Halid Ziya, Mai ve Siyah’ta romanın baş karakterinin bakışından hayatın nasıl göründüğünü, mai ve siyah renkleriyle çizilen levhalarla anlatır
03 Ağustos 2017 14:32
Goethe, 1810’da Renkler Kuramı adlı bir kitap yayımlar. Newton’un ışık prizmasında oluşan yedi renk tespitinin karşısında duran bu kurama göre renkler karanlık ve aydınlığın bileşiminde, hatta daha ziyade karanlığa yakın bir noktada ortaya çıkarlar. Goethe’ye göre karanlık renklerin oluşması için elzemdir; diğer bir deyişle renk, karanlığın derecesi olabilir. Buna göre esasen iki renk vardır. Işığa, aydınlığa yakın olan sarı ve karanlığa yakın duran mavi. Diğerleri bu iki rengin karanlık ve aydınlıkla temasının tezahürüdür. Goethe’nin doğa bilimciler tarafından hararetle eleştirilirken birçok sosyal bilimci ve sanatçı tarafından coşkuyla karşılanan bu çalışmasında maviye dair tespitleri bu yazının ana hattını oluşturacak düşünceyle yakından ilintilidir. Goethe, mavi rengin karanlığa olan bağından, siyahla akrabalığından söz eder.1 Heyecan, dinginlik, yokluk, eksiklik, saflık, tamlık, soğukluk gibi birbiriyle çelişkili duygu durumlarını çağıran mavinin siyaha yakınlığı 19’uncu yüzyıl sonunda Türkçe edebiyatta da yansımasını bulur. Goethe’nin Faust’unu, Genç Werther’in Acıları’nı okuduğunu çok iyi bildiğimiz, onun renkler kuramını da okumuş olması çok muhtemel bir kuşağın, Servet-i Fünun döneminin üç önemli ismi, siyahla akraba olan mavinin şiirini ve romanını yazarlar.
Birbirlerinin çağdaşı, edebî yoldaşı olarak Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit Ziya’yı ortaklaştıran -birçok başka unsurun yanı sıra- bir nokta edebiyatlarının resim ve müzikle kurdukları ilişkidir. Özellikle resim hem bir tema hem de bir yöntem olarak eserlerini belirler. Levha (tablo) kavramı/ imgesi şiirlerinin ve romanlarının izleği ve tekniği olur. Cenap Şahabettin şiirlerinin sözle resmedilen birer levha olduğunu, eserin bir levha ile çerçevelenerek sınırlandığını söyler. Cenap’ın şiirlerinde tabiat renklerle çizilen ve seyredilen birer levhaya dönüşür. Bu levhalarda gece (leyl) en çok karşımıza çıkan imge olurken siyah servi, siyah gölge, siyah mezar, siyah bulut, ümitsizliğin siyah rengi gibi imgeler ölümü, karanlığı, umutsuzluğu işaretlerler. Öte yandan mavi “mai tüllü yeşil âlem”, “ince mai perdeler”, “kebudi (mavi) siperli fanus” gibi daha özgün imgelerle karşımıza çıkarken tabiatın içinde umudu ve ışığı çağrıştıran nesnelerin ya da suyun niteleyeni olur.
Cenap Şahabettin’in seyirlik levhalarına karşılık Fikret’in şiirinde şiir öznesinin bakışını ve iç dünyasını yansıtan levhalar çizilmektedir. Onda mavilik muhayyel bir âlemin, hayal edilen ve özlenen bir güzelliğin niteleyenidir. Örneğin “Mai Deniz” şiirinde deniz antropomorfik imgelerle seslenilen bir kişiye, bir çocuğa dönüşürken mai imgesi denizin renginden ziyade dinginliğini, saflığını işaret eder.
Sâf ü râkit... Hani akşamki tegayyür heyecân? Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân,
Bir çocuk rûhu kadar şimdi münevver, lekesiz, uyuyor mâî deniz.
(…)
Sana baktıkça teselli bulurum, aldanırım,
Mâî bir göz elem-i kalbime ağlar sanırım...2
Şiir öznesinin kederine karşılık bu kez mai deniz dinginlikten sıyrılarak hareketlenir, bakan ve ağlayan, karşılık veren bir göze dönüşür. “Ma” yani sudan türeyen bir kelime olarak mailiğin aynı zamanda suyun akışkanlığını, hareketini, diğer bir deyişle eyleyen denizin failliğini gösterdiğini anlarız. Bütün bu çağrışımlar şiir öznesinin zihninden, bakışından yansır.
Cenap’ın seyredilen tabiatıyla Fikret’in seyreden şiir öznesinin bakışını birleştiren eser ise Halit Ziya’ya aittir. Bu yazının ana hattının siyahla akraba olan mavinin hikâyesi üzerinden biçimleneceğini söylemiştim. Halit Ziya’nın 1896’da yazdığı Mai ve Siyah romanı adının ilk çağrışımıyla çoğunlukla hayal ve hakikat ekseninde değerlendirilir. Mai hayallerin siyah ise hakikatin temsilidir. Roman da ilk bakışta okurunu bu temsille romana davet eder. Ama Mai ve Siyah bundan fazlasını vaat etmektedir aslında.
Romanın açılışında ana karakter Ahmet Cemil, Tepebaşı Bahçesi’nde arkadaşlarıyla buluştuğu gecenin sonunda Waldteufel’in meşhur valsi “baran-ı elmas/pluie de diamants” (elmas yağmuru) eşliğinde müziğin etkisiyle manzarayı seyrederek düşünmeye başlar: “Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; başının üzerine açılan bu semada, yazın şu sıcak gecesine mahsus bir buğu ile örtülü zannolunan bu mailikler içinde titriyormuş, dalgalanıyormuş kıyas edilen bütün bu yıldız alayları, bunlar bir baran-ı elmas değil mi?”3 Gökyüzünü, yıldızları seyreden karakterin üçüncü tekil şahıs anlatıcı tarafından aktarılan bu iç monoloğu valsin yarattığı etkiyi yine karakterin gözünden resmederek görselleştirmiş olur. “Bu sema”, “bu mailikler”, “şu sıcak gece” gibi manzarayı işaret ederek öne çıkarılan imgelerle zannetmek, sanmak kelimelerini bir araya getiren bu uzun cümle Ahmet Cemil’in gördüğü manzarayla zihnindeki düşünceyi, hislerini nasıl birbirine geçirdiğini ve giderek karakterin zihninin, iç dünyasının manzarayı nasıl ele geçirerek belirleyeceğini göstermektedir.
Bir yandan müziğin nağmeleri eşliğinde elmas yağmuruna benzeyen yıldızları seyretmektedir Ahmet Cemil: “Baran-ı elmas! İşte işte; sanki semalardan dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ziyalar; işte işte raks ediyor; yağıyor; onlar da bir baran-ı elmas, fakat hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o semalara, o üzerinde gülümseyen nurlar, çalkalanan mailiklere doğru yağıyor.” (36) Müzik eşliğinde seyrettiği ve resmettiği bu levhayı nasıl seyredip resmettiğini açığa çıkarır bu satırlar. “Hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler” Cemil’in gözleridir. Meşhur bir yazar olma hayalini ilerleyen sayfalarda açıklayacak olan karakterin bakışıdır bu. Mailiklere, arzu ettiği, roman boyunca erişmek için türlü mücadeleler verdiği âleme bakmaktadır. O âlemin çatışmalarla, çelişkilerle dolu olduğunu bilir: “Mai bir sema altında azim bir sahra ki sabahın hüzünden ve neşeden, renkten ve zulmetten, sükuttan ve nağmeden, gölgeden ve hayalden; o yekdiğerinin hem aynı hem gayri zannolunan tezatlarından mürekkep hâli altında, henüz uykusundan tamamıyla sıyrılamamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzanıp gitsin.” (38) Ahmet Cemil’in bakışından yansıyan bu satırlar romantik bir betimlemeden çok onun düşüncesini imgelerle bezeyerek daha doğrusu imgelerden oluşan ince bir perdenin, örtünün arkasına gizleyerek anlatışının ifadesi olur. Gece “mai bir gece”dir; geceye mailiğini veren bir elmas yağmuruna benzeyen yıldızlardır. Ama bu sahnede Ahmet Cemil gece izlediği manzaradan uzaklaşıp kendi âlemini tarif etmektedir. “Mai sema”nın altındaki sahranın, geniş kırlıkların sisler arkasındaki ufukla birleştiğini, bütün tezatların ufkun genişliğinde kaybolduğunu hayal eder.
Romanın başında arzu ettiği yüksek şeyleri –tanınmış bir yazar olmak- mai bir gece imgesiyle birleştiren karakter, bir süre sonra yazma arzusunu, yazma eyleminin nesnesini, hayalini kurduğu eseri de mai ve siyah imgesiyle biçimlendirecektir. Arkadaşı Hüseyin Nazmi ile güneşli bir günde yine Taksim Bahçesi’ne gider, oradan manzaraya, Üsküdar’a, Beşiktaş’a bakarak konuşurlar; Ahmet Cemil nasıl bir şey yazmak istediğini anlatır:
Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kere ne yazmak istediğimi tayin edebilsem. Şurada –beynini gösteriyordu- bir şey var, bir şey duyuyorum ama rüyalarda tutulamayan şekiller gibi parmaklarımın arasından kaçıyor. Bilir misin nasıl bir şey? Bak şu semaya, ne görüyorsun, mailiklerden mürekkep bir derya… Gözlerinle onun içine girmeye çalış; o mailikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mai… Daima mai… Değil mi? Sonra, bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of!.. O siyah tabakaları parçalayarak içeriye bak; in, in, in, ne kadar inebilmek mümkünse o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Daima siyah değil mi? İşte öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mai ve daima mai; aşağı bakılsa siyah daima siyah… Bir şey ki mai ve siyah olsun. Hasta mıyım bilemiyorum, fakat ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, tasvir edilmiş görmek mümkün olsa; işte o vakit, zannediyorum ki artık ölebilirim; hayatta nisabını tamamıyla almış bir adam hükmünde gözlerimi kapayabilirim… (MS, 62)
Bu uzun pasajda Ahmet Cemil henüz sadece yazmak istediği eserin nasıl bir şey olacağını tarif eder. Ancak bu tarif belli belirsizdir, müphemdir. Anlaşılan mailiklerden ve siyahlardan mürekkep bir dünyayı yazmak ister Cemil. Daha önceki “mai gece” imgesinden farklı olarak güneşli bir manzarayı seyrederken çizmektedir bu levhayı. Hülyaları, sevinçleri mailiklerle, mai sema ile; acıları, zorlukları siyah yeryüzü ile simgelediği bu tasavvurda mai ve siyah birbirine tezat olarak çizilir. Öte yandan Goethe’nin renk skalasında olduğu gibi mavi ve siyahın akrabalığı, mavinin siyaha yakınlığı Cemil’in hikayesinde de görünür olacak; romandaki mai ve siyah seçiminin sadece bir tezadı değil, bir yakınlığı, bir iç içe geçme hâlini imlediği anlaşılacaktır.
Nitekim romanın başındaki bu müphem tarif, daha sonra giderek belirginleşir. Anlarız ki mai ve siyah sembolünün çeşitli çağrışımlarıyla birlikte Cemil’in asıl yazmak istediği acı ve sevinç, doğum ve ölüm arasında geçen “beşer hayatı”nın hikâyesidir. İnsan mailiklere çıkabilir, ama sonunda siyaha dönüş kaçınılmazdır. O vakte dek yazılan başka hiçbir şeye benzemesini istemediği eseri şöyle bir şey olmalıdır:
Bir taze ruh ki hayata bir ümit incilasıyla açılıyor, güya semanın bakir sinesine güneşin busesinden, onun sevda dudaklarının temasından tutuşmuş bir bahar sabahı… Fakat sonra yavaş yavaş afak yanmaya, etrafa bir ateş havasının baygınlıkları yayılmaya başlıyor, o saf ve taze ruha hayatın ilk mihnetleri yavaş yavaş sokuluyor. Hayat mübarezesi… Daha sonra ümit güneşi o kırılmış kalbin emel enkazına hazin bir veda nazarı ile süzülüp gidiyor: O vakit neticenin kara bulutları… İşte eser bu idi, bu eserle Ahmet Cemil beşer hayatını yazmak istiyordu; başından sonuna kadar bir şiir ki bir tebessümle başlasın, bir katre girye ile netice bulsun… (MS, 129)
Mai ve siyah imgelerinin biraz daha ayrıntılandırıldığı bu satırlarda beşer hayatının saadetten, sevinçlerden kederlere, mihnetlere uzanan hikâyesi belirginleşmeye başlar. Ancak Cemil’in ısrarla tarif ettiği bu hayatta vurgu, sevinçlerin ve kederlerin yaşanmasında değil, hayatın ümitlerle, saadet emelleriyle başlayıp mücadelelerle, sıkıntılarla geçtikten sonra karanlığa uzanmasındadır. Onun şiiri kalp kırıklığının, emellere ulaşamamanın hikâyesidir. Denilebilir ki mai ve siyah Cemil’in hayat tasavvurudur; insan hayatı mai ve siyah arasında gidip gelen ve siyahla nihayetlenmesi gereken bir yolculuktur. Bu yüzden kendi hayatını da eseri gibi yaşayacak; eserini yazıp bitirmesine, başarılı olmasına rağmen kendi yolculuğunu yazdığı eserde olduğu gibi mavi ile siyahın birleştiği o karanlıkta “bir katre girye” ile noktalayacak, tasavvur ettiği gibi bir kaybedene dönüşecektir.4
Romanın sonunda kızkardeşini, ortak olduğu matbaayı ve evini kaybeden karakter her şeyi geride bırakarak uzaklara, sarı çöllere doğru bir yolculuğa çıkar. Bindiği vapurun güvertesinden İstanbul’un silüetine son kez bakan Cemil’in gördüğü manzara bu defa baştan aşağı siyahlara bürünmüştür. Ama manzaranın kendisinden çok yine onun imgeleminin, ruhunun yansımasıdır anlatılan: “Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız ömür!.. Bir baran-ı elmas altında inkişaf ederek şimdi bir baran-ı dürr-i siyahın altında gömülen emel çiçekleri!..” (398) Mavi bir gecede elmas yağmuru altında başlayan yolculuğu siyah incilerin yağdığı siyah bir gecede simsiyah bir denize bakışıyla sona erecektir.
Böylece Halit Ziya, Mai ve Siyah’ta romanın baş karakterinin bakışından hayatın nasıl göründüğünü, mai ve siyah renkleriyle çizilen levhalarla anlatmış olur. Karakterin gözünden yansıyan bu levhalar imgesel bir dünyaya okuru davet ederler. Esas mesele hayal ve hakikatin çatışmasından ziyade hakikatin zaten bütün bu imgelerle kurulan, bireysel bakıştan süzülerek biçimlenen, algılarla hayata geçen bir yaşama deneyimi olduğunu göstermektir. Halit Ziya ve çağdaşları için gerçekçi edebiyat dış dünyada olup bitenleri yansıtmak değildir. Dış dünyanın mutlak bir temsilinin olmadığını, bireyin bakışının ve algısının hayatı da tıpkı metin gibi biçimlendirdiğini, mavi ile siyahın bu yüzden gerçek hayatta da birbirine geçtiğini, renkler gibi hayatın da müphem doğasını hikâye eden bir edebiyat kurarlar.