Şili: Şimdi, her zamankinden daha çok

Birçok dostumuzun işkencelere maruz kalıp öldürülürken acıyla inlediği, kanlarının aktığı, aman dilediği, mekânın içindeki kötü ruhların öyle kolayca kovulamadığı şeytanî bir yer olan Villa Grimaldi, beni bu trajediyle bambaşka bir şekilde yüzleştirmişti

08 Kasım 2018 13:40

Şili halkı 1990’da, neredeyse 17 yıl süren diktatörlüğün ardından ülkelerinde demokrasiyi onarmayı başardığında, hafıza ve insan haklarına adanmış bir müze açmak kimsenin gündeminde değildi. Bekleyen daha âcil görevler vardı. Demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin 1973’te devrilmesinden beri ülkeyi General Augusto Pinochet önderliğindeki askerî bir hükümet yönetmişti. İktidardaki yıllarında Pinochet hükümeti büyük insan hakları ihlalleriyle iştigal etmekle kalmadı–kitlesel idamlar, işkence, sürgün, yargılamadan hapis, gecekondu mahallelerine yapılan baskınlar, erkeklerin burada toplanıp yağmurun altında soyulması, kadınların ve çocuklarınsa bunu izlemeye zorlanması aynı zamanda, kendi suçlarının kanıtlarını sistematik biçimde hasıraltı etti. Bu öyle etkili bir şekilde yapıldı ki, 1990’a gelindiğinde, nüfusun yüzde 40’tan fazlası iktidardan düşen rejimi hâlâ ateşli biçimde savunuyor ve Pinochet döneminde yaşanan dehşetlerin solcu propaganda mecralarının uydurmaları olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla ülkenin önceliği, olguları saptamak ve Pinochet’nin yanlış yönlendirilmiş sevdalıları dâhil olmak üzere, ulusu geçmişin hakiki bir anlatısının arkasında birleştirmekti.

Bu öncelik, 1990 ve 1991’de ölüm ve kaybetme vakalarına eğilen bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurulmasıyla sağlanmış oldu. Bunu, yıllar sonra, 2003 ve 2011’de, işkence görmüş mağdurlara (takriben 40 bin kanıtlanmış vakaya) odaklanan ve onlara çeşitli şekillerde tazminatlar sunan iki diğer komisyon izledi.[1] Diktatörlük döneminde namertçe boyun eğen mahkemeler, peyderpey devlet faillerini kovuşturmadan muaf tutan Pinochet dönemi af kanunlarının açıklarını yakalamanın yollarını bulmaya başladı. Kötülükleriyle nam salmış suçlulardan bazıları hapse yollandı; gerçi onlar için özel olarak inşa edilmiş lüks bir hapishaneydi gittikleri.[2]

Ne var ki, bu adımlar sıkıntı veren bir sorunun üzerine gitmiyordu: Ülkenin dört bir yanında terörün işlendiği ve unutulma, silinip hükümsüzleştirilme ya da normalleştirilme tehdidi altında olan sayısız yere ne olacaktı? İnsan hakları örgütlerinin baskısıyla, bu yerlerin birçoğu Şili’nin patrimonio’sunun* parçası olarak resmî koruma altına alındı,[3] ama bu süreç dağınık ve gelişigüzel bir şekilde işliyordu; çok geçmeden anlaşıldı ki bu koruma görevinin merkezîleştirilmesi ve çıkan sonuçların kalıcı bir birimde tutulması gerekiyordu.

Demokrasinin onarılmasından sonra 20 yılı buldu, ama nihayetinde, 2010 yılının Ocak ayında, kendisi de diktatörlük döneminin mağduru olan Cumhurbaşkanı Michelle Bachelet (Allende’ye sadık bir hava kuvvetleri generali olan babasının ölümünden sonra kendisi ve annesi gözaltına alınmış ve işkence görmüştü) Santiago’da Museo de la Memoria y los Derechos Humanos’u (Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi’ni) açtı.[4] Müze kendi bünyesinde toplanan arşiv malzemelerini büyük ölçüde, Pinochet döneminde devlet yetkililerinin yaptığı istismarları kaydeden insan hakları örgütlerinin çabalarına borçlu. Müzenin zemin katı darbeye ve darbe sonrasındaki gaddarlıklara dair dokunaklı ve ayrıntılı bir hikâye sunar, fakat ziyaretçileri bekleyen en dikkat çekici sergi ihtişamlı binanın ikinci katındadır. Burada bulunan bir balkondan, yaklaşık 15 metre boyundaki duvarda yer alan fotoğraflara bakılır. Askerî hükümet tarafından yargısız infaza uğrayan 3197 Şililinin ve 1102 desaparecidos’un, yani kaçırılan ve hâlâ bulunamayan, dolayısıyla layıkıyla gömülememiş kişilerin yüzleri sergilenir.

Yıkımı hatırlatan bu tasvirlerin uyandırdığı keder, velatón’la bir nebze yatıştırılır: balkonun iç kenarı boyunca devamlı yanan mumlardan (velas) yapılmış bir tür türbe. Latin Amerika’da, bir kişinin şiddete uğrayıp öldürüldüğü ve yaşayanların animitas’tan (küçük ruhlar) yardım isteyebildiği mütevazı sunaklar –çiçekler, mumlar, yadigârlar, yazılı dualar– oluşturmak âdettendir. Bu yaygın gelenek, hafızaya adanmış bir müzenin tasarlamasına vesile olan mesajı ortaya koyar: ölüleri hatırlamak, onları o kadar tek başlarına bırakmadan, bir şekilde canlı tutmanın bir yoludur. Bu örnekte, velatón (İspanyolcada velar, gece nöbeti veya ibadeti anlamına gelir) ziyaretçilere bir yandan rejimin temellerinin sarsıldığı protestolar sırasında ülkenin dört bir yanında kaldırımlara konmuş mumları, diğer yandansa Şilililerin sevdiklerinin bir zamanlar içeride tutulduğu gözaltı merkezlerinin önünde yaktıkları mumları hatırlatır. Ayrıca balkonda, belirli bir kurbanın adını yazmanızı ve sonra o kişinin fotoğrafının onun akıbetine ilişkin bilgilerle birlikte duvarda yansımasını sağlayan küçük bir dijital ekran bulunur.

Müzeye giden birçok Şilili gibi ben de cebimde kendi ölülerim için dualar taşıyorum. Müze her fırsatta, kurbanların fedakârlıklarının beyhude olmadığını vurguluyor. Her bir odada, videolar, gazete küpürleri, radyo programları, belgeler, nesneler, siyasî mahkûmlarca yapılmış el işleri ve kişisel tanıklıklar, bizlere pek çok insanın hayatına mal olmuş isyanın en nihayetinde Pinochet’nin diktatörlüğünü devirecek kapsamlı bir direniş hareketinin parçası olduğunu söylüyor. Dolaylı yoldan akla getirilen bu umut –çekilen onca acının ve yaşanan onca kaybın bir anlamı olduğu düşüncesinin uyandırılması– hiç de sıradan bir başarı değil.

***

Birkaç gün önce Villa Grimaldi’yi, şimdi barışa adanmış bir park olan, ama vaktiyle Şili’de adı en kötüye çıkmış gizli işkence ve imha merkezini ziyaret etmiştim; orada bulduğum şey teselli değil, nasıl başa çıkacağımı pek bilemediğim bir ıstıraptı. Müze bir güvenlik ve tutarlılık hissi veriyordu. Birçok dostumuzun işkencelere maruz kalıp öldürülürken acıyla inlediği, kanlarının aktığı, aman dilediği, mekânın içindeki kötü ruhların öyle kolayca kovulamadığı şeytanî bir yer olan Villa Grimaldi ise beni bu trajediyle bambaşka bir şekilde yüzleştirmişti.

And Dağları’nın eteklerindeki tepelerde kurulmuş, geçmişi 19’uncu yüzyıla kadar uzanan bir casona (malikâne) olan Villa Grimaldi, Allende yılları boyunca pek çok sanatçıyı, aydını ve liberal siyasetçiyi ağırladı. Gösterişli bahçesinde meyvelikler, İtalyan tarzı çeşmeler, bir havuz ve mozaikler vardı. 1974’te bu konak DINA (Dirección de Inteligencia Nacional; Ulusal İstihbarat Müdürlüğü) yani Pinochet’nin gizli polisi tarafından ele geçirilmiş ve binlerce mahkûmun dört yıllık bir süre zarfında sorgulanıp vahşi muamelelere maruz kaldığı bir kampa çevrilmişti. Villa Grimaldi’deki zorbalıklar darbe sonrasında insan hakları örgütleri tarafından, özellikle de Katolik Kilisesi’nin Dayanışma Vekâleti tarafından tek tek, özenle kaydedilmişti. Askerî hükümetin en başından itibaren edilen istismarların kınanıp kapsamlı bir biçimde belgelenmesi –Şili’yi Latin Amerika’daki ve bu türden yasal bir direniş için sınırlı olanakların olduğu dünyanın diğer yerlerindeki diktatörlüklerden ayıran bir meydan okuma stratejisidir bu– rejimin bitmek bilmez yalanlarının çürütülmesine yardımcı olacaktı.[5]

Ne var ki, Villa Grimaldi’deki zulmü kaydeden arşiv ve yargı çalışmaları binayı ve eklentilerini gelecek kuşaklara taşımayı başaramadı. İşkence merkezinin 1978’de kapatılmasının hemen ardından, gizli polis villayı ve orada işkence odaları olarak kullanılmış tüm yapıları buldozerlerle dümdüz etmişti. Yıllar sonra, emlak müteahhitleri apartman inşa etmek için o bölgeyi kazmaya başladığında, mahalle dernekleri ve mağdur grupları öyle ateşli protestolara giriştiler ki, demokratik hükümet bu toprağı kamulaştırmak zorunda kaldı. 1997’de burası, içinde bahçelerin, göletlerin ve ağaçların bulunduğu, halkın geçmişte olup bitenleri öğrenip onlar hakkında düşünebileceği bir park olarak açıldı.[6]

Villa Grimaldi, eşim Angélica ile birlikte her yılın birkaç ayını geçirdiğimiz Santiago’daki evimizden yalnızca 15 blok uzaklıkta, ama bu yaza kadar oraya hiç gitmemiştim. Şili’deki pek çok muktedirin yok etmek istediği bir yeri onların elinden alıp kurtarma çabalarına hayranlık duyuyordum ve buranın mağdurların toplandığı; konserlerin, protestoların, tiyatro performanslarının ve seminerlerin düzenlendiği bir merkeze dönüştüğünü biliyordum bilmesine ama içimdeki o inatçı gönülsüzlüğü aşıp orayı ziyaret etmeye gidemiyordum. Orada işkence görmüş büyük bir sanatçı olan eski bir arkadaşımın (kendisi adını vermeyi tercih etmiyor) şu görüşü beni ikna etmişti: “Orayı tüm çirkinliğiyle, bir harabe olarak bırakmalılardı, güzelleştirmeye çalışmamalılardı. Bırakalım da böyle yerler kendi adlarına konuşsun, bırakalım da sessizliğin kendisi konuşsun ki insanlar herhangi bir aracılığa gereksinim duymadan orada olup bitenlerin tüm dehşetini sindirebilsin. Geçmişi silmenin bir yolu onu yanlış bir şekilde hatırlamaktan geçer.”

Holokost’tan kurtulanlar da benzer görüşler öne sürmüşlerdi. Arkadaşım, villanın güzelleştirilmesinin, hatırlamanın acısını köreltmek suretiyle “geçmişi sileceği”nden kaygılanıyordu; benim içinse Villa Grimaldi’nin sevimliliği ve huzuru virânelik hissini artırmıştı. Levhalarda, anıtlarda ve afişlerde, vaktiyle ders verdiğim öğrencilerimin, birlikte Hegel ve Fromm çalıştığımız yoldaşlarımın, bir televizyon programında birlikte çalıştığım bir görüntü yönetmeninin, devrimi savunmak için Santiago sokaklarında benimle ve Angélica’yla birlikte yürümüş erkeklerin ve kadınların adlarına rastladıkça, harikûlade ağaçlar, anma amacıyla kurulmuş gül bahçeleri, yansıtma havuzları, içimdeki elemi daha da keskinleştirdi. Fakat özellikle bir isim vardı ki önüme çıkıp çıkıp durmuş ve huzur bozucu birçok kaybı bastırmış hafızamın sağlamlığını deyim yerindeyse sınava tabi tutmuştu.

Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi Arşivi   Fernando Ortiz Letelier, María Luisa Azócar ile birlikte; 1972. Letelier 1976’da kaçırılıp kaybedildi.Fernando Ortiz Letelier ile, ben o zamanlar Şili Üniversitesi’nde 19 yaşında bir edebiyat öğrencisi, o da benden 20 kadar büyük bir tarih profesörüyken, 1960’ların başlarında arkadaşlık etmiştik. Yapraklarla kaplı kampusümüzde yaptığımız uzun yürüyüşlerde, Şilili işçilerin devrimin koşullarını birçok Marksistin dogmatik biçimde önerdiği gibi şiddet yoluyla değil de seçim yoluyla yaratan adalet ve demokrasi mücadelesinin ilk örneklerine dair çığır açıcı araştırmasından bahsediyordu bana.[7] Fernando, ailemizin kıymetli bir yakını olan María Luisa Azócar ile evlenince, dostluğumuz pekişmişti.

O ve ben her konuda mutabık değildik (inançlı bir Komünist olarak, Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgal etmesini savunuyordu, ben ise Prag Baharı’nın ateşli bir hayranıydım), ama Şili’de sefaletin ve sömürünün nihayete erdirilmesi için gerekli olan köklü reformlar konusunda uzlaşıyorduk ve Salvador Allende’nin üç yıl süren demokratik sosyalizm deneyi sırasında daha da yakınlaştık. Köylüler kendi topraklarının sahipleri olmuş, işçiler kendi fabrikalarını yönetmiş, ülkenin yabancı şirketlerce talan edilmiş kaynakları kamulaştırılmış, buralardan edinilen kârlar sağlığa ve eğitime ayrılmış, okullarda çocuklara bedava süt dağıtılmış ve milyonlarca kitap gazete bayilerinde cüzî fiyatlara satılmıştı.

Fernando’yu en son, 1973 darbesinin sabahında, kampusümüzde bir grup azimli muhalife hitaben, Şili halkının bizi –ve onu– bekleyen baskıyı aşabileceğine dair inancını haykırırken görmüştüm. 15 Aralık 1976’da, birlikte birçok kez parlak bir geleceğin hayalini kurduğumuz kampusün yalnızca üç blok ötesinde, istihbarat teşkilâtı ajanları tarafından kaçırıldı. Onun başına nelerin geldiğini öğrenmek yıllar alacaktı. Edinilen birkaç bilgiye bakılırsa, Fernando bir ara Villa Grimaldi’deydi, ama sonrasında tüm izler kayboluyordu. Boğulup öldürüldükten sonra feci biçimde kesilen cesedi 1976’nın Eylül’ünde kıyıya vuran militan Marta Ugarte gibi, onun da helikopterden Pasifik Okyanusu’na atıldığından endişe ediliyordu.

Akıbeti böyle olmamıştı ama. 2001’in Mart ayında bir hâkim, adlî tıp uzmanlarının, Santiago yakınlarındaki bir dağ kitlesi olan Cuesta Barriga’daki derin bir mağaradan kazılıp çıkarılmış küçük kemik parçalarının ve dişlerin ona ait olduğunu saptadığını beyan etti. Pinochet’nin sayısız muhalifin katledilmesine ilişkin delilleri ortadan kaldırma emriyle düzenlenen gizli kapaklı bir operasyonun parçası olarak, bedeninin geri kalan kısmı bilinmeyen bir yerde patlatılmıştı. Retiro de Televisiores adı verilen bu operasyon, kaçırılma ve cinayet kurbanı yaklaşık 150 kişinin cesetlerinin kaybedilmesinde büyük ölçüde etkili olmuştu.[8] Fernando Ortiz, bedeninden birkaç parça bulunan ve akabinde sembolik bir cenazeyle gömülen, böylelikle de acılı ailesine bir nebze teselli sunulan az sayıdaki kişiden biriydi.

Bu olayları temelli yerleştiğim ABD’den izlerken, ben de onu artık unutabileceğimi, onun acısını kafama takıp durmayı bırakabileceğimi hissetmiştim. Birkaç yıldır geçmişteki zulümlerin doğurduğu kederden kendimi gitgide daha fazla korumayı başarabiliyordum, ama zaman içinde, Fernando Ortiz’i sahiden unuttum. Gelgelelim Villa Grimaldi’ye gelince, dostum Fernando küfredilen, ayaklar altına alınan, acılarla kıvranıp duran görüntüsüyle aklımda yeniden canlanıverdi. Onu böyle hatırlamak istemiyordum.

Villa Grimaldi’de bahçelerin etrafında dolanıp duran tek kişi, sırf bu dostumun ve diğerlerinin yitişinin değil, Allende yıllarında inşa etmeyi arzuladığımız âdil toplumun yitişinin de yasını tutan tek kişi ben gibiydim. Kadim bir ağacın insicamsız güzelliği altında bağdaş kurup otururken, birkaç işçinin bir zamanlar gizli polisin sahte kimlik kartları ve araç plakaları düzenlediği bir karargâhın kopyası olan bir kulübenin duvarlarını örmeyi bitirmek üzere olduğunu fark ettim. Yakınlardaki bir apartmanda yaşayan, belki sekiz belki dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğu da başını pencereden çıkarmış, asude bahçede çalışan adamları izliyordu. Acaba biri ona bu parkın hikâyesini hiç anlatmış mıydı? Onun varlığıyla kendi yasım solar gibi oldu. Bu yer ve başka anıt yerler onun gibi çocuklar için, gelecek kuşaklar travmatik geçmişi hatırlamanın o geçmişin tekrarlanmasının önüne geçmek için elzem olduğunu anlayabilsin diye kurtarılmıştı. Yazık ki bu hatırlama mücadelesinin muvaffak olacağının garantisi yok.

***

Yakın zaman önce 63 yaşında Hafıza Müzesi’nin müdürlüğüne atanmış olan tarihçi Francisco “Pancho” Estévez, bir zamanlar Şili Üniversitesi’nde benim yıldız öğrencimdi. Allende yıllarında, gecekondu mahallelerinde edebiyat atölyeleri düzenlememe ve kültürel televizyon programları yapmama yardımcı olmuştu. Darbeden sonra ordu üniversiteye el koyunca, başka gerekçelerin yanı sıra, benimle iş birliği yapıp kurulu düzeni yıkma suçlamasıyla okuldan ihraç edilmişti.

Haziran 1975’te Şili Direnişi, o sırada sürgünde bulunduğumuz Paris’te benden ve Angélica’dan onu ağırlamamızı istediğinde fark ettiğim üzere, bu ihraç onun devrimci coşkusunu gemlememişti. Pancho altı aylık bir eğitim için gizlice sosyalist bir ülkeye gidiyordu ve Şili’deki ailesine ve nişanlısına altı ayını Fransa’nın başkentinde geçirdiğine dair kanıt yollamak üzere bir Paris kimliği düzenlemesi için yedi günü vardı. Yoğun geçen o haftanın ardından irtibatı kaybettik, ama çevirdiğimiz dolabın tuttuğundan emindik: Santiago’ya döndükten sonra tutuklandığına dair bir haber yoktu. Daha sonra, DINA’nın elinden kaçtığını ve Pinochet’ye karşı çıkan gençlik hareketinde belirleyici rol oynadığını öğrendim. Şili yeniden demokratik bir ülke olunca, Estévez eğitici nitelikte bir dizi insan hakları inisiyatifine öncülük etti. Bu inisiyatiflerin başlıcasıysa, diktatörlüğün kendi “başarılarını” kutlamak için diktiği (Pinochet’nin Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın önüne yerleştirdiği “Ebedî Hürriyet Ateşi” anıtı) gibi sayısız anıtı kaldırma kampanyasıydı.

Şubat’ın sonlarında müzeyi ziyaret ettiğimde, Sebastián Piñera Şili Cumhurbaşkanı olarak göreve gelmek üzereydi. Önderliğini yaptığı sağcı ittifak, 1990’dan beri ülkeyi yönetmiş merkez-sol koalisyonunu ikinci kez yeniyordu. Pinochet’nin serbest piyasanın önünü açan politikaları sayesinde servet edinmiş bir milyarder olan Piñera’nın demokratik olmak bakımından referans niteliğinde kimi eylemleri olmuştur. 1988’deki referandumda, iktidardaki generalin görevine devam etmesine karşı oy kullanmıştı. Fakat diktatörlüğün ateşli çığırtkanlarını danışman ve bakan olarak etrafına topluyor ve kendi zaferini, Pinochet’nin neo-faşist, popüler bir savunucusu olan, seçmenlerin yüzde sekizinin oyunu alarak tayin edici bir rol oynamış José Antonio Kast’ın desteğine borçlu.

Piñera’nın zaferi “inkârcılığı”, yani ensesi kalın Pinochet fanatiklerinin, Hafıza Müzesi’nin geçmiş yorumunun çarpık ve önyargılı olduğunu iddia etme yönünde inatla sürdürdüğü seferberliği yüreklendirmiştir. Onlara göre, devlet her iki tarafa da âdilce yaklaşmalı, Allende’ye karşı girişilen darbeye bir bağlam sunacak (bir başka deyişle, bu darbeyi meşrulaştıracak) bir “Demokrasi Müzesi”nin kurulmasını sağlamalı ve askeriyeyi (ve onun sivil suç ortaklarını) vatanı sosyalizmden kurtarmak için işlediği zulümlerin yükümlülüğünden muaf tutmalıdır. Bu yöndeki inisiyatiflere rağmen, Pancho müzenin bütçesinde kesintilere gidileceğini düşünmüyor. Kongre’nin iki kamarası, her ne kadar parçalı ve yönünü şaşırmış hâlde olsalar da, merkez-sol partilerin kontrolünde. Ayrıca, binlerce insan hakları savuncusu, müzenin altı oyulmaya çalışılırsa, buna karşı sokaklara döküleceklerini ve binanın dışında süresiz biçimde oturma grevi yapacakları yönünde uyarılarda bulundu.

Şili’nin neo-faşistlerce ele geçirilmesinden çıkan dersler çabucak unutuluyor gibi görünebilir. Birçoklarına göre suç oranları artıyor, bu da şiddetli “kanun ve nizam” denetimlerine yönelik bir nostalji duyulmasına sebep oluyor. Esasen Kolombiya, Peru ve Haiti’den gelen, birçoğu da siyah olan bir sürü göçmen, Şili “ırkı”nın hayalî “saflığı”nı korumaya dönük çağrılarda bulunan bir yabancı karşıtlığının oluşmasına zemin hazırladı.[9] İdam cezasının yeniden yürürlüğe konmasını savunanların sesleri çok çıkmaya başladı: kimliği belirsiz, kanunu kendi eline alan bir grup (bağnaz bir homofobik grubun üyeleri) yakın zaman önce, devletin pedofillere nasıl bir tavır sergilemesi gerektiğini göstermek için dört cansız mankeni Santiago’daki köprüden sallandırdı. Öte yandan, barışçıl bir yerli hakları hareketinin çeperinde yer alan bazı aşırı uçtaki kişilerin vandal eylemleri terör-karşıtı yeni yasaların çıkarılması yönünde taleplere yol açtı. Her ne kadar diktatörlüğün dilini ve aşırılıklarını hatırlatıyor olsa da, pek çok Şililinin memnuniyetle karşıladığı talepler bunlar.

Ulusun hâletiruhiyesinde cereyan edecek böyle bir olası kayma, Estévez’in gözünü hiç korkutmuyor. Estévez kolektif hafıza için verilen savaşı hep sürekli bir mücadele olarak görmüştür. Hafıza Müzesi’nin kurucu şiarı olan “Nunca Más”a (“Bir Daha Asla”) yeni bir şiar eklemiştir: “Ahora, Más que Nunca” –Şimdi, Her Zamankinden Daha Da Çok. “Eğer sadece geriye bakarsak,” demişti bana, “misyonumuzu gerçekten tamamlamış olmayacağız. Bundan dolayı, Şili’nin ve dünyanın mevcut sorunlarına, her şeyden de önce gençleri harekete geçiren ikilemlere kafa yormamız şart.”

Müzedeki tüm geçici sergiler geçmişi irdeliyor, ama hepsi mevcut krizlerle de ilişkilendirilebilir. “Devlet Sırları: Diktatörlüğün Gizliliği Kaldırılmış Tarihi”, hem ABD’nin Allende’nin devrilmesine olan müdahalesini ve akabinde Pinochet’ye yaptığı hamiliği inceliyor hem de ziyaretçileri gözetim devletinin tehlikeleri konusunda uyarıyor.[10] Bir başka sergi, sendikaların diktatörlüğün neoliberal politikalarına, Piñera hükümeti eğitimde, sağlık hizmetlerinde ve emeklilik planlarındaki reformları kösteklemeye çalıştığı takdirde yeniden başgösterebilecek türdeki bir seferberliğe ışık tutuyor. Üçüncü bir sergi ise Allende’nin cumhurbaşkanlığı sırasında Villa San Luis’de inşa edilmiş düşük maliyetli apartman komplekslerinde yaşayan binlerce insanın lüks gayrimenkuller geliştirmek için nasıl yerlerinden edildiğini gözler önüne seriyor ki bu vaka, ülkede zenginler ile diğerleri arasındaki farkın açılması hasebiyle hatırlamaya bilhassa değer.

O gün müzeden Pancho’nun sakin iyimserliğinin verdiği ilhamla ayrıldım. Öyleyken bile, o güvenli evinden geçmişte olup bitenlerden bihaber hâlde Villa Grimaldi’ye bakan çocuğun görüntüsü gözümün önünden gitmedi. Onun gibilere ulaşmak için ne gibi çabaların gerekli olduğu sorusunu şimdilik bir yana bırakacak olursak, onu, ortaya çıkmasında payının olmadığı bir trajediye gark etmek hakkaniyetli bir iş midir?

Bir cevap bulmak için Villa Grimaldi’ye tekrar gittiğimde, parkın uçtaki kısmını çevreleyen bir duvarın ölülerin adlarıyla değil, mozaiklerle kaplı olduğunu fark ettim. Villa Grimaldi’nin kapısıyla birlikte, orijinal binanın yıkılmamış tek unsuru buydu. Eski tutuklular o duvarı dün gibi hatırlıyorlardı. Sendeleye sendeleye yürüyen, açlığa mahkûm edilen, gözleri bağlanan, biteviye dövülüp aşağılanan bu tutuklular mozaiklerle kaplı o duvara bir çöp gibi atıldıklarında şaşkınlıkla rahatlamışlardı, zira o duvarın serinliğine sığınıp Şili yazının dayanılmaz sıcağından bir nebze olsun kurtulmuşlardı. Yıllar sonra birçoğu Villa Grimaldi’de hapsedildiklerini bu sayede, elleriyle o duvarın dokusunu tanıyarak doğrulayabilmişti.

Elimi, elleriyle o mozaiklere dokundukları yere, dehşetli bir öğle sonrasında Fernando’nun parmaklarını koyup iz bırakmış olabileceği yere koydum. Belki bir gün komşu apartmandaki oğlan da elini buraya koyacak, ortaklık ve hafıza zincirinde bir başka halka olacak ve asla unutmamamız gereken mirasa sahip çıkacak, ahora más que nunca.

 

 

 

İngilizceden çeviren: Erkal Ünal
Ariel Dorfman'ın Şili: Şimdi, her zamankinden daha çok yazısı, ilk olarak Chile: Now More Than Ever başlığıyla 16 Ağustos 2018'de The New York Review of Books'ta yayımlandı. Yazı, Dorfman'ın ve The New York Review of Books'un özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, başka mecralarda yayınlanamaz.
Ana görsel: Daniel Barahona/Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi Arşivi - Pinochet’nin askerî diktatörlüğü döneminde idam edilen Şilililerin fotoğrafları: 2010’da Santiago’da açılan Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi.

[1] 1. Valech Komisyonu ve 2. Valech Komisyonu’nun raporlarına şuradan erişilebilir: bibliotecadigital.indh.cl/handle/123456789/185 ve bibliotecadigital.indh.cl/handle/123456789/600
[2] Şilili psikolog Elizabeth Lira ve Amerikalı tarihçi Brian Loveman’ın Şili’de hafıza ve uzlaşmanın karmaşık tarihini aydınlatan pek çok kitabı arasında, 1990’dan sonra ülkenin karşı karşıya kaldığı zorlukları anlamak açısından ikisi elzemdir: El Espejismo de la Reconciliación Política (LOM, 2002) ve Políticas de Reparación: Chile 1990–2004 (LOM, 2005). 
* (İsp.) miras, malvarlığı (ç.n.).
[3] Bkz. Patrimonio de la Memoria de los derechos humanos en Chile (sitios de memoria protegidos como monumentos nacionales, 1996–2016), Santiago de Chile, yayımlayan Şili hükümeti, 2017; ve Peter Read ve Marivic Wynham’ın Narrow but Endlessly Deep: The Struggle for Memorialization in Chile since the Transition to Democracy (Australian National University Press, 2016) kitapları hakkında Alexandre Wilde’ın şuradaki değerlendirme yazısı: The Public Historian, Vol. 40, No. 1 (Şubat 2018).
[4] Müzenin oda oda tasviri için bkz. ww3.museodelamemoria.cl/exposicion-permanente/
[5] Bkz. Eugenio Ahumada’nın derlediği Chile: La Memoria Prohibida’nın (Pehuén, 1989) üç cildi. Ayrıca bkz. Andrea Insunza ve Javier Ortega’nın derlediği Los Archivos del Cardenal: Casos Reales (Catalonia, 2011).
[6] Bu konu hakkındaki en önemli çalışmalardan ikisi şudur: Gabriel Salazar, Villa Grimaldi (LOM, 2013) ve hayatta kalanların kendileri tarafından yazılıp tasarlanan, 2013’te İskan ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayımlanan Parque por la Paz Villa Grimaldi, una deuda con nosotros mismos. Ayrıca Michael J. Lazzara’nın Villa Grimaldi’yi ziyaretini anlattığı şu kitabına bakılabilir: Chile in Transition: The Poetics and Politics of Memory (University Press of Florida, 2006).
[7] Bkz. Fernando Ortiz Letelier, El Movimiento Obrero en Chile (1891-1919); onun 1956 tarihli doktora tezi, ölümünden sonra 1985’te Madrid’teki Ediciones Michay tarafından basıldı, 2005’te ise Santiago’daki LOM tarafından yeniden basıldı.
[8] “Televizyon setleri”, idam edilenlerin, saklanmış oldukları yerden “geri çekilecek” (retirados) bedenleriydi.
[9] Şu yazıma bakılabilir: “A Lesson on Immigration from Pablo Neruda”, The New York Times, 21 Şubat 2018.
[10] 18 Mart’ta biten serginin küratörlüğünü, ABD’nin Şili’nin iç işlerine karışması konusundaki en sağlam kitap olan The Pinochet File: A Declassified Dossier on Atrocity and Accountability’nin (New Press, 2003) yazarı Peter Kornbluh yapmıştı.