Açık deniz karşısında

"Romanın temel sorunsalı denizle ilgili değildir; denize açılma sahneleri az değilse de olayların çoğu karada yaşanır – adada ya da adacıklarda, bu da kaçınılmaz olarak denizi sık sık karşımıza çıkarır. Bir açık deniz romanı hiç değildir. Yine de deniz bu romanda pekâlâ başrolde sayılabilir. Romanın başkahramanı Axel Borg’u yakından tanımak, ruh halini takip edebilmek için deniz roman boyunca bir hayli rol üstlenir."

09 Eylül 2021 18:00

Deniz, özellikle açık deniz karşısında kayıtsız kalmak çok zor. Vereceğimiz duygusal tepkilerse çok çeşitli. Kuşkusuz bir yanıyla bizden bağımsız: Ufka kadar bütün görüş alanımızı kaplayan, dibinden, yüzeyinden, dalgasından ayrı ayrı ürkerken aynı anda bunların cazibesine kapıldığımız mavi su kütlesi. Denizle ülfetimize, alışkanlığımıza ya da tecrübelerimize de bağlıdır, ama o andaki ruh halimiz yahut duygu durumumuzla da değişir tepkilerimiz. Denizin yanıtı da tekdüze olmaz gerçi, bazen dindirir sıkıntımızı, bazen depreştirir. Bu da şaşırtıcı değil aslında; deniz de, biz de o denli tekdüze değiliz. Fırtınalar, sükûnet, gelgitler… Haliyle edebiyat yapıtlarında da deniz çok farklı bağlamlarda çıkar karşımıza. Bazen ve sıklıkla imge, bazen de doğrudan metnin odağındaki olgulardan biri olarak. Kabaca genellersek, gene de daha çok özgürlük duygusuna işaret eder sanki. (“Özgür insan, denizi seveceksin her zaman.”) Alıp başını gitme duygusunu kışkırtır, macera ve gizem doludur. Başa dönersem, hem ürkütücü hem caziptir. Özgürlük gibi.

August Strindberg’in 1890’da yayımlanan Açık Deniz Kıyısında [1] romanının temel sorunsalı denizle ilgili değildir; adından da anlaşılacağı üzere, esas olarak “kıyı”da geçer; denize açılma sahneleri az değilse de olayların çoğu karada yaşanır – adada ya da adacıklarda, bu da kaçınılmaz olarak denizi sık sık karşımıza çıkarır. Bir açık deniz romanı hiç değildir. Yine de deniz bu romanda pekâlâ başrolde sayılabilir. Romanın başkahramanı Axel Borg’u yakından tanımak, ruh halini takip edebilmek için deniz roman boyunca bir hayli rol üstlenir. Beri yandan Strindberg’in natüralizme yakın edebiyat anlayışı ve Borg’un pozitivist bilim düşkünlüğü nedeniyle kişilerden bağımsız olarak da deniz, bir arka plan ya da metnin geçtiği mekânların başlıcası olmanın ötesinde rol alarak romanda adeta bir figür olarak belirir.

Behçet Necatigil’in de romanın önsözünde vurguladığı gibi, Axel Borg karakterinde Nietzsche’nin “üstün insan anlayışının” izleri hayli belirgindir. Borg küçük yaşta annesini kaybettikten sonra hem asker hem âlim olan babası tarafından yetiştirilmiştir. “Oğluna yaşamanın zahmetli sanatındaki sırları göster[miş,] […] insanla tabiatın geri kalan kısmı arasındaki içten bağlılığı öğret[miştir.]” Romanın anlatıcısı, “rasyonel bir tabiat dini” diye tanımlar bunu. Gerçekten de “ilme dayanan muhakeme”yi şiar edinmiştir Borg – kuşkusuz, dönemin alabildiğine pozitivist bilimsel bilgisiyle sınırlı olarak. Kendi içgüdülerini bile böyle bir muhakemeyle yönetebileceğini düşünüyordur. Sadece çevresini ya da başkalarını değil, kendisini de “bilimsel” bir bakış açısıyla didiklemeye, çözümleyip anlamaya azimlidir.

Borg’u yarı sürgün olarak tayin edildiği adaya giderken tanırız. Fırtınalı bir deniz yolculuğu sırasında teknenin kaptanına neyi, nasıl yapması gerektiğini söylüyordur. Daha önce hiç tekne kullanmadığı halde o güne dek okuduklarından öğrendiklerinin yol göstericiliğinde yapılması gerekenleri bildiğini ileri sürer, nitekim kaptanın tekneyi ona emanet etmesi üzerine zorlu bir yolculuk sonunda tekneyi salimen adaya ulaştırır. Daha romanın girişinde kuramsal bilginin üstünlüğünün altı çizilir böylece. Bir yandan da roman boyunca Borg’un temel sorunlarından biri halini alacak olan ada halkıyla arasındaki düşmanlık başlar bu giriş bölümünde. Akademi çevrelerindeki yerleşik tutumlara karşı çıkması, örneğin alışılmış sınıflandırma yöntemlerini altüst etmeye kalkması nedeniyle akademiden uzak tutmak için onu balıkçılık uzmanı olarak uzak bir adaya tayin etmişlerdir. Adadaki balıkçılarsa Borg’un oturduğu (hatta uzandığı) yerden ahkâm kesmesinden hazzetmeyeceklerdir. Balıkçılığı “uzman”dan daha iyi bildiklerinden emindirler. Bu gerilim belirdikçe Borg’taki Nietzscheci eğilimlerle tanışırız. Sıradan insanları önemsememektedir, onları yarı-vahşi olarak görmektedir. Bu insanların uyguladıkları avlanma yöntemleri devam ettikçe ilerleyen yıllarda denizdeki Baltık ringasının çok azalacağını biliyordur. Başka yöntemlerle başka balıklara yönelmelerini önermesiyse onları çok sevdiği, düşündüğü ya da aç kalmalarını istemediği için değildir, akademiden ona bu görev verilmiştir ve önerilerinin bilimsel olduğunu düşünüyordur. Borg ada halkını düşmanı olarak algılarken çok da haksız değildir, onların davranışı da düşmancadır, ne ki devlet görevlisi olması nedeniyle ondan çekinmektedirler. Borg içinse bu adada yapacağı çalışmalar aynı zamanda düşmana karşı yürütülecek bir “harp planının” hayata geçirilmesi anlamını da taşıyordur. Roman esas itibariyle aydın-halk çelişkisi ya da üstün insanın sıradan insanlarla çatışmaları ekseninde değerlendirilebilirse de, bu yazıda daha çok bu sözümona üstün insanın doğayla/denizle kurduğu ilişkiye, denizin onun için taşıdığı anlama ve gördüğü işlere değinmeye çalışacağım.

Borg’un denize ve genel olarak doğaya nasıl bir “bilimsel” gözle baktığını şu cümleler çok güzel özetler: “Tabiatı kendisine hizmete mecbur bir yardımcı, bir tâbi gibi seviyordu. Bu kudretli düşmanı kandırarak, kuvvetlerini kendi emrinde tutabilmek onu keyiflendiriyordu.” (s. 39) Kudretine hayran olmakla beraber onu alt edebileceğinden kuşkusu yoktur ve insanı merkez almakta, doğanın (denizin) onun hizmetinde olduğuna inanmaktadır.

Kürekçi olarak yanına aldığı bir kılavuzla denize açıldığında “megafona benzeyen büyük bir dürbün[le]” denizin dibini gözlediği sırada aklından geçenlerde Borg’un doğa/deniz karşısındaki tutumunun genel hatlarını görmek mümkündür.

“Deniz rüzgârıyla, o âdeta nüfuz edilemez unsurun derinliklerine dikkatle bakmak için harcadığı çabadan gözleri yaşarıyordu. Yeryüzünün dörtte üçüydü bu unsur; geri kalan dörtte bir, onun hayatı hakkında genellikle pek az şey biliyor, çok şey tahmin ediyordu.

İlhamını kendi kafasından değil, sualtı infilâklerinde çalışan köprü usta ve işçilerinin verdikleri bilgilerden aldığı, bu deniz dürbünü aracılığıyla, büyük suüstü dünyasının gelişmesine sebebolan derinlerdeki âlemi seyrediyordu.” (s. 46)

Kaçınılmaz olarak bu bakış açısındaki kişinin Tanrı inancıyla da sorunları olacaktır. Çok kez “düşman”larıyla arasındaki sorunun dinden de kaynaklandığını düşünür, beri yandan dini, kiliseyi yeri geldiğinde ada halkının gelişimi için olumlu bulduğu da olur. İnsanlığın tarih boyunca izlediği gelişimi bilimsel bir kesinlikmiş gibi algılamakta ve bunu olması gereken bir çizgi olarak değerlendirmektedir. Öyleyse bir aşamada ada halkının kendi ortaçağını yaşaması, hiç değilse kilisenin buyruklarıyla içgüdülerini bastırmaları Borg için yeğdir. Sağlık nedenleriyle adada ev kiralayan Maria’yla ahbaplıkları ilerlediğinde de söz kaçınılmaz olarak bu konuya gelir. Genç kadına fikirlerini empoze ederken de yine denizden yardım alacaktır.

“Dalgaların sizi bin kiloluk bir basınçla derinlere bastırmak istemesine rağmen üzerlerinde yol almanıza bakıp içinizde ne müthiş bir kuvvetin saklı olduğunu hissetmiyor musunuz? Kuşun kanadlarını yarattığı ve bir sürüngenden uçan bir yaratık meydana getirmek için elli bin sene uğraştığı söylenen kudret; bir direğe bir bez gerdikten sonra bir anda denizciliği icadeden varlık kadar zeki değildi muhakkak. İnsanın, kendi zekâsına bakıp bundan, daha üstün zekâda bir kuvvetin var olduğu sonucunu çıkarmak suretiyle, tanrıyı kendi benzeyişine göre yaratması, akıl almaz bir şeydi doğrusu!” (s. 120)

Borg’un bakış açısı, toplumların gelişimiyle doğanın gelişimini, evrimini paralel görme yönündedir – yaşadığı yüzyılın bilim dünyasına hâkim genel eğilim de böyle değil midir? Nitekim denizin altına “dürbünüyle” bakıp gözlem yaptığında gezegenin bütün bir evriminin gözlerinin önüne geldiğini düşünmeden edemez. Denizin dibinde gördükleri arasında olguların yanı sıra bir de “açıklama prensibi” bulunması dikkat çekicidir.

“Yerkabuğunun meydana gelişini görüyorum sanıyordu: İşte kızgın bir deniz üzerinde ilk blokun parçalanışı, sürüklenişi, kılıcına dikilişi; yığılıp, sudan gayrı maddelerden bile olsalar üst üste binmiş muazzam isberglerden başka bir şey olmayan ilk dağları, adaları, kayalıkları, yarımadaları yaratışı! Ve tekrarlanan bu yaratılış tarihi üzerinde, havanın ve suyun ilk mavisi yanı sıra buzun asli, yekpare, beyaz parıltısı titreşiyordu: İşte karanlığın ilk dağılışı! Işığı karanlıktan ayıran yaratılış tarihinin tanrısı, burada, Borg’un mütecessis ruhuna karşı, hissedilir bir açıklama prensipi gibi dalgalanıyordu. Ve su sahasının üzerinde, nerede bulunursa bulunsun her zaman merkez olarak kalacak benliğinin sınırları üstünde, birer kuş olmuş sürüngenlerin, seslerine bir müzik düzeni vermek için giriştikleri ilk denemelerdeki yankı duyuluyordu…” (s. 76)

Doğaya bu şekilde bakan biriyle şairin bakışı da aynı olmayacaktır. Romanın anlatıcısı da Borg’un denizin üzerinde uçan martılarla öbür kuşları seyretmesinden söz ederken bu farkın altını çizer:

“Bu büyük oyunu şairin uykulu hayaliyle, bu hayalin karanlık ve bu yüzden huzursuz duyguları, dağınık algılarıyla tatmıyor; aksine bu dış perişanlıktaki insicamı bir araştırıcıdaki, uyanık bir düşünürdeki sakin bakışlarla seyrediyordu.” (s. 51)

Şairin “huzursuz duyguları” karşısında âlimin, düşünürün “sakin bakışı”. Âlime bu sükûneti, bu “şifa”yı sağlayanın ne olduğuna gelince... Bilebilmek, gizemleri bilimsel yollarla çözebilmek kişinin gezegeni yeri, yurdu hissedebilmesinin şartıdır. Bundadır şifa.

“Çocukluğunda, bilinmeze giden yolda sadece geçilmesi gerekli bir mihnet köprüsü olarak tasvir ettikleri bu dünya üzerinde insanın, kendisini yerinde yurdunda hissetmesi ne büyük şifa! Önceden bilinmiyeni ilim yoluyla bilmek, Allah’ın şimdiye kadar gizli kalmış o ‘hikmetinden sual olunmaz’ dedikleri iradesine bir göz atmış olmak; nüfuz edilemedikleri için künhüne erilemez kabul edilmiş bu tecellilerin içyüzünü anlamış olmak duygusu, insanı öylesine teselli ediyordu ki!” (s. 53)

Gelgelelim Borg roman ilerledikçe bu sükûneti koruyamayacak, deniz onda da şairde olduğu gibi kimi “huzursuz duygu”ya neden olacaktır. (Deniz, bu arada, Borg için romanda çifte iş görür. Huzuru kaçtığında sığındığı bir şeydir deniz, ama aynı zamanda başka zamanlarda onu huzursuz da eder.) Tahmin edilebileceği gibi, huzursuzluğun nedeni Borg’un karşısına Maria’nın çıkmış olmasıdır. Deniz bir kez daha barometre görevi görür romanda; huzuru da, huzursuzluğu da hisseden, hissettiren ve yansıtan deniz olur.

“Yalnızlıkta tekrar kendi benliğini bulmak üzere adımlarını aşağıya, deniz kıyısından yana çevirdi. […] Bir değişme olmuş, araya bir yenilik girmişti gönlünde, ona yalnız tabiatla ve insanlıkla karşı karşıya olduğunu duyuran o büyük yalnızlık hissini artık uyandırmıyordu; yanında, gerisinde biri vardı çünkü.” (s. 113)

“Üstün insan”ın bakış açısına göre kadın çocukla erkek arasındaki bir “geçit”tir ve erkekle denk olduğu düşünülemez bile. Beri yandan bu “üstün insanın” da sinirleri, arzuları vardır. Arzularıyla aklı arasındaki gerilimdir onu esas olarak huzursuz eden. Sadece huzursuz değil ama “şair” de eder – tabii ona özgür bir şairliktir bu, içerisinde çözümlemeler de barındıran bir şiir!

“‘Şimdi de şairlerin topyekûn bir senfoni diye adlandırdıkları dalgaların şu çağıltısını dinleyiniz. Bir an gözlerinizi kaparsanız daha iyi duyar, benim bu armoniyi tek seslere ayırmamı daha iyi anlarsınız. Önce bir makine dairesinde ya da büyük bir şehirdekine benzer bir uğultu duyacaksınız: Su kitlelerinin birbirlerine çarpmasıdır bu. Peşinden bir fışırtı duyacaksınız: Kamçılanarak köpükleşen daha hafif, daha küçük sulardır bunlar. Şimdi bileği taşına sürülen bir bıçak hışırtısı: Dalgaların kumlara sürülüşüdür bu. Derken bir çakıl arabasının boşalışına benzer bir şakırtı: Denizin sahile attığı ufak taşlardır bunlar. Sonra elimizi kulağımıza kapayınca duyduğumuz sesi andıran boğuk bir çınlayış: Önündeki havayı bir kovuğa sıkıştıran dalgadır bu. Ve son olarak bir gök gürlemesi gibi bir yuvarlanış: Taş zemin üstünde yuvarlanan, irice kaya parçalarıdır bunlar.’” (s. 137-138)

Borg’un Maria karşısındaki “öğreten adam” tavrı dikkati çekmiş olmalı, ama anlatımındaki şairane coşku da sezilmiş olmalı. (Romanı Behçet Necatigil’in çevirdiğini belirtmiştim, bunun Türkçe bilenler için büyük bir şans olduğunu söylemeye sanırım gerek yok, salt bu yukarıdaki alıntı bile bunu açıkça gösteriyor.)

Deniz karşısında kayıtsız kalmanın zorluğundan, imkânsızlığından ve coşkudan korkuya ânında değişebilen karmaşık duygulardan girmiştim yazıya. Strindberg’in açık deniz karşısındaki Borg’a atfettikleri de sadece ona has olmasa gerektir.

“Yeryuvarlağının bu kadar büyük bir parçasını bir anda görebilen göz, büyüklüklere açılmış gibiydi: Ufacık şahsiyet büyüyor ve bağıntılı kudretini hissediyordu. Boylu dalgaların yelkenliyi muazzam ritmlerleyavaştan kaldırıp indirdiği sırada Borg; coşkunluğun, bu hayranlığı bastırmak isteyen bir nebze korkuyla karıştığını görüyordu.” (s. 119)

“Yeryuvarlağının bu kadar büyük bir parçasını” görmek her zaman mümkün müdür peki denize gözlerimizi diktiğimizde? Mümkün değildir elbette, ama vurgulamak istediğim görüşe engel olan hava olayları, sis ya da yağışlar değil. Kimi zaman o kadar da büyük görünmez gözümüze, aksine alabildiğine dardır. Maria’yla ilişkisinin birçok iniş çıkışın ardından bütünüyle sona ermesinin ardından onun için görüş alanı daraldıkça daralır.

“O güne kadar dostluğunu aradığı tabiat, şimdi ölüydü Borg için; aradaki bağ, insan eksikti çünkü. Yücelttiği […] tek muhteşem tabiat parçası diye aradığı deniz, benliği genişledikçe ona dar görünmeye başlamıştı. Bu mavi, terementi yeşili, gri çember, onu bir hapishane avlusu gibi kuşatıyor; tekdüzen, küçük manzara onda bir hapishane hücresinin yarattığı ezanın aynısını yaratıyordu: Algı, izlenim kıtlığı!” (s. 239)

Borg farklı durumlarda farklı şekillerde Maria’yı manipüle etmeye çalıştıkça (ona göre sıradan insanların düzeyine inmek zorunda kaldığı için) buhranlara kapılır ve adadaki işler de kötüye gittikçe duygusal ve bedensel olarak dibe vurur. Yukarıda değindiğim, Açık Deniz Kıyısında hakkında kaleme getirdiği yazısında Selim İleri önemli bir noktaya dikkat çeker.

“Necatigil, önsözünde, ‘Bu sıralarda Nietzsche’nin etkisinde üstün insan anlayışına saplanmıştı’ diyor. Üstün insan anlayışının çöküşünü, paramparça oluşunu da barındırarak. Hem yaralanmış hem de yaralanmaya açık bir ifadeyle.”

Borg’un Maria’yla tanışıp yakınlaşmasının ve adada geçirdiği ayların ardından yaşadığı ruhsal sıkıntılar, gelgitler ve kapıldığı duygusal karmaşa (“çöküş”) bize şunu da söylüyor. Borg çok zaman sedirinde uzanıp denizi seyrederken gözledikleri ve öncesinde okudukları vasıtasıyla balık akınları, hava durumu vs konularda pek çok doğru noktayı saptayabiliyordur, ne var ki benzer muhakemeler yürütmek her durumda, her zaman doğru sonuca götürmez bizi; hele ki mesele insan ilişkileri, ondan da önce kendi iç dünyamızsa… Dalgalara maruz kalmadan, dibin karanlığına batıp çıkmadan, sürüklenmeden bilmek pek de mümkün değildir, kaldı ki bunlar bile bilmeyi güvence etmezler.

Denize bunca düşkünlüğümüzün ve karşısında kayıtsız kalamamamızın bir nedeni de belki budur.

 


[1] Behçet Necatigil’in Türkçeye çevirdiği roman ilk olarak 1951’de Açık Deniz Kenarında adıyla MEB Klasikleri arasında yayımlanmış. 1972’deki Varlık Yayınları baskısında Yaşar Nabi kitabın adının Açık Denizin Kıyısında olmasını istemiş ve öyle yayımlanmış. Selim İleri’nin aktardığına göre pek içine sinmemiş bu değişiklik. (‘Dudaklarında deminki kahkaha...’ - Kitap Haberleri - Radikal) Nitekim Everest Yayınları 2016’da bu romanı yeniden Açık Deniz Kenarında adıyla yayımladı. Ne var ki benim elimin altında Varlık baskısı var, 2016 baskısını tükendiği için edinemedim. Yazıdaki alıntılarda sayfa numaraları Varlık baskısından; o baskıdaki imlayı da olduğu gibi, değiştirmeden aktardım.

 

GİRİŞ RESMİ:

Seglare, August Strindberg, 1873, yağlıboya.