“Polemik başlatmak, sansasyon yaratacak bir şeyleri gündeme getirmek gibi bir derdim olmadı. Kitap öyle bir kitap değil. Metni baştan sona okuyanlar bunu zaten anlayacaktır. Ben bir insanın hayatının peşine düştüm, bu yolculukta bana neler olduğunu da yazdım. Mehmet’i yazmak zordu, onun peşine düşen biri olmak da zordu.”
05 Ekim 2021 12:00
Sibel Oral’ın yıllar süren emeğinin ürünü olarak yayımlanan “İşitiyor musun Memet?” bir yanıyla çokça gecikmiş bir merhaba kitabı, bir yanıyla bundan sonra Nâzım Hikmet’in oğlu ve ressam Mehmet Hikmet üzerine hazırlanan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Kitapta yer alan bazı açıklamalar büyük tartışmalar yarattı. Fakat Mehmet Hikmet hakkındaki bir kitabı biz yine Memet Fuat üzerinden konuşmuş olduk…
Memet Fuat olmasaydı Nâzım Hikmet külliyatı kim bilir ne halde olurdu! Onun bu toplamdaki emeği ve önemi tartışmasızdır. Öte yandan bu polemiklerin ötesinde, yıllarca kendisini hep geride tutan, gizleyen, saklayan Mehmet Hikmet’e ilk kez yaklaşabilmek imkânını sunuyor “İşitiyor musun Memet?”. Gazeteci-yazar Sibel Oral ile kitabın hazırlanış sürecini, Mehmet Hikmet’le kurduğu ilişkiyi konuştuk. Mehmet Hikmet’i biraz olsun işitebilmek, anlayabilmek için...
“İşitiyor musun Memet?” kitabının fikri nasıl filizlendi? Kitabın hazırlanma süreci nasıl geçti? Arşivlere erişmek, tanıklarla görüşmek, seyahatler, notlar... Vazgeçme noktasına geldiğin oldu mu hiç?
Burada sorduğun son sorudan başlayayım Mesut. Evet, vazgeçme noktasına geldiğim çok zaman yaşadım ama burada bir parantez açayım: Ben Mehmet’i yazmadan önce yaşadım. Önce yaşadım, sonra yazdım Mehmet’i. Belki bu yüzden vazgeçme noktalarım oldu. Kitapta da var, “Tanımayayım ben seni, bu yükten kurtulayım” diyerek geri çekildim ama bir şekilde geri döndüm. Onun hayatında önemli rol oynayan dostlarıyla ve hayatına değen, Mehmet’in hayatına değdiği birçok insanla görüştüm. Ona iş bulmaya çalıştığı Selpak satan kızdan berberine, ilk kız arkadaşından bir nevi babalık yaptığı Max’a kadar… Bunlar dünyanın birçok yerinde yaşayan insanlar. Bazılarıyla Varşova ve Roma’da görüştüm, bazılarıyla Büyükada’da ve tabii ki İstanbul’da. Mehmet’i yazmaya karar vermedim; onu dostlarından, tanıyanlardan dinledim; dinlediklerimle bir süre yaşadım ve sonra yazdım. Bu yolculukta kendi yaşadıklarımı da yazdım. Bu kitabın filizlenmesi ise Mehmet’in ölümü ile başladı, daha doğrusu o zaman hayatıma girdi Mehmet. 50 yıla yakın zamanda onun hayatının tanığı olan Gündüz Vassaf bana onu anlatmaya başladı. Arkadaşı ölmüştü. Arkadaşını ölümle kaybetmeyi vaktiyle ben de yaşamıştım. Aslında ben o sıra başka bir hikâyeyi, başka bir romanı yazma derdindeydim. Bugüne kadar yazdığım üç kitabın da ortak noktası “kimlik”ti. Mehmet’e de atfedilen o kadar çok kimlik vardı ki… Böylece yolculuk başladı.
Bu yolculuğun sonunda ise şunu gördüm: Ressam ve Nâzım Hikmet’in oğlu olmasından azade bir insanla tanıştım; Mehmet’le, bir roman karakteri olabilecek bir insanla. Bu sebeple kitabım tipik bir biyografi gibi değil, kurmacayla gerçeğin birbirine karıştığı bir tür oldu.
Sibel Oral
Mehmet Hikmet üzerine literatürümüzde pek bir kaynak bulunmuyor. Buna biraz da kendisi yol açtı denebilir. Daima geride durmayı seçen bir sanatçı hakkında çalışmanın kolaylıkları ve zorlukları nelerdi?
“Sanatçı” olarak tanımladığın için bu kitabın yolcusu ve yazarı olarak teşekkür ederim. Onu bir ressam olarak öne çıkarmak gibi bir gayem olamadı. Ben sanat tarihçisi ya da eleştirmeni değilim, sıradan bir sanat izleyicisiyim, üstelik Mehmet sanat dünyası içinde aktif ilişkiler içine hiç girmemiş. Mehmet Hikmet varlığını, kimliğini yaptığı resimler üzerinden kurmuş ama bunu kitlelere duyurmak, bir sanatçı olarak tanınmak için can atmayan bir tarafı var. Yapıyor ve bırakıyor. İmza atmıyor ya da resimlerini dağıtıyor. Mehmet Güleryüz, Abidin Dino, Melih Cevdet Anday ve Orhan Pamuk’un Mehmet’in resimleriyle ilgili yazdığı yazılar var, onları kitaba aldım. Özellikle Abidin Dino’nun yazdıkları tam da Mehmet’in resimlerinin dünyasını anlatıyordu bana kalırsa.
Şöyle demiş Dino: “Elleri ayakları bunca iri kişilerin ne dediklerini bilmiyorum, ama gayet konuşkan hepsi de, bir şeyler anlatıp duruyorlar kendi kendilerine ve bize. Anlar gibi oluyorum: Sınırlara, yasaklara, bayağılıklara, aptallıklara içerliyorlar, oradan oraya koşuyorlar, can havliyle. Değil mi ki düşünsel ya da somut, acımasız engeller var karşılarında. Kavgayı sürdürecekler inadına. Başka n’etsinler, tepinip duruyorlar çağın fırtınalarına kapılmış bu insanlar, çaresizliğe karşı direniyorlar, boyadan ve çizgiden ibaret olsalar bile…” Dino’nun bu cümlelerini Mehmet’in hayata bakışıyla bir tutuyorum.
Bir gün Mehmet “ressam” olarak tanınacak mı? Tanınmalı. Ama ne resim hakkında konuşmuş ne de resimleri üzerine akademik çalışmalar var. Evet, kendi tüm bunlara teşne olmamış. Türkiye’de Siyah Beyaz Galeri’nin ona dair hazırladığı bir sanatçı kitabı olacak. Sera Sade daha Mehmet ölmeden bununla ilgili çalışmaya başlamış. Münevver Andaç’ın da hayaliymiş bu. Mehmet kendisi yaşarken yapılmasını istememiş. Fransa’da da ayrıca bir çalışma yapılacak, oradaki ailesi ve dostları da ayrı bir kitap hazırlığı içinde.
Nâzım Hikmet-Münevver Andaç-Mehmet Hikmet üçgeninde nasıl bir ilişki söz konusu? Belki de ayrıntılarını en az bildiğimiz, duyduğumuz bu “aile” içerisinde, daha doğum belgesinde fişlenen bir çocuk olmak Mehmet Hikmet’i nasıl etkiliyor, yönlendiriyor?
Ben burada, yani fişlenme meselesinde özellikle Münevver Andaç’ın “kızıl şair Nâzım Hikmet’in metresi” olarak devlet kayıtlarında fişlenmesinin öfkesini bir kadın ve bir anne olarak uzun süre içimde yaşadım. İnanamadım, “insan bununla nasıl yaşar” diye düşündüm. Ha, bu arada bunun ağırlığıyla empati yapabilmek için illa kadın ya da anne olmaya ihtiyacımız yok. Bu durum Münevver Hanım için de, Mehmet için de çok ağır. Ama Mehmet o yıllarda “Benim babam dünyanın en büyük şairi” diye ağaca çıkıp bağırabiliyor; Münevver Andaç, Nâzım Hikmet’in şiirlerini çeviriyor, ona sevgi dolu mektuplar yazıyor. Tüm bunlarla 10 yıllık fişlenme, sivil polis gözetiminde bir hayat. Ben Mehmet’in tüm bunlara rağmen Türkiye’yi hep sevmesini, tarihini, geleneğini bilmesini, ilgilenmesini, bağlılığını çok değerli buluyorum.
Mehmet Hikmet, fotoğraf: Utku Varlık
Nâzım Hikmet’in ve Münevver Andaç’ın çocuğu olarak Mehmet Hikmet’in hayatı zorluklarla geçiyor, başına olmadık işler geliyor. Seni en çok etkileyen ayrıntı/lar ne/ler oldu? Gölgede kalmayı seçen bu yaşamın gölgede kalan ayrıntılarından bahseder misin?
Mehmet, Münevver Hanım hayata veda ettikten sonra, 1999’da yıllar sonra ilk kez Türkiye’ye geliyor. Yakın dostu Zeynep Irgat’la okuduğu ilkokula, Bahariye İlkokulu’na gidiyor. Okulun bahçesindeki ağaçlara tek tek sarılıyor, Zeynep Irgat onu izliyor, çok kötü oluyor ve hiç konuşmuyorlar. Yine o günlerde eskiden yaşadıkları Yoğurtçu Parkı’nın oradaki evlerinin sokağına bu kez tek başına gidiyor. Tabii ne sokak ne binalar, hiçbir şey eskisi gibi değil. Irgat’ı arıyor, “Gel, beni buradan al, kımıldayamıyorum, sırtıma hayvan yapıştı” diyor. Bu iki anı beni çok etkiledi ve Mehmet’e yaklaştırdı. Çocukluğunun ağaçlarına sarılan ama bir ömür kendine sarılamayan Mehmet, yaşamı boyunca sırtında bir hayvanla yaşamış.
Resimlerini imzalamayan, şiirlerini yakan bir sanatçı olarak Mehmet Hikmet’i sanat tarihimiz içerisinde nasıl değerlendirmek gerekir? “Nâzım Hikmet’in oğlu” olmanın dışında bir Mehmet Hikmet portresi çizmeyi başarabilecek miyiz?
Bu onun en büyük dileğiymiş, diyeceğim ama öyle bir adam ki, kendine dair iyi bir dileği yok sanırım, ama şunu biliyorum; dünyanın dört bir yanındaki dostları onu hayatlarına Nâzım Hikmet’in oğlu Mehmet olarak değil, sadece “Ressam Mehmet” olarak almış, öyle sevmiş ve aile olmuşlar. Bu kitaptaki muratlarımdan biri de onun portresini çizmekti.
Bir Türkiye hikâyesi olmanın yanı sıra, bir yanıyla da düpedüz bir İstanbul hikâyesini, bir İstanbul hasretini de okuyoruz kitap boyunca. Nâzım ile İstanbul’un ilişkisi çokça konuşuldu ama Mehmet Hikmet’in İstanbul’la ilişkisi nasıldı? “Kebap kokan deniz”e sarılan bu hasreti nasıl yorumlarsın?
Evet, ilk geldiği yıl kendini denize atıp kulaç atarken “deniz kebap kokuyor” diye bağırmış. Başka bilgiler de aktarayım. 1987’de yakın dostları Andrea, Franco ve Paolo’dan kendisinin gelemediği İstanbul’a gitmelerini istiyor. Bunu bana Andrea anlattı: “İstanbul’u çok özlüyordu ama gelemiyordu. Bize ‘İstanbul’a, Kuzguncuk’a gidin’ dedi. Biz gittik Ayşe Teyzesinin yalısına…” Hatta Andrea orada aile evinde, Trabzon’da çekilmiş bir fotoğraf görüyor, kişisel merakından ötürü İstanbul’dan Trabzon’a, Hopa’ya gidiyor. Fransa’ya dönüp Mehmet’e İstanbul’u ve Karadeniz’de gördüğü yerleri anlatıyor. Mehmet çok kıskanıyor, Andrea’nın deyişiyle deliriyor.
Diyeceğim şu ki, Mehmet ülkeden kaçmak zorunda kaldıktan sonra İstanbul’a hasretle yaşıyor. Gelemediği için yakın dostlarını gönderiyor. Benim bunun üzerine nasıl bir yorumum olsun! Bu hasreti okurlar yorumlasın. Bir de Mehmet Güleryüz’ün Mehmet’in resimleri için yazdığı bir yazıda altını çizdiği bir noktayı sorunla ilgili olduğu için aktarmak isterim: “10 yaşına doğru ayrıldığı İstanbul’u, Türkiye’yi 20 yıl sonra bir saat önce ayrılmış gibi bilen, tutkuyla saniye saniye, nefes nefese izleyen birini düşünemiyorum. Büyük Nâzım hariç… Göreceğiniz yapıtlar gerçek bir insanın, gerçek bir ressamın işleridir, öyle bakın” diyor. Bana da öyle bakmak düştü…
Mehmet Hikmet, yaşamının üzerindeki Nâzım Hikmet gölgesi veya koruyucu bulutu ile nasıl başa çıkıyor? Babası gibi ve babası yüzünden sürgünler yaşarken bunları nasıl karşılıyor?
Ülke değiştirirken en büyük dayanağı annesi Münevver Andaç. Uyum sağlamasında, dil öğrenmesinde Andaç’ın çok büyük sabrı ve emeği var. “Nâzım Hikmet’in gölgesi”ni ben “Nâzım’ın şairliğinin gölgesi” olarak düşünüyorum, Mehmet yazmayı öğrendikten sonra şiir yazıyor. Özellikle Varşova yıllarını Eva birinci tanık olarak aktardığında onun sürekli şiir yazdığını anlatmıştı. Yazıyor ama yakıyor yazdıklarını. Daha sonrasında Paris yıllarında Komet ve Mustafa Irgat’la ortak bir şiir kitabı çıkarmaya karar verip sonra vazgeçiyorlar. Bana birçok insanın aktardığı, “büyük şair Nâzım’ın oğlu olarak” şair olamayacağı yönünde. O da zaten bir süre sonra şiiri bırakıp resme yöneliyor. Nâzım’ın annesi Celile Hanım da ressam bildiğin üzere. Ailede şair ve ressam var, Mehmet ikisine de yatkın ama kendini bulduğu yer bir tuvalin önü olmuş. Gölgede kalmayla, sürekli yer değiştirmeyle, resim yaparak kendi sanatını arama ve oluşturma yolunda baş etmiş bence.
Nâzım’ın hayatı kadar hayatına dahil olan isimler hakkındaki bilgilerimiz de bugüne dek hep flu kalmıştır. Dönemler, yerler, isimler arasında çokça çalışıldığı kitaptan anlaşılıyor. Dipnotlarda bu ayrıntıların takibi yapılıyor. Son derece karmaşık bir ilişkiler ağı içerisinde buluyoruz kendimizi. Yolunu bulmakta zorlandığın zamanlar oldu mu? Bir gazeteci-yazar olarak, ülke tarihine de tanıklık özelliği taşıyan bu kitabı yazmak nasıl bir deneyimdi?
Yolumu bulmakta zorlandığım zamanlar oldu, evet. Bir ara masamda ve bilgisayarımda belge, mektup, fotoğraf ve birçok dokümanla kalakaldım. “Ben ne yapıyorum, bu belgelerle ne işim var, 50 yıl önce yazılmış mektuplar neden benim önümde” diye kendimi sorguladım. Gazeteci olmak istemiyordum kitapta. Bir gerçeği ortaya çıkarmak, polemik başlatmak, sansasyon yaratacak bir şeyleri gündeme getirmek gibi bir derdim olmadı. Kitap öyle bir kitap değil. Metni baştan sona okuyanlar bunu zaten anlayacaktır. Ben bir insanın hayatının peşine düştüm, bu yolculukta bana neler olduğunu da yazdım. Mehmet’i yazmak zordu, onun peşine düşen biri olmak da zordu. Mektupları ayıklamak mesela… Mektupların neredeyse üçte birini bile kullanmadım, özellikle. Ben sadece Mehmet’in nerelerden geçtiğini, ne zorluklar ya da ne sevinçler yaşadığını bulmaya çalıştım, hayal ettim. Mektuplarda özellikle titiz davrandım, daha önce yayımlanmış olanlar hariç, hiçbirinin tamamını kitaba almadım.
Kitap boyunca ara ara yazarın da Mehmet’e mektuplarla seslendiğine tanık oluyoruz. Kitaba romantik bir hava katmaya nasıl karar verdin? Bir tür seslenme mi, günah çıkarma mı, kurgusal bir jest mi, kitabın sürecine okuru dahil etme isteği mi?
Romantik hava verdiğimi düşünmedim açıkçası, daha doğrusu böyle bir niyetim yoktu. Kitabın sürecini okur görsün istedim, evet; çünkü “Hadi ben şimdi Mehmet’in hayatını yazayım” diye yola çıkmadım. Az önce de dediğim gibi, önce yaşadım, yaşadıklarımın da duygusal deneyimiyle yazdım. Okur da bunu görsün istedim. Bu kitap nasıl yazıldı, yazar bu kitabı yazarken Mehmet’e nasıl yaklaştı, bazen de nasıl uzaklaştı, çelişkileri neydi, yazar Mehmet’le konuşmaya ona mektuplar yazmaya neden ihtiyaç duydu… Bu halleri görsün istedim. Kitabın 13 ayrı taslağı oldu. Yazarın kendini kitaba katmasının “riskli” ve tabii ki “cesurca” tarafları oldu ama ancak böyle yazabilirdim Mehmet’i.
Jak Şalom ve Gündüz Vassaf’ın Memet Fuat ve Nâzım Hikmet’in eserleriyle ilgili telif ilişkileri konusunda kitapta yer alan sözleri hayli tartışıldı. Sen bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsun? Bu konuda kendi cephenden bir şeyler söylemek ister misin?
Öncelikle çok üzüldüğümü belirtmek isterim. Aslında ben de bir açıklama yapacaktım, sonra senin söyleşi teklifin geldi. “İstersen bu söyleşide söyle diyeceklerini” deyince sen, ben de açıklamamı ve kitabın niyetini bu söyleşiye sakladım. Evet, üzüldüm. Neden derseniz, bu kitap sadece Memet Fuat’la ilgili bir bölümden oluşmuyor, ama böyle bir algı oluştu.
Ben bu kitapta Mehmet Hikmet’in hayatına odaklandım. Nâzım Hikmet bile çok az oranda var bu kitapta. Benim odağım Mehmet Hikmet’ti. Sadece Nâzım Hikmet’in oğlu değil, Münevver Andaç’ın da oğlu, ressam, uzakta yaşayan, sessizliği seçmiş, buradan birkaç dostunu yakınında tutan, dostlarını ailesi olarak seçmiş Mehmet Hikmet... Haliyle, ben Mehmet Hikmet’i tanıyan insanlarla görüştüm. Jak Şalom ve Gündüz Vassaf da Mehmet’in hayatının önemli tanıklarındandı.
Kitabın odağını Memet Fuat veya başka birileri oluştursaydı, kuşkusuz, başka ilgili kimselerin görüşlerine de başvurup aktaracaktım.
Memet Fuat’ın yayıncılık ve edebiyat dünyamız için kıymetli olduğu, Nâzım Hikmet’in eserlerinin toplanması için büyük emekler sarf ettiği tartışmasız bir gerçek. Semih Gümüş ve Turgay Fişekçi de hem edebiyat dünyamız hem de bir okur olarak benim için önemli. Bu tartışmaların sonrasında elbette rahatsızlık duydum, çünkü söyleşi boyunca uzun uzun anlattığım üzere, kitap Mehmet Hikmet’in hayatı ve benim onun hayatına çıktığım yolculuk üzerine bir deneme. Biyografi diyebilirsiniz, roman diyebilirsiniz, anlatı diyebilirsiniz, düşe kalka geçmiş bir hayatın düşe kalka yazılmış bir denemesi diyebilirsiniz... Ama bana kalırsa tüm bunların toplamı.
Bugüne kadar yazdığım yazılarda ve kitaplarda, yaptığım röportajlarda “sorumluluk duygusuyla” hareket etmeyi hep gözetmeye çalıştım. Bu kitabın aynı zamanda bir “tanıklık” kitabı olduğunun farkındalığı ve sorumluluk duygusuyla, kitabın yeni baskılarında ilgili bölümlere “yazarın notu” başlığı altında Semih Gümüş ve Turgay Fişekçi’nin yazılarına kaynak göstererek yer vereceğim. Bu durum aynı şekilde bu konuyla ilgili yayımlanacak başka yazılar için de geçerli. Madem bu kitap aynı zamanda bir tanıklık kitabı, bundan sonra kitabı alıp okuyanlar da o eleştirilerin ve o eleştirilere verilen yanıtların varlığından haberdar olacak.
Son olarak eklemek ve yinelemek isterim ki: Memet Fuat edebiyat dünyamız için ne kadar önemliyse, Mehmet Hikmet de üzerine kitap yazılacak kadar önemli bir portre oldu benim için. Bunu elbette bir kıyaslama yapmak için söylemiyorum, kitabın tamamını okuyanlar benim derdimi ve ne yapmaya çalıştığımı göreceklerdir.
Bütün bu tartışmaların dışında, Memet Fuat ile Mehmet Hikmet arasında nasıl bir ilişki vardı? Bu iki üvey kardeş birbirleriyle ilgili neler bırakmış arkalarında?
İkisi de biyolojik veya değil, Nâzım’ın oğlu. İkisi de mektup yazdığı oğlu. İsimleri aynı, kaderleri birçok açıdan benzer (Münevver ve Piraye şairi sevmiş, şairin sevdiği kadınlar ve iki Mehmet de onların çocukları), iki kadın da Nâzım’ın ölümü sonrasında sessizliği tercih ediyorlar. Memet Fuat yayıncılıkta yol alıyor, Mehmet Hikmet başka bir yolda seyrediyor. Bana aktarılan, hiçbir ilişkilerinin olmadığı; haliyle şunu söyleyebilirim: Bugünküne benzer biçimde birbirleriyle bir tartışmaları yok.
•