Evet, sesin cinsiyeti var; ses cinsiyetlendirilmiş bir şey. Ama onu ikililiğin, cinsiyet kalıplarının dışına çıkararak performe etmek, bu perspektifi dublaj sektörüne taşıyabilmek mümkün...
28 Aralık 2017 13:55
Ses üzerine ne düşüyorsunuz? Ya da hiç düşündünüz mü?
Kendi sesiniz hakkında ne düşünüyorsunuz? Sesiniz kulağınıza nasıl geliyor?
Sadece sesiniz üzerinden hakkınızda yapılan herhangi bir atamayla karşılaştınız mı?
Bu sorular kafamızda dönerken... Sahi ses nedir?
Ses...
İki dudağımızın arasından, dilimizin dönmesiyle yahut dönmemesiyle çıkan, titreşimle oluşan bir enerji türü aslında. Titreşimle oluşan ve titreşimi enerjiye dönüştüren.
Ses çok geniş kapsamlı bir konu tabii ki, insanla sınırlandırılamayacak kadar çok çeşidi olduğunu söyleyebileceğimiz bir enerji ama ben toplumsal/ cinsiyet, kadın ve trans varoluş ekseninde insan sesi üzerine biraz daha düşünmeye davet edeceğim sizleri.
Önce sesle aramdaki ilişkiden bahsetmek gerekirse, sesin benim için etkileyici bir olgu olduğunu söyleyebilirim, kişi özelinde. Ses, ilgimi çekiyor yani. Kişinin sesi kendisinden hoşlanmama, kendisiyle ilgilenmeme vesile olabiliyor. Kendi sesime de dikkat etmeye çalışırım. Eskiden kendi sesimi duymak daha çekilmez gelirdi, şimdi sesimle biraz daha barışmış durumdayım. Türkçe dublajlı yapımlarda bazı karakterlerin seslendirmeleri, kulağımın duymayı daha çok sevdiği sesler oluyor; karakterlere seslerini veren bu kişilerin kim olduklarını merak ediyorum; hatta araştırıp bulmaya çalışıyorum. Ses, ilgimi çekiyor ve merakımı uyandırıyor.
Özellikle TRT Türk'te yayınlanan Sesin Yüzleri programını izlediğimde bu konu üzerine daha fazla düşünür olmuştum. Sesin Yüzleri sesini kullanarak emek vermiş, yıllarını mikrofon karşısında Türkçe dublaj yaparak geçirmiş seslendirme sanatçılarının "sonunda" sesleri dışında yüzlerini de gösterdikleri ve seslendirdikleri karakterler değil de bizzat kendilerinin başrolde oldukları, kendilerini anlattıkları, 22 bölümlük bir belgesel program. Tom Cruise'dan Brad Pitt'e, Nicolas Cage'e, Julia Roberts'a, Angelina Jolie'ye, Michelle Pfeiffer'a, çizgi filmlerdeki unutulmaz kahramanlara, Mavi Ay, Cosby Ailesi gibi dönemin en çok izlenen dizilerindeki karakterlere sesini vermiş 22 seslendirme sanatçısının ses ve sektörle olan bağını anlattıkları bir program. Bu belgeselde, dublajın sanat mı zanaat mı olduğu büyük bir tartışma konusuyken sesin cinsiyetlendirilmiş olmasının, sesin cinsiyetinin asla konuşulan bir konu olmaması ilgimi çeken bir noktaydı.
Yayınlanan 22 bölümden sadece yedisinde kadın seslendirme sanatçısı konuşuyor. Tabii ki de ne seslendirme sektörü 22 seslendirme sanatçısından ibaret ne de sektörü baz aldığımızda kadın olarak sadece yedi isim var. Programda olmayıp sesiyle yine öne çıkan başka isimler de aklımıza gelebilir ama programı esas aldığımızda -ki tüm sektörü düşündüğümüzde çok büyük bir farklılık görmeyeceğimiz aşikâr, program sektörle ilgili bir gerçekliği gösteren bir minyatür gibi- elde ettiğimiz sayıca erkeklerin fazlalığı, sinema-medya endüstrisinde cinsiyet rejimi eksenli dönen dolaplarla gayet ilgili bir detay.
Genellikle erkek kahramanların hikâyelerinin, erkek gözünden hikâyelerin anlatıldığı filmler çevreliyor Hollywood ve Avrupa sinemasını. Belirli erkek temsilleri dışında çeşitliliği esas alan karakterler yaratılmaya çalışılsa da hâlâ stereotip trans- natrans kadın, trans erkek temsilleri, trans ve interseks karakter (çeşitliliği) yoksunluğu, birçok filmi, diziyi analiz ettiğimizde göreceğimiz bir durum.
Sektörde pek çok erkek oyuncu ve yapımcının işlediği cinsel taciz ve şiddet suçları, hayatta kalanlar tarafından yaygınlaştırılıyor hâlihazırda. Böylece sektörün, kadınları sıkıştırdığı alanı ve belirli erkeklere sağladığı iktidarı fark etmemiz imkânsız değil. Bu sıkıştırılan alan ve sağlanan iktidar film-dizi-medya sektörünün ayakta kalmasında ve işin sürdürülebilirliğinin belirleyiciliğinde temel bir rol sahibi. Hatta işin sömürü mekanizmalarının en büyüğünü oluşturan cinsiyet eksenli ayrımcılığı ve bunun diğer olgularla nasıl kesiştiğini, "böyle geldi, böyle gidiyor" anlayışını sinemanın büyüsüyle perçinleyerek bize sunma taktiğini kullanarak görünmez kılıyor aslında.
İşin tabii ki ekonomik boyutu da var. Hollywood'da cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği bunun mağduru konumunda olan kadınlar tarafından çok fazla dillendirildi. Ayrıcalığı elinde bulunduran erkeklerin bazıları isyanını dile getiren kadınları desteklemekle yetindi1. Ama asla o ayrıcalığı sürdürmemek üzerine bir şey yapmaya girişmediler.
Film ve medya sektöründeki bu durum, sektörün bir kolu olan dublaj sektörünü de tabii ki etkiliyor. Türkiye'de dublaj sektörü, diğer ülkelerden çok daha önce başlamış ve hâlâ bugünlere kadar süren, tarihiyle methiyeler düzülen ama gelinen noktadan da genel olarak bir hayli hayıflanılan bir sektör.
Henüz Türkiye tek kanallı dönemindeyken TRT'nin Radyo Çocuk programında yetişen tiyatro emekçisi oyuncuların mikrofon karşısına geçmesiyle başlayan dublaj-seslendirme sanatçılığı, daha çok deneyim ve bilgi paylaşımıyla öğrenilip ekip çalışmasıyla güçlendirilen bir işti. Artık teknolojinin gelişmesiyle işin işleyişi değişti. Bunun dezavantajlı bir yanının olduğunu söylüyor, seslendirme sanatçıları. "Doğru" bir Türkçe kullanımının altını çiziyorlar ve artık buna hiç dikkat edilmediğini belirtiyorlar. Önlerine konulan metnin çevirisinin hece sayısına göre yapılması son derece önemli. Yabancı ülkelerde belki iki güne yayılan bir filmin dublajı, Türkiye'deki stüdyolarda prova dâhi yapılmadan 1.5-2 saatte bitiyor. Bu da işin ucuz iş gücü şeklinde görülmesine sebebiyet veriyor. "Daha ucuz kimi çalıştırabilirim", "işi daha ucuza nasıl kapatabilirim" taktiklerinin işlediği, dublaj yapanları "işimi yapayım, paramı alayım yahut alabilecek miyim" düşüncelerine gark ettiren bir sistem çarkı içinde debelendiğini görüyoruz dublaj sektörünün. Kanallarda bilmem kaç kere yayınlanan bir yapımda seslendirme yapmış kişiye sunulan telif hakkı yok. Bir sendikalaşmadan da bahsedemiyoruz dublaj sektöründe. İşte bu problem, seslendirme sanatçıları arasında cinsiyet eksenli ayrımcılığı daha görünmez kılmış durumda. Başrolleri seslendiren biri kadın biri erkek iki seslendirme sanatçısı aynı parayı mı alıyor, mesela. "Eşit işe eşit ücret" politikasının asla gündemleşemediği, sesin cinsiyeti, sesin cinsiyetlendirildiği meselesinin asla konuşulmadığı, sesin dönüşümü skalası üzerine kafa yorulmadığı, neye kadın, neye erkek sesi denildiğinin sorgulanmadığı, trans kimlikteki herhangi bir karakteri seslendirme konusuna nasıl yaklaşıldığının bilinmezliği, dublaj sektöründe var olan sorunları çok daha fazla çetrefilleştiriyor aslında. Çünkü ses, üzerine çok düşünülmemiş de olsa çetrefil bir mesele.
Dublaj yapmak, canlandırılmış karaktere başka bir dille duygusunu katmak ve o karakteri sadece sesi kullanarak tekrar canlandırmaktır. Seslendirme sanatçıları, seslendirmeyi böyle tanımlıyor. Sadece sesi kullanarak, sesle hemhâl olarak önceden hayat verilmiş bir karaktere başka bir dille hayat vermek. Mimik, jest gibi bir vücut hareketi görmeyiz, bu karakter canlandırmasında. Ses de tabii ki vücudun bir parçası ama başka bir uzuvdan yardım almadan, izleyip dinleyerek aldığın izlenimi sadece ses yoluyla izleyicilere aktarmaktan bahsediyoruz. Zihnimizde ve kulağımızda sesin kalması, seslendirme sanatçısının başarısı oluyor. Yahut seslendirilen karakterle sesi özleştirmek işin başarılı sonuç verdiğinin göstergesi oluyor. Bilmem Rosalinda dizisini hatırlar mısınız? Meksika yapımı bir pembe diziydi. Türkiye'de yayınlandığı dönem büyük ilgi görmüştü. Dizide Rosalinda'nın Türkçe dublajlı sesi hâlâ hatırımda. Ses sadece Rosalinda ile değil, Rosalinda'yı canlandıran Thalia ile de öyle özdeşleşmişti ki kendisinin oynadığı ve Türkiye'de de yayınlanma şansı bulan tüm pembe dizilerin sesine aynı kişi hayat vermişti: Birtanem Coşkun. Konuk olduğu Sesin Yüzleri programında kendisi de dâhil neredeyse hiçbir kadın seslendirme sanatçısı, "kadın sesi" ve "erkek sesi" ayrımı, toplumun bu iki sese yönelik algısı üzerine konuşmadı. Bu tartışmayı yapmayı sadece kadın seslendirme sanatçılarından beklediğimi söylemek istemiyorum, zira erkek seslendirme sanatçılarının bunun üzerine daha fazla bile düşünmesini temenni ederdim ama sorulan sorularla da alakalı olarak söyleşiler maalesef bu alanlara gerek görülmeden sınırlı sularda sektörü masaya yatırmaya yönelikti. Büyük ihtimalle bu konu konuşulmaya değer görülmemiş, hatta hiç düşünülmemişti bile.
Toplumsal/ cinsiyet ekseninden meseleye bakmak, bu konunun anaakımlaştırılmasına yönelik atılan adımlar ve gösterilen gelişmelere rağmen hâlâ "kamusal alanın" dışında görülüyor. Fakat Bir Dünya Ki... 2 işin seyrini tam da bu boyutta gösteren bir film. Lake Bell'in hem yönettiği hem senaristliğini üstlendiği hem de başrolünde yer aldığı filmle, tavsiye edilen bir feminist komedi filmleri listesinde karşılaşmıştım. Lake Bell'in canlandırdığı Carol, hayatını dublaj yaparak geçiren genç bir kadın. Kendisiyle aynı işi yapan ve alanda bir efsane olarak kabul edilen babasıyla Öyle Bir Dünya Ki... isimli belgeselde konuşacak ses olmak için yarışmasının hikâyesini anlatıyor film.
Belgeselde, reklamda "erkek/ maskülen" bir dil kullanılması, aslında taktiksel bir şeydir. Çünkü toplumda "kadın/ feminen" sesine göre "erkek/ maskülen" sesi, daha inandırıcı, daha güven veren, etkisi altına alan, hitabeti kuvvetli olarak düşünülür. Bu sebeple bu konuda tonlamaya vs. dikkat ederken sesi kalınlaştırmak, toklaştırmak büyük önem arz eder. Toplum da bu ses çeşidini, kamusal alanda egemen olmasını beklediği erkeğe atfeder. Çünkü "erkeğin" ses üzerine kontrolünü sağlamada daha başarılı olduğu düşünülür. Sesi kontrol etmek ve insanları etkilemenin birbirine paralel bir şekilde toplumda ele alınması, sektör üzerinde de kendini gösteriyor.
Filmde, Carol'ın babası Sam’in, Carol'a göre daha deneyimli olması ve pek tabii ki erkek olmasının Carol'ı bu yarışta ekarte edeceğine kesin gözüyle baktığına, hatta rakip olarak karşısına nasıl Carol'ın alındığına anlam veremediğine şahit oluyoruz. Filmin sonunda yarışmayı Carol'ın kazandığını öğreniyoruz, hatta Sam bu gerçekle yüzleşemiyor, filmin gösterildiği salondan çıkıp koşarak mekânın bir köşesinde çığlık atıp ağlıyor (bknz.: hegemonik erkeklik ne kadar da kırılgan). Tam o sırada beyazperdede Carol'ın dilinden Amazon kadınlarının anlatıldığı bir sahne beliriyor (anlamlı bir örtüşme). Aynı zamanda Carol, babasını aramaya çıkmışken seçici kurulda yer alan Katherine Hullig (Geena Davis) ile karşılaşıyor. Kendisini bu yarışın en iyisi bularak seçip bu belgesele sesini verme şansı tanıdığı için teşekkür ederken Katherine aslında kendisini neden seçtiğini açıklıyor. Carol'ın kusursuz bir ses tonu ve güçlü bir sesi vardır ama aslında en iyisi değildir, bu yüzden seçilmemiştir. Ama milyar dolarlar kazanması beklenen bu dörtleme belgesel, feminist ve kadın hareketi açısından önemli bir yapım olmasa da seslendirme önemlidir, gücü ifade eder. Carol'ın sesi de bu yapımı izleyen her kadına ilham verecektir.
Peki, bir "kadın sesi," kadın meselesiyle ilgili olmayan bir belgesel, reklam vs.'de kullanılamaz mı? "En iyi"yi ifade eden nedir? Filmde Carol'la yarışan iki erkek seslendirme sanatçısı olduğunu görüyoruz. Bir kadını erkek rakiplerinin üstüne çıkaracak şey nedir?
Anne Carson, yüksek ses perdesinin, kişiyi maskülen ideali olan kendisini kontrol etme konusunda eksik bırakacak ya da bundan saptıracak şekilde konuşkan olarak karakterize edilmesine neden olduğunu belirtiyor. Kadınların, ibne*lerin, harem ağalarının ve androjenlerin bu kategoriye girdiğini söylüyor. "Onların sesleri, dinlenemeyecek kadar kötü görülür ve erkekleri rahatsız eder." Helenistik ve Roma döneminde, kadın ya da hadım ağası, androjenlerin değil, maskülen ses yapısına sahip olanların vücut ve beyinlerini çalıştırarak seslerinin uygun biçimde "erkeksi" perdeye ayarlanmak üzere pratik çalışmalar yaptıklarını ekliyor. Çünkü diğerlerinin ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar düşük perde ses üretimi için uygun olmadıklarına inanılıyordu.
Carson, çok az kadının kamusal alanda seslerinin yüksek perdeden mi düşük perdeden mi çıktığına, kulağa ince mi geldiğine, seslerinin saygınlık görmeyecek derecede tiz mi duyulduğuna aldırış etmediğini belirtiyor. Margaret Thatcher'ın yıllar boyunca sesini diğer "erkek" meclis üyeleri gibi çıkarmak konusunda ders aldığı bilgisini veriyor. Hatta bu sebeple kendisine Atilla The Hen3 lakabı takılmış.
Mitolojiden bugünlere deliliğin, cadılığın, yabaniliğin kamusal alanda çoğunlukla "kadın sesi"nin kullanımıyla ilişkilendirildiğini belirtiyor, Carson. Mitolojiye değinerek yüksek perdeli ve korkunç sese sahip olduğu düşünülen yeraltı tanrıçalarını örnek gösteriyor. Antik Yunan oyun yazar Eshilos onların seslerini uluyan köpeklerle ya da cehennemde ıstırap çeken insanlarla karşılaştırır. Sirenlerin ölümcül sesini, Odesa'nın hikâyesinde Helen'in vantrilokluğunu4 hatırlatır sonra bize, Kassandra'nın boşboğaz olarak görülmesini ve Artemis'in ormanların içinden yükselen ve korkutucu olarak duyulan gürültüsünü.
"Kadın sesi neden duyulamayacak kadar kötüdür" sorusunun cevabının aslında kadınlara yönelik düşmanlığın kendisi olduğunu şöyle bir bilgiyle de sunuyor bize, Carson: bunun tarih boyunca süregeldiğinin altını çizerek. Eshilos'un duyduğu ses, orada güzellik yarışmaları düzenleyen ve bağırışlarıyla sesleri yankılanan lezbiyen kadınlara aittir. Güzellik yarışmaları Hera'ya adanan bir etkinliktir. Eshilos güzellik yarışmalarından, kadınların ritüel olarak gerçekleştirdikleri bu olaydan onların ne kadar akıl dışı hareket ettiklerini belirtmek için bahsediyor, bir şiirinde. Şiir erkeklerin memleket meseleleri üzerine yapacakları mantıklı görüşmelere bir çağrı olarak başlarken, diğer dünyadan kurt gibi uluyan kadın çığlıklarının yankılarıyla sona eriyor. Bu yankılar, ritüel olarak gerçekleştirilen bir olay için çıkarılan bir ses, yoğun bir hazzın ya da acının sesiyken (ololuga) "kadın sesi"ne içkin bir ses olarak tanımlanıyor ve erkeklerin asla böyle sesler çıkarmayacağı, düzen gerektiren toplumsal bir alanda böyle seslerin dile gelmeyeceği düşünülerek ses üzerinden bir ikililik yaratılıyor. Patriyarkal zihniyetin ses üzerine yarattığı ihtiyatlılık-delilik, erkek-kadın ikililiklerini, etik ve duygusal mevzulara yönelik yaptığı atamayla meşrulaştırıyor. Erkek akılcı konuşan, akılcı mevzular üzerinde tartışan, bizzat kendisinin kanun koruyucusu olarak görülürken kadın etik, akılcı davranmadan yoksun, bahsedilmemesi gereken konularda konuşan olarak kabul ediliyor.
Tarihsel bir anlatıyla inşa edilen bedenlerin ve organların cinsiyetlendirilme süreci içinde ses, bu normatif ve heteroseksist erkek iktidarı anlatısının bir parçası. Carson, ses ve cinsiyetlendirilmiş beden parçaları ilişkisine şu şekilde örnek veriyor: "Eski Yunan ve Roma tıp teori ve anatomi tartışmalarında bir 'kadın'ın iki ağzı olduğuna inanılıyordu... Ses ve genital ağız, boyunla vücuda bağlıdır. İkisi de en iyi şekilde kapalı duran dudaklar tarafından korunan sığ bir oyuğa erişiyor. Eski tıp yazarları sadece benzer terimlere değil, rahmin işlevsiz kaldığı bazı durumlarda üst ve alt ağıza yönelik paralel ilaç tedavisine de başvuruyor. Pek çok şair ve yorumcu gibi alt ve üst ağız arasındaki fizyolojik cevap verme eylemine dair semptomlara ilişkin ilgiyle not alıyorlar. Örneğin rahimdeki kanın fazlalığı ya da rahme kan gitmemesinin kişide boğulma ya da ses kaybıyla sonuçlanması, çok fazla ses egzersizinin kişinin âdetten kesilmesine neden olması, 'kızlık zarı'nın yırtılmasının boynun genişlemesine ve sesin derinleşmesine neden olması." (Carson, Anne, Glass, Irony and God: Gender of Sound, syf. 130)
Bu söylenilenlerin kulağa saçma geldiği aşikâr ama günümüze baktığımızda başka dogmalarla varlığını sürdüren bu kültürel ve toplumsal düşünceyi, patriyarkal zihniyetten uzak olmayan bilimin de aslında desteklediğini söyleyebiliriz. Cordelia Fine'ın Testosterone Rex (Testosteron Hükümdarlığı) isimli kitabı bunu çok iyi özetliyor. Testosterona bahşedilen atanmış cinsiyet eksenli iktidarın, cinsiyetler arasında varsayılan farklılık üzerinde rol sahibi olduğunu belirtiyor, Fine. Bu biyolojik indirgemeci yaklaşımın mutlak kabul edilmesiyle "erkek"lerin güçlü ve kendine güvenen; "kadın"ların ise uysal ve pasif şekilde kültürel olarak kodlanıp ikili cinsiyetçi bir norm oluşturduğunun altını çiziyor.
Bu iki teorik bilginin pratik olarak nasıl buluştuğunu örneklendirmeye çalışacağım. Rüzgâr Erkoçlar, Hülya Avşar'ın programına katılmıştı.5 Cinsiyet geçiş süreciyle yaşadığı fiziksel dönüşümler konuşulurken konu sese gelmişti. Programda aralarında konu üzerine şöyle bir diyalog geçiyor (Videoda 16:14 dakikadan itibaren):
H.A.: Ses de mi yavaş yavaş...
R.A.: Yavaş yavaş.
H.A.: Sen fark ettin mi sesindeki değişimi?
R.A.: Ben mesela şu anda sesimi kasmıyorum. Kassam daha kalın çıkar.
H.A.: Denesene, nolur, denesene.
R.A.: Daha böyle aşağıya indirip hani, daha şey konuşursam... [Ses perdesini alçaltmaktan bahsediyor.]
H.A.: Yok ama bence gerek yok, biliyor musun?
R.A.: Ben rahatım hani.
H.A.: Şu anda gayet erkek sesi zaten.
R.A.: Yani rahatım.
H.A.: Çok enteresan.
Programda meşru kabul edilen bir erkek sesi üzerine konuşulduğunu izliyoruz. Ses üzerinden Rüzgâr Erkoçlar'ın erkek olmasının "kanıtlandığı"nı seyrediyoruz, yaşadığı diğer fiziksel dönüşümlerin yanında. Trans geçiş sürecinin paylaşılması ve buna yönelik karşıdaki kişinin yansıttığı izlenimden başka bir manzara var burada aslında. Sesin cinsiyetinin kamusal bir alanda inşa edildiğini görüyoruz ve bu, toplumda egemen olarak kabul edilen normatif bir düzlemde ve ikililikle ilerliyor. Neye "erkek sesi" denildiğinin ve bunun karşıtı olarak belirlenen ve onun sayesinde varmış gibi gösterilen "kadın sesi"nin tanımının da dolaylı olsa da yapıldığını seyrediyoruz. Sesin cinsiyetlendirilmesine dair önümüzde akan kısa bir sekans aslında karşılaştığımız.
"Testesteron hükümdarlığı" ile kişinin testosteron alarak yaşadığı trans deneyimini ve bunun sesi üzerindeki değişim ve dönüşümünün farklılığının altını çizmekte fayda var tabii ki. Bu fark, sesi ikili cinsiyetçi bir alandan bir spekturuma taşımakla kalmıyor, sesin zaten hâlihazırda dönüşüm hâlinde olduğunu ve gender bender/fluid6 sesin sektör içinde kullanımı tahayyülüne de alan açıyor aslında.
Türkiye'de olmasa da yurt dışında transların cinsiyetleriyle uyum arz eden seslerini inşa edebilmeleri üzerine geliştirilmiş, alanında uzman programlar var. Bu programların amacı, kendilerine disfori7 yaşatan toplum içinde transların iş ve sosyal hayata daha çok katılabilmelerinde, başkalarıyla daha güvenli biçimde iletişim kurabilmelerinde, psikososyal sağlıklarının iyileşmesinde destek sağlıyor. Ses ve iletişim egzersizi olan bu hizmet, trans geçiş sürecinin parçaları olan cinsiyet geçiş ameliyatı, hormon tedavisi ve sosyal bakım aşamalarıyla beraber ilerliyor ve ses perdesi, ses perdesinin değiştirilmesi, ses kalitesi gibi noktalarda çalışmalar yapmayı içeriyor. Sadece trans kadın ve erkeklere yönelik değil gender non-conforming gibi trans şemsiyesinden pek çok insandan gelen talepler doğrultusunda kişiye özel ses çalışmaları gerçekleştiriliyor. Kişinin kendisinden çıkmasını istediği sese göre çalışmalar yapılıyor. Özellikle trans erkeklerin talebi, testosteronla ses perdesinin düşürülmesiyle karşılanıyor olsa da bu yeterli olmayabiliyor. Bazıları perde skalasını değiştirmek, yeni bir ses perdesini günlük konuşma sesine kazandırmak, sesini, sesinin tonlamasını ve gürlüğünü maskülenize etmek için hizmet alıyor. Trans kadınlarda ise östrojenle gerçekleştirilen hormon tedavisi ses perdesinin yükseltilmesinde yardımcı olmuyor yani östrojen tedavisi sesi feminenleştirmiyor. Sesi feminenleştirmek için translarla çalışan bir ses patolojistine danışmak gerekiyor. Gırtlak operasyonu yapmak başvurulan bir yöntem olabiliyor ama ayrıca trans kadınlar için ses tellerini kısaltmak ve/ya onların hacmini küçültmek ya/da ses telleri gerilimini artırmak gibi işlemler uygulanıyor.
Sesi dönüştürmek üzerine ses programları aplikasyonları da geliştiriliyor. Mesela konuşma-dil patolojisti Kathe Perez, ilk olarak 2013 yılında ses çalışma aplikasyonu (EVA) geliştirmiş ve bu aplikasyon 55 ülkede satılmış. Pek çok trans kadının bu yöndeki ihtiyacı, bu aplikasyonla karşılanmış. EVA ile herkes aynı "kadın sesi"ne ulaşmak için alıştırma yapmıyor. Perez, insan sesinin çok iyi işlendiğini, parametre hesabı yapıp "kadın sesi"nin karakteristik özelliklerine dair genel bir rehber hazırlayarak programı geliştirmeye çalıştıklarını belirtiyor. EVA'nın gücünün de spesifik ve elle tutulur olarak aldığı geri bildirimler olduğunu belirtiyor.
Christie Block ise New York'ta bir konuşma-dil patolojisti. Translarla çalışma konusu üzerine, transların aldığı ses egzersizinin stereotipleri tekrar etmek anlamına geldiği algısının bir mit olduğunu söylüyor. "Biz kesinlikle kelime seçimi ve tonlama gibi kültürel normlar üzerine çalışıyoruz" diyor ve "kadın sesi" ile "erkek sesi" şeklinde bahsetmektense kendisini iki cinsiyet kategorisinden herhangi birine sabitlemeyen, cinsiyet kimliğini ikililik dışı tanımlayan insanlarla (genderqueer) da çalıştığı için "maskülen ses," "feminen ses" kullanımlarını yaygınlaştırmaya çalıştıklarını belirtiyor.
Laura Jacobs ise bir psikoterapist. LGBTQ topluluğuna en geniş imkânlarla sağlık hizmeti sağlayan sağlık merkezlerinden biri olan Callen Lorde'nin8 yönetim kurulu üyesi. Bazen hastalarını Block'a yönlendirdiğini söylüyor. Kendisi de trans ve genderqueer. Kendisini kadın ya da erkek kategorisinden birine sabitlemiyor. Ses egzersizi çalışmalarının toplumsal/ cinsiyet stereotiplerini güçlendirdiği algısı üzerine ise şunu söylüyor: "Genderqueer olmakla ilgili meseleleri gerçekten gündem etmeye çalışan ve ikililiğin demode, bize dayatılan yapay bir inşa olduğunu düşünen trans topluluğunun bir parçası bu da. Doğru ya da değil, fakat bu, insanların hâlâ bu şekilde yaşamak istemeyeceği anlamına gelmiyor."
"Her ses bir otobiyografidir. Mahrem bir alanı vardır ama yörüngesi kamusaldır. İçinden bir parçası dışa yansıtılır. Bu yansıtmaların sansüre uğraması, insanları kendini sansürleyenler ve sansürlemeyenler diye iki türe ayıran patriyarkal kültür kaynaklıdır." (Carson, Anne, Glass, Irony and God: Gender of Sound, syf. 130)
Evet, sesin cinsiyeti var; ses cinsiyetlendirilmiş bir şey. Ama onu ikililiğin, cinsiyet kalıplarının dışına çıkararak performe etmek, bu perspektifi dublaj sektörüne taşıyabilmek mümkün ya da güzel bir hayal. "Kadın sesi," "erkek sesi" diye bir ikililik üzerinden değil de Carson'ın sesle ilgili perspektifini yaygınlaştırabilirsek dublaj sektöründe sesi performansla dönüştürerek onu başka bir kimliğe, renge büründürmek mümkün olabilir diye tahayyül ediyorum. Bu tabii ki sadece seslendirme sanatçılarının sorumluluk alabileceği bir mesele değil.
Fakat hâlihazırda seslendirme sanatçıları seslerinde birtakım oynamalar yaparak dublaj yapıyorlar. Her sanatçı, her karakteri aynı ses perdesi ve ses tonunda canlandırmıyor. Bu açıdan, karikatürize etmeden, sesi değiştirerek, taklit ederek cinsiyet sınırlarını aşmak mümkün olabilir dublaj sektöründe. Ama kısa bir yol var demek de mümkün değil; sonuçta "karmaşık, ikililik dışı, dinamik ve daima belirli bir bağlama dâhil olan" cinsiyet eksenli düşünüyoruz.
Evde Tek Başına (Home Alone) filminde Macaulay Culkin'in9 canlandırdığı başroldeki Kevin karakterine sesiyle hayat vermiş olan Müge Oruçkaptan10 da Sesin Yüzleri programında sektördeki deneyimini paylaşmıştı. Bu belki bize biraz olsun ilham olabilir ve onu zenginleştirebiliriz: "...Bana kocaman bir tekstin ortasını açtılar ve dediler rolünüz bu... İçeriden bir ses geldi: 'Önce bir görsün' diye. Sarhoş bir kadın... Barda... 'Ay canım, işte buluşalım, gidelim mi' yapıyor... Kaldım böyle bir. Çünkü ben bekliyorum ki böyle, ay işte, ne güzel, işte o zaman 24 yaşındayım. O çok güzel rollerden birini konuşacakmışım gibi hissediyorum, hayallerim hep o. Ve böyle bir rol... Üç beş replik var. Sonra utandım, 1. Niye utandım? Nasıl yapacağım ben bu rolü? Sonra, kırıldım. Beni dedim bunun için mi çağırdılar buraya. Bu kadar büyük bir aşk duyuyorum ben, şu hâle bak. Yani böyle bir rol olmasına çok kırıldım, bugün diyorum ki, evet, doğrusu buymuş. Çünkü cici kızı herkes konuşur... Sen onu yap bakalım kolaysa. O oyunculuk tarafını görmek istiyorlar."