"Babamın yazdıkları hammadde, işlenmemiş mücevherlerdi. Bunları yeniden elden geçirmeli, akıcı bir roman haline getirmeliydim. Bu kadar zengin malzemenin kaybolup gitmesine kayıtsız kalamazdım. Üstelik bu benim ailemin tarihiydi; tanımadığım dedelerime bir vefa borcum olduğunu hissettim..."
09 Eylül 2021 11:26
Yazarlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan babanız hayat hikâyesini kaleme alsa ve sizden okumanızı istese ne yaparsınız? Önce şaşırır ve heyecanla okur, sonra eğer ilgili biriyseniz bunun yayınlanması için elinizden geleni yaparsınız. Sürgün, Bir Yazarın Otopsisi ve Işıklar Kenti gibi kitaplarıyla kendine has bir okuyucu kitlesi olan yazar Sedat Erden de, dosyaları düzenleyip kitap olarak yayınlanmasını sağlayanlardan... Ama onun babası hasta yatağında olduğu için durum kendisi için daha bir anlamlı olsa gerek… Yazarı Sedat Erden ve Mehmet Erden olarak görünen iki ciltlik kitaptan Babamın Hikâyesi-Derik, bir yaşam hikâyesini anlattığı kadar arka planda başka başka konulara da değiniyor. Önceleri Diyarbakır’a, sonraları Mardin’e bağlanan Derik’te yaşanan ağalar arasındaki çatışmalar, kasabanın hekimleri, onların tedavi metotları, geleneksel yaşam, halkın içinde bulunduğu yoksulluk ve çaresizlik, ülkenin yaşadığı sorunlar…
Okurlar Mehmet Erden’in hayat hikâyesini kitapta bulacaklar. Öte yandan 1945’te Eskişehir’de doğan Sedat Erden’in de hikâyesi son derece ilginç: Askerî Hava Lisesi’nden sonra Hava Harp Okulu’ndan mezun olan Erden, Levazım Teğmeni olarak göreve başladı. O yıllarda öykü yazmaya başlayan yazarın ilk öyküleri Yordam ve Yelken dergilerinde yayınlandı. 1969 yılında askerlikten ayrılan Erden, Mersin’de bir kitapçı dükkânı açtıktan bir süre sonra Avustralya’ya göçmen olarak yerleşti. Sydney’de iki yıl değişik işlerde çalışan Sedat Erden 1972 yılında bir gemiye tayfa olarak girip Türkiye’ye döndü. 1972-1978 yılları arasında Türkiye Elektrik Kurumu’nda mütercim raportör olarak çalıştı. 1978 yılında idari memur olarak Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Yeni Delhi, Meksika büyükelçiliklerinde İdari Ataşe; Rodos, Paris ve Karaçi başkonsolosluklarında muavin konsolos olarak görev yaptı. 2009’da emekli olup yazmaya ağırlık veren Sedat Erden’in öyküleri Karşı Apartman’da Yaşayanlar, Güvercinler ve Şeytanlar; romanları Sürgün, Işıklar Kenti, Bir Yazarın Otopsisi adıyla basıldı. Yazar Sedat Erden’le babasını ve bir kısmı kendisine miras kalan kitabını konuştuk...
Babanızın ilginç, kimi zaman acılı hikâyesini okumadan önce ne kadarını biliyordunuz?
Babam geçmişinden pek söz etmezdi. Ayrıca edebiyatla uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Onun roman, öykü ya da şiir kitabı okuduğuna hiç tanık olmadım. Belki bir iki dinî kitap okumuştur gözden kaçırdığım. Bu nedenle, yurtdışından izinli geldiğimde ‘Oğlum bak, anılarımı yazdım!’ dediğinde çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Kalın bir klasör dolusu kâğıtlara önlü arkalı, inci gibi el yazısıyla döktüğü notlara bir göz attığımda müthiş bir malzemeyle karşı karşıya olduğumu fark ettim. 200 yıl öncesinden gelen bir aile tarihiydi bu. Adını bile bilmediğim dedemin, dedemin babasının, onun babasının hayatları bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akmaya başladı. Sonra babamın yoksul, çaresiz, acıklı çocukluk günlerini izledim. Bunları okurken Derik’in 80-90 yıl öncesine gittim. Babam usta bir yazar gibi kendi kişisel hikâyesini anlatırken çağının sosyal gerçekliğini de gözden kaçırmıyordu. Derik’te ağalar arasındaki çatışmalar, kasabanın hekimleri, onların tedavi metotları, geleneksel yaşam, halkın içinde bulunduğu yoksulluk ve çaresizlik, yolu kasabaya düşen tiyatro turneleri, cambazlar ve pehlivanlar, arka planda hissedilen Kürt sorunu ve devlet baskısı, Ermeni meselesi… Bütün bunlar hammadde, işlenmemiş mücevherlerdi. Bunları yeniden elden geçirmeli, düzenlemeli, birçok bölümleri elemeli, kendi içine tutarlı, akıcı bir roman haline getirmeliydim. Babam bana bir miras bırakmamıştı. Bu notları bana vererek bu eksikliğini gidermek istemişti belki de.
Sürgün, Bir Yazarın Otopsisi, Işıklar Kenti gibi kitaplarınızla kendine has bir okuyucu kitlesine sahip bir yazarsınız. Genelde öykü üzerine kitaplarınız var. Peki, Babamın Hikâyesi isimli kitabı tekrar yazmaya ve yayınlamaya nasıl karar verdiniz?
Bu kadar zengin malzemenin kaybolup gitmesine kayıtsız kalamazdım. Üstelik bu benim ailemin tarihiydi; tanımadığım dedelerime bir vefa borcum olduğunu hissettim. Özellikle babamın, uygun bir ortamda olsa belki de tanınmış bir yazar olacak bu yeteneğin yazdıkları gün ışığına çıksın, adı bir kitabın kapağında görülsün istedim.
Babanıza ölmeden önce bu kitabı okutmuşsunuz. Hasta yatağında olan babanızın tepkisini merak ettim...
Her yazar gibi babam da kendi yazdıklarını önemsiyor, belki de içinden onun kitaplaşmasını geçiriyordu. Ancak artık 80’li yaşlarındaydı, sağlığı da bozulmuştu. Ne yazdıkları üzerinde tekrar çalışacak gücü ne de dosyasını yayımlatacak bir çevresi vardı. Benim dışımda hiçbir çocuğu yazdıklarıyla ilgilenmemişti. Dosyayı alıp görevli olduğum Meksika’ya döndüm ve iki yıl notlar üzerinde çalıştım. İzinli geldiğimde babama yeni dosyayı verdim. Anıların roman hali onu şaşırttı. Bölümler okumayı kolaylaştırmış, diyaloglar romana canlılık vermiş, atılan gereksiz bölümler romana akıcılık kazandırmıştı. Gülümsedi, “Bunu senden başka hiç kimse bu hale getiremezdi” dedi. Sonra da ekledi: “Ama sakın para verip bastırmaya kalkma!” Daha sonra dosyamı bir yayınevine yolladığımda bu 500 sayfalık roman dosyası yayıncının gözünü korkutmuş olmalı ki, hemen ret yanıtı geldi. Bunun üzerine dosyayı iki kitap halinde yeniden düzenledim. Birinci kitap olan Babamın Hikâyesi-Derik’te babamın askerî okula gidene kadar geçirdiği dönem anlatıldı; ikinci kitap Babamın Hikâyesi-Tayyareci’de ise askerlik deneyimi ve fırtınalı aile hayatı konu edildi. Yayınlanacak ikinci kitaptaki o dönemde yaşanan subay-astsubay çekişmesi sanırım Türk romanında bir ilktir.
Babamın Hikâyesi-Derik isimli kitabınızda kahraman babanız ama kitapta ağalar arasındaki husumet, kasabanın her derde deva halk hekimleri ve onların tedavi yöntemleri, efsaneler, halkın yaşadığı yoksulluk da anlatılıyor. Dönemle ilgili bu kadar bilgi içeren bir kitabı tekrar yazarken sizi en çok ne zorladı?
Anılar ayrıntı bakımından öylesine zengindi ki, babamın bellek gücüne hayranlık duymamak mümkün değildi. O müthiş belleğin onda birine sahip olmak için neler vermezdim! Çocukluğunda aldığı bir hediyeden mahkeme salonunda okunan bir şiire, kasabaya gelen bir pehlivanın kuvvet gösterisinden tiyatro turnesinde söylenen türkülere dek o zengin ayrıntılar işimi çok kolaylaştırdı. Ancak romanın mimarisini kurmak beni zorladı. Gelişigüzel sıralanmış olayları düzene koymak, babamın romana katkı sunmayan kimi siyasi yorumlarını kaldırmak, gereksiz pasajları elemek gerekti.
Babaanneniz belki daha iyi şartlarda yaşar umuduyla babanızı bırakmış. Fakirlik ve mutsuzlukla yüklü kimi olaylarda Mehmet Bey’in yerine koydunuz mu kendinizi? Siz olsaydınız ne yapardınız?
Okuyucu kendisini roman kahramanı ile özdeşleştirebiliyorsa yazar başarılı sayılır. Tabii ki kendimi babamın yerine koyduğum oldu; okuyuculardan gelen yorumlarda da bu husus ayrıca dikkatimi çekti. Okuyucu, anasız ve babasız kalan, hayata tutunmak için çabalayan bu çocuğun yaşadığı trajediyi derinden hissederken, ülkemizin nerelerden buraya geldiği konusunu da düşünmeden edememiş. İnsanların romanlarımı okurken böyle bir tarihî bakış açısına kavuşması beni mutlu ediyor.
Bu kitapla ilgili hayaliniz ne? Gelen tepkiler nasıl?
Romanın özellikle Derikliler’e ulaşmasını, onlar tarafından okunmasını isterdim. Roman sadece babamın çocukluğu hakkında değil, bir bakıma Derik’in de toplumsal tarihi çünkü. Diğer taraftan, roman yeni yayımlandığından satış vs. konusunu değerlendirmek için zaman erken sanırım. Ancak okurlardan aldığım olumlu yorumları rahmetli babama da gösterebilseydim, herhalde pek sevinirdi.
•