar bana dönüyor, “Annem uyuyor. Rica ederim, ayaklarınızın ucuna basınız, uyanmasın!” diyor.
Bana gösterilen oda daracık bir oda. Bir yatak, bir masa, bir eski koltuk, bir de ceviz esvap dolabı!.. Pencereler, güneşsiz, mağmum bir avluya bakıyorlar.
“Odanın fiyatı?” diyorum.
“Otuz mark.”
Ucuz, ucuz ama… Otuz mark değil, otuz fenik dahi olsa ben bu odada oturamam.
Daha belki yirmi evin kapısını çaldıktan, böylece yüz kat çıkıp indikten sonra Motzostrasse’de, cadde üzerinde beşinci katta şu geniş ve sevimli odayı buldum. Kırk mark verdim. Fakat evin içi ses dolu… Burada korkmuyorum. Karşımdaki odalarda biri kumral, diğeri sarışın iki genç kız oturuyor. Yanımdaki odada uzun boylu sarı ve genç bir kadın, bir de gözlüklü bir erkek var. Şimdi saat sekiz, akşam dükkânlar kapanmadan kahve, şeker, çay, ekmek, peynir filân aldım. Masamın önüne oturdum. Mutfakta, kendi pişirdiğim çayı içerek çerez yiyorum.
Akşam lokantaya gitmedim. Bunlar hep ekonomi! Fakat buna rağmen çantamdaki paranın yekûnu da epey eksildi.
1 Son Posta gazetesinde 25 Ocak-8 Şubat 1939 tarihleri arasında 11 tefrika olarak yayınlanmıştır –y.h.n.