Gotik anlatı türünün ciddiye alınmadığı, gerçek bir anlatı biçimi olarak kabul görmediği dönemde, yazar hakkında çıkarılan cadılık söylentileri, politik bir yaftalama tavrını temsil ediyor
03 Ağustos 2017 14:31
Shirley Jackson, yapıtlarıyla kendisinden sonra gelen birçok yazara esin kaynağı olmuş, Çağdaş Amerikan edebiyatının önemli bir figürü. Jackson, gündelik hayatın içinde pusuya yatan kötücül gücü, normalleşen şiddeti, mekânı kuşatan acımasızlığı, kötünün estetiğini inşa ederek anlatırken gotiğin tüm imkânlarını kullanır.
Edebî bir tür olarak gotiğin Amerika’nın güneyinde gelişmesi bir tesadüf değil. Gotik yaratıcılık, Avrupa’da gelişen edebî öğeleriyle bağını tamamen koparmadan, kolonizasyon dönemi ile birlikte plantasyonun da güçlendiği güney ekonomisi içinde beslenerek, yeni kıtanın edebiyat geleneğinin oluşmasında önemli bir tür oluyor. Yazarın, Biz Hep Şatoda Yaşadık adlı romanında da, dolaylı bir biçimde yeni kıtayı şekillendiren bu gelişmelerden referanslar olmakla birlikte, yazarın agorafobisiyle mücadele ettiği bir dönemin tesirlerini de metinde görmek mümkün.
Romanın ana karakteri olan Mary Katherine Blackwood, ablası Constance Blackwood ve amcası Julian Blackwood ile birlikte, geniş bir arazi içerisinde yer alan görkemli evlerinde yaşıyorlar. Roman boyunca olaylara Mary Katherine’in bakış açısı ve yorumuyla tanıklık ediyoruz. Ailenin diğer fertleri, kısa bir süre önce yaşanan adli bir vaka sonucu hayatlarını kaybediyorlar. Olaylar geliştikçe, evde yaşanan şeylerin failinin kim olduğuna dair, okurun düşüncelerini güvensiz bir alanda tutan anlatım dili, şok edici gelişmelerle gerilim duygusunu zirveye taşıyor. Ancak Jackson’ın gotik türüyle yapmaya çalıştığı şey, metni geçici bir merak/ gerilim duygusunun hâkimiyetine yaslamaya çalışmaktan aşkın bir şey. Yazarın paranoya ve agorafobi gibi sorunlarla mücadele ettiği bir dönemde, entelektüel ve psikanalitik anlamda kendi iç dünyasına, içsel çatışmalarına bakmaya, bu korkuları/ endişeleri anlamaya ve sağaltmak için bir yol bulmaya çalıştığı zamanın iz düşümü gibi. Üstelik gotik anlatı türünün (tıpkı fantazya, bilim kurgu ve korku türleri gibi) ciddiye alınmadığı, gerçek bir anlatı biçimi olarak kabul görmediği dönemde, yazar hakkında çıkarılan cadılık söylentileri, politik bir yaftalama tavrını temsil ederken aslında Amerikan kültürel geleneğinin “yeterince gotik” olduğunun da bir göstergesi. Zira başkalarının adına endişe öyküleri yayarak yaşamlarını genişletmek ve canlandırmak isteyen Amerikalılar1, bu türün varlığını tam olarak nasıl konumlandıracakları konusunda bir tavır geliştiremeyerek kendi ironilerini yarattıklarını da fark etmiyorlar.
Mary Katherine ve Constance Blackwood, diğer insanlardan, kasabadan yalıtılmış bir evde yaşıyorlar. Evi çevreleyen geniş arazi, baba Blackwood zamanında çitle çevriliyor, patika yolu özel mülk hâline getiriliyor, Merricat’in tabiriyle kendi şatolarını kasabalılara karşı işaretliyorlar. Böylelikle Blackwood ailesi, kasaba için tekinsizleşiyor. Sadece kim oldukları, nasıl bir hayat yaşadıklarıyla değil, sahip oldukları ekonomik güç ile de kasaba için bir “fantezi” unsuru hâline geliyorlar. Blackwood’lar hakkında uğursuz söylenceler de böylece etrafta dolaşmaya başlıyor.
Merricat, ablası Constance ve amcaları Julian Blackwood, dış dünyadan izole edilmiş bir hayat yaşamakla kalmıyorlar. Mülk sınırları içinde de bir içe kapanma söz konusu. Evin, bahçenin, ilerideki ormanlık alanın ve gölün belirli yerleri günlük hayatın içinde. Sözgelimi patikaya giden yoldaki çardağın, neredeyse yolu unutulmuş oluyor. Merricat, haftalık alışveriş sonrası kasabadan döndüğü her Salı günü patika yolunu, ormanlık alanı kontrol ediyor. Blackwood mülkünde güven ve emniyet kaygıları had safhada. Elbette bu, giderek sağlıklı düşünme yetisini kaybeden bir aklın hezeyanlarının tezahürü. Jackson, mekânı deliliğin göstergesi hâline dönüştürüyor. Bununla birlikte ev, roman kahramanlarına güvenli bir alan vadederken diğer yandan aile içi kötülüğün, ebeveynlerin yarattığı dehşetengiz baskıyı da görünür hâle getiriyor. Ne de olsa Amerikan gotiğinde insan, ebeveynlerin gücünden kaçamaz. Edgar Allan Poe’nun “Usher’ların Çöküşü” adlı öyküsünde de benzer bir durum görüyoruz. Roderick Usher, kötü bir hastalıkla boğuşan kız kardeşi Madeline’i öldü sanarak konağın altındaki mahzen/ yer altı mezarlarından birine gömüyor. Madeline’in gömüldüğünde canlı olduğunun, her gün çığlıklarını işittiğinin de farkındadır diğer yandan. Ancak bu durumu değiştirmek için bir şey yapmıyor. Blackwood’ların evinde de Usher’ların evinde olduğu gibi, büyük büyük annelerin zamanından kalma, içi tıka basa gıda dolu bir mahzen var. Burası gerektiğinde bir barınak/ sığınaktır da. Öte yandan mahzene (ya da yer altı mezarı) atfedilen bu koruyucu, himaye edici güç, her yıl yenilenen konserveler, tarifleri büyük büyük annelerden kalmış olan reçeller ve turşu kavanozlarıyla mahzene dişi bir anlam kazandırıyor. Yitirilmiş anne imgesinin de temsili oluyor. Jackson bu kayıp imgeyi, mekânın gücüyle de pekiştiriyor. Blackwood evinin pek çok odası var. Ancak Merricat ve ablası, günün büyük bir kısmını mutfakta geçiriyorlar. Soğanlı turtalar yaparak, tavuk ve romlu kekler hazırlayarak, çay saatleri düzenliyorlar. Constance için yemek öğünlerine hazırlanmak neredeyse bir ayin. Bu anlamda mutfak, Connie’nin anne imgesinden devşirdiği anlamla bir performans alanına dönüşüyor. Merricat için de aynı açıklamayı yapmak mümkün görünüyor. Her ne kadar güvenliğinden emin olsa da, evin ona sağladığı olanaklardan memnun görünmüyor. Bu eksikliği, zengin hayal gücüyle beslediği bir kozmos inşa ederek gidermeye çalışıyor. Nitekim evin/ mekânın bu olanaklarıyla ilgili Gaston Bachelard şöyle diyor “…Barınan varlık, evi gerçekliği içinde düşünceleriyle ve düşleriyle de sanallığı içinde yaşar… Böylelikle tüm barınaklar, tüm sığınaklar, tüm odalar uyumlu düşçülük değeri kazanacaktır”2 Merricat, dış dünyanın tekinsizliğine karşı Blackwood evine, düşsel değerler katarak direnmeye çalışıyor.
Gotik tür, mekânın yarattığı hastalıklı ruh hâli, eşyanın dili ve hatıraların yarattığı şoklarla zihni bulanıklaşmış kahramanları kontrol eden önemli bir güç. Merricat bir günü nasıl yaşadıklarını anlattığı bölümlerde, evin ayrıntılı bir tasvirini yapıyor. Bahsettiği eşyaların yarattığı bir bellek var. Bununla birlikte bu eşyalardan bazılarının tarihselliği, hikâyenin dilini güçlendirmekle kalmıyor, birer anlatıcı olarak kendi tarihleri içerisinde Blackwood’ların tarihinin de altını çiziyorlar. Bu denli eşya zenginliği yine bulanık bir zihnin yaratıcılığını ve hayal gücünü zirveye çıkarıyor.
Öte yandan Blackwood’ların hayatı, kuzen Charles’ın yaptığı ziyaret ile değişime uğruyor. Kuzen Charles kaba ve çıkarcı biri. Onun kurnaz tavrı en çok Merricat’i ve Julian amcayı rahatsız ediyor. Shirley Jackson, kuzen Charles karakteriyle, kan bağına dayanan ilişkilerin “kötülük” mefhumundan aldığı nasibi gözler önüne seriyor. Yazarın, 1959 yılında yayımlanan bir başka gotik romanı Tepedeki Ev’in baş kahramanı Elenaor Lance de, ablası ve onun kocası tarafından istismar edilen genç bir kadın. Amerikan aile geleneğinin baskısı, bir kötülük temsili ile Amerikan gotiğin en önemli unsuru hâline geliyor böylelikle.
Gotik, tür olarak karanlık ve kapalı bir sistem vadediyor aslında. Ancak, kolonici anlayışla yeni kıtaya yerleşen yerleşimciler daima ileriye bakmayı şiar edindiğinden Gotik, Avrupa’da temsil ettiği şeylerden farklı bir biçimde zenginleşerek, anlatım dili ve biçimi ile önemli bir gelişme kaydetti. Avrupa gotiğinde gördüğümüz kurt adamlar, vampirler ve yaratıklar, Amerikan gotiğinin gelişiminde yerini aile içi kötülüğe bıraktı. Bununla birlikte, Avrupa’daki devrim hareketlerinin yarattığı sarsıcı gelişmeler, yıkım, yağma, ölüm gibi şer eylemlerin önünü açan bir döneme de imzasını attı. Bülent Somay, Tarihin Bilinçdışı adlı kitabında, Marquis de Sade’ın Reflections on the Novel (Idée sur les Romans) adlı çalışmasında bu gelişmeye dikkat çektiğini ve türü nasıl etkilediğini, yine onun cümleleriyle aktarıyor. “…Bu tür, tüm Avrupa’yı sarsan devrimci şokların kaçınılmaz meyvesiydi. Şer güçlerinin insanlığa yapabilecekleri kötülüğün o geniş yelpazesine aşina olan biri için, roman yazmak zor, roman okumak ise monoton bir faaliyet haline geldi. En şanlı romancının bir yüzyıla yayarak anlatabileceği tüm belaları dört-beş yıl gibi kısacık bir zaman içinde yaşamamış kimse yoktu hayatta…” Avrupa bu sancılı dönemi atlatmaya çalışırken, benzer bir dönem Amerika’da da yaşanıyordu. Kolonizasyon kıtada tüm hızıyla devam ederken, yerli kültürün yağmalanması, kölelik sistemine dayalı ekonomi, insanlığın yıkıcılıkla, kötülükle sınandığı bir başka gerçeği gözler önüne seriyordu. Shirley Jackson’ın, New Yorker dergisinde yayımlanan “Piyango” adlı hikâyesi, böyle bir kötülüğün, sert bir biçimde anlatıldığı önemli bir hikâye. 1948 yılında yayımlanan öykü, kaleme alındığı tarih göz önünde bulundurulursa, ekonomik buhranlar, savaşlar, din ve ırk ayrımcılığı gibi felaketlerle sarsılan bir dönemin, sosyolojik/ ekonomik okumalara açık yansımalarını da taşıyor. New England’ın bir kasabasında, şölen havasında tertip edilen bir yaz çekilişinin hazırlıklarını anlatıyor tüm hikâye. Ancak finale yaklaşıldığında, bu ilkel ritüelin arka planında hissedilen gerginlik dehşete dönüşüyor. Kasabanın ileri gelenlerinden yaşlı Walter, kuzeydeki köylerde piyangonun kaldırılacağına dair söylentiyi işittiğinde “Onların hepsi aptal. Gençlerin sözleriyle iş yapıyorlar. Gençlere göre hiçbir şey yeterince iyi değildir” diyor ve eski bir sözü hatırlatıyor “Piyango çekilir Haziran’da, mısırlar olur Temmuz’da” Böylelikle düzenin, ‘bereketin’ yani yaşamın devamlılığı için her yaz yapılan bu kurban ayinine destek veriyor. Kolektif bir tavır önünde, şiddete dayalı bir ekonomiyi normalleştiriyor aynı zamanda. Benzer bir durum, Biz Hep Şatoda Yaşadık romanı için de söz konusu. Kuzen Charles’ın gelişinden sonra Blackwood evinde çıkan yangın, bir anlamda Blackwood ailesine bilenen öfkenin tezahürü oluyor. Kasabalılar, arabalarıyla araziye girip, evi yağmalıyorlar. Jackson, yangın bölümünde, metnin ilk cümlelerinden itibaren hep orada olan öfkeyi teatral bir performansa dönüştürüyor.
“Merricat, dedi Connie, bir fincan çay ister misin?
Eksik olsun, dedi Merricat, beni zehirlemek niyetindesin.
Merricat, dedi Connie, uyumaya ne dersin?
Tahtalıköy’de yerin üç metre dibine gireceksin!”
Kasabalıların söylediği bu şarkı, metnin farklı yerlerinde okurun karşısına çıkarak, sık tekrarlarla ‘tekinsiz’leştirilen şeye yükselen öfkenin varlığına dikkati çekiyor.
Shirley Jackson’ın da cadılık söylentilerinden nasibini aldığından daha önce bahsetmiştik. Böylelikle onun metinlerinde, ayrıştırılmış ve beyaz Amerikan değerleri ile açıklanamamış olanın cadılaştırılarak, korkunun bir metaforu hâline dönüştüğüne tanık oluyoruz.
Shirley Jackson, Amerikan gotiğinin sağlamış olduğu imkânlarla, tekinsiz olanı sembolik düzenin içine inşa ediyor. İnsanın kendisiyle, ötekiyle ve doğayla kurduğu ilişkide merkeziyetçi bakış açısından vazgeçememesinin ve yeni bir iç görü inşa edememesinin, insan ruhunda yarattığı tahribatı görünür hâle getiriyor ve okuruna düşünmesi için bir şeyler vadediyor.