Yarı-kurgusal bir belgesel denemesi olan Dokunma Bana'da, yönetmen kameranın bazen önünde bazense arkasında. Derdi mi ne? Aşmaya çalıştığı şey her ne ise, bu yolculuğa tek başına çıkmamak tek derdi...
08 Kasım 2018 13:30
Laura insanlarla fiziksel temas kuramıyor, onlara dokunamıyor ve kendisine dokunulmasından da hoşlanmıyor. Temas kurulduğunda ise bir şey hissetmiyor. Biz, pek çok değişkenle Laura’nın etkisinden kurtulamadığı travmalarına -anladığımız kadarıyla babasına bağlı olan-, öfke sorununa ve onun dış dünyayla yeniden temas kurma yöntemlerine şahitlik ediyoruz. Bu yöntemlerin arasında ilgisini çeken birini gizlice takip etme, bir seks işçisiyle görüşme, BDSM eğitimi de veren bir profesyonelle kısmen de terapötik görüşmeler var. Laura’nın yardım almadan geliştirdiği mekanizmalardan en ilgi çekici olan ise röntgencilik. Laura, ilgisini çeken bir yabancıyı takip etmeye başlıyor ve bu takip esnasında öğreniyoruz ki Laura’nın takip ettiği yabancı da hâlâ âşık olduğu eski sevgilisini takip ediyor. Eski sevgilinin kalktığı kafeye girip, onun yarım bıraktığı kahveyi içiyor. Kendi kuyruklarını yakalamaya çalışan, dünyaya atılmış üç masum yılanın hikâye içindeki hikâyesi olabilir bu sahneler.
2018 yapımı Touch Me Not (Dokunma Bana) filmi 68. Uluslararası Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı Ödülü'yle döndü. İlgiyle takip edilen Doğu Avrupa sinemasının son dönemdeki sınırları silikleştiren bir örneği diyebileceğimiz film, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Almanya ve Fransa ortak yapımı. Yönetmen Adina Pintilie’in ise ilk uzun metrajlı filmi. Yarı-kurgusal bir belgesel denemesi de diyebileceğimiz filmde, yönetmen kameranın bazen önünde bazense arkasında. Derdi mi ne? Aşmaya çalıştığı şey her ne ise, bu yolculuğa tek başına çıkmamak tek derdi. Yol arkadaşlarını, yani izleyiciyi de bu zorlu deneyime ortak etmek… Michael J. Bader’in Arousal : The Secret Logic of Sexual Fantasies kitabından fazlasıyla etkilendiğini söyleyen Pintilie, ağırlıklı olarak psikanalist ve terapist Bader’in yaklaşımlarının izinde kuruyor hikâyeyi: Cinsel davranışlarımıza bakmak aynaya bakmak gibidir, geçmişimiz ve travmalarımız ilgili pek çok bilgi verir bize.
Genç bir erkeğin duş alma sahnesiyle açılan film, kameranın ondan yaşça büyük olduğu belli olan bir kadına yönelmesiyle sizi bir bilinmezin içine sürüklemeye başlıyor. Anne-oğul ilişkisi de sanılabilecek bu ilişkinin ne’liği, Laura’nın (Laura Benson) kameraya bakarak konuşmasıyla anlaşılır hâle geliyor. Laura’nın aktarımından başlangıçta anladığımız tek şey ise yalnız yaşayan ve dünyada da yalnız yaşamak zorunda kalan bir kadın olduğu. Burada devreye yönetmen giriyor ve Laura’nın bu film için neden hayatî önemde olduğunu ortaya koyuyor.
Laura’nın ötekiyle temas kurabilmek için türlü yöntemleri denediğini gösterdikten sonra, diğer karakterlere yöneliyor film. Şimdi zemini bembeyaz, duvarları aynayla kaplı bir odada bir grup insan var ve bu insanların yarısından fazlası aşinâ olduğumuz bedenlerde değiller. Bedensel deformasyonlarının yanı sıra, bazılarının motor yeteneklerinde de sorun var. Toplumdan izole edilmeye çalışılan bu insanlar, şimdi o odada, duyabildikleri kadar, birbirlerini dinlemek zorundalar.
Christian (Christian Bayerlein) spinal kas atrofisinden mustarip. Bedenini neredeyse kullanamaz durumda, yüzü ve cinsel organı hariç… Christian’ın yüzü de deforme bir hâldedir ve bu yüzden salyasını kontrol edemez. Konuşurken sürekli akan salyasını biri silmek zorunda ve bunu yapacak olan, ikili gruplara ayrıldıklarında karşısında duran Tudor’dan (Tómas Lemarquis) başkası değil. Tudor’un rahatsızlığı ise 11-12 yaşlarında baş gösterir, bu yaştan itibaren saç, kaş ve sakal başta olmak üzere tüm kılları dökülmeye başlar.
Laura, Christian ve Tudor sadece birbirlerine aynı mekânda denk geldikleri için aynı hikâyede gibi görünseler de bilmedikleri kadar ortak noktaları var. Hepsinin derdi bedenleriyle ve onunla ne yaptıkları ve/veya yapacaklarıyla ilgili. İzleyicinin filmdeki zorlu deneyimi ise şu: Eğer normatif kalıplara sıkışıp kalmışsanız, yönetmen ve oyuncular sizi âdeta koltuğa çivileyecek.
Normatif kalıpları umursamıyorsanız veya en azından öyle olduğunuzu düşünüyorsanız, iğrenmeyeceğinizi düşündüğünüz bazı durumlardan bile iğrenebileceğinizi fark edeceksiniz. Bu iğrenmenin mutlak yakınlıkla ilgili olduğunu söyleyen Darwin şöyle diyor: “İğrenme terimi en basit ifadeyle beğenimize ters anlamına gelir. Bir yiyeceğin görüntüsü, kokusu ya da tadındaki olağan dışı herhangi bir şeyin bu hissi hemen nasıl tetiklediği merak edilesi bir konudur. Tierra del Fuego’da bir yerli, yediğim soğuk kuru et parçasına dokunmuştu. Onun yumuşaklığı karşısında aşırı bir iğrenme duymuştu; aynı zamanda ben de yediğim ete çıplak bir yabaninin dokunmasından dolayı aşırı bir iğrenme hissediyordum, elleri kirli görünmese bile.”[1]
Bu bağlamda, filmde belki de izlemesi en zor anlardan biri, başkasının yardımı olmadan temel ihtiyaçlarını karşılayamayan Christian’ın yaklaşık iki dakika boyunca tek başına ekranda kaldığı anlar. Diyalog olmadan, herhangi bir uyaran olmadan... Christian’ın ağzının kenarından akan salyaları izlerken bir yandan hikâyesini merak edeceğinizi düşünmüyorsunuz muhakkak; ancak hiç de öyle olmuyor. Basit bir iğrenme değil çünkü duyduğunuz. Yakınlığa, ten yüzeyine ve vücuttan çıkan bir sıvıya çokça maruz kalmaktan dolayı tetiklenen bir tür çekinme duygusu. Bir sonraki aşamada hissedilense, çekindiğimiz ve belki de örtülü olarak korktuğumuza karşı duyduğumuz ilgi ve nihayetinde arzu. Sara Ahmed Duyguların Kültürel Politikası’nda[2] William Ian Miller’dan mülhemle “İğrenmenin Performatifliği” bölümünde etraflıca inceler bu arzuyu ve devamına Miller alıntısını ekler: “İğrenç şey mide bulandırırken bile ilginizi çeker. Üzerimizde etki sahibi olur. İkinci bir bakış atmak isteriz ya da farkında olmadan kendimizi, iğrendiren şeye ‘ikinci kez’ bakarken buluruz.”[3] Ahmed bu iğrenmeyi karşılaşmanın doğasına bağlar ve iğrenmenin sadece uzaklaşmayı (geri çekilmeyi) değil, arzu olasılığıyla teni rahatsız eden bedensel teması da içerdiğini vurgular. İğrenme reaksiyonları özneye sadece sınır çizgilerinin ihlal edildiğini düşündürmez, aynı zamanda kendimizden aşağıda gördüklerimizle de ilgilidir. Yukarıda olmak iyi ve konforlu hissettirir; ancak aşağı olarak hissedilenlerin etkilerine açık olduğumuzu unuturuz bu avantajlı pozisyonda. Film boyunca, Darwin örneğinde de olduğu gibi, iğrendiğimizi aşağıya yerleştirdik; ancak sonrasında onun tüm etkilerine açık hâle geldik.
Filmin en önemli dördüncü karakteri ise şüphesiz yönetmen Adina Pintilie. Pintilie’in hikâyesinin ve derdinin ne olduğunu filmin sonunda öğreniyoruz. Pintilie bir yerde şöyle diyor: “Bana nasıl sevildiğini söyle, sana nasıl seveceğini söyleyeyim.” Yaşamımız boyunca ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişki diğer insanlarla ve kendimizle kurduğumuz ilişkiyi nasıl etkiliyor, bunun en iyi tanımlarından birini süslü cümleler kurmadan yapıyor Pintilie. Ve midenizde ağrıdan, yanmadan daha şiddetli bir şey oluyor. Belki bir yumruk.
Touch Me Not, psikanalizin ve queer teorinin etkisiyle unutulmayacak bir deneyim sunuyor. Yan karakterleri, kaotik mekânlar, cinsiyetsiz ya da sadece penisiyle ön plana çıkan ve çoğu zaman çıplak olan bedenlerle dolu filmde, neredeyse hiç seksüel sahne yok. Salonda herkesin hayranlıkla izlediği ve yerinden kalkamadığı final sahnesi hariç.