"1937 yılında Tan gazetesinde çıkmış yazı dizisine göre, 14. yüzyılda yaşamış İbni Batuta’nın seyahatnamesinde Haliç’in ‘taaffün etmekte’ olduğu yazıyormuş. Düşünün, yedi asır önce de birileri Haliç’in pis kokmaya, kokuşmaya başladığını konuşmuş, yazmış!"
09 Eylül 2021 18:30
Küçükken yazları her hafta, cumartesi günleri Adalar’a yüzmeye giderdik. Bazen Burgaz’da Kalpazankaya, bazen Büyükada’da Yörükali Plajı, Heybeli’de Alman Koyu… Ama en çok Sedef Adası’na giderdik. O zaman şimdiki gibi Büyükada’dan motorla gidilmiyordu; Bostancı’dan kalkan Şehir Hatları vapurları Heybeliada ve Büyükada’dan sonra Sedef Adası’na da uğrardı.
Denize girmek için Kozyatağı’ndaki evimizden kalkıp maaile Adalar’a gitmemizin sebebi hem kalabalık anakara plajlarından kaçmak hem de daha temiz, daha berrak sularda yüzebilmekti. Bugün düşününce komik geliyor aslında. Maltepe, Süreyya Paşa ya da Suadiye plajlarıyla Adalar’ın arası kaç kilometredir ki? Yani o kadarcık mesafede suyun temizliği-kirliliği ne kadar değişebilir?
Belki de değişirdi. Belki babam ve annem haklıydı iki küçük çocukla sabahın köründe kalkıp ta Adalar’a gitmekte. Şehrin lağımları şehrin kıyılarından suya karışıyordu sonuçta. Bostancı’da, iskelenin belki elli metre ötesinde koskocaman bir lağım ağzı vardı mesela. Kahverengi bir su akar, denize karışırdı. Yüzeysel kirliliği göre göre kıyıdan yüzmektense Adalar’dan suya girmek daha mantıklıydı. Göz görmeyince gönül katlanıyordu nihayetinde.
Hangi adaya gidersek gidelim, dönüşte Büyükada’ya, yazları orada yaşayan büyükbabamlara uğrardık. Bazen yer içer, son vapura güç bela yetişir, bazen bir gece kalır, ertesi gün de bu defa Viranbağ ya da Yörükali’de ‘deniz banyomuzu’ alır, öyle giderdik.
Bu ziyaretlerde felçli olduğu için sahile pek inemeyen büyükbabam arada lafı kirlenen Marmara’ya getirir, “Deniz nasıl?” diye sorardı. “Yosun çokmuş diyorlar.”
Yosun bir kirlilik göstergesiydi. Dibi yosunla kaplanan denizler pisti, öyle diyorlardı. Suyun kirliliği yosunların ne kadar yayıldığıyla, çoğaldığıyla ölçülürdü. Sonra büyükbabam bizi alır, gençliğine götürürdü. İnsanların Haliç’te bile yüzebildiği günlere… “Ben de yüzdüm, dibi görünürdü o zaman” derdi.
Serdar Soydan, Kalpazankaya'nın yosunlu denizinde. 1990'ların başları...
Annemin babası, yani dedem de bir Samatyalı olarak Kumkapı-Yedikule arasını anlatır dururdu. Sandal sefalarını, denizin cam gibi oluşunu, balık çeşitliliğini…
Ailesinin hali vakti yerinde arkadaşlarım, büyüklerinden duydukları “Marmara’da yüzmek mi? Ege ve Akdeniz dururken o pis sularda yüzülür mü hiç?” cümleleriyle bizi akıllarınca tahkir ederlerdi.
Küçüklüğüm İstanbul’da denizin, yani Boğaz ve Marmara’nın ne kadar kirlendiğini, nasıl kirlendiğini, balık çeşitliliğinin nasıl azaldığını dinleyerek geçti. Yosunlar, denizanaları, suyun üzerini kaplayan yağ tabakaları yahut Adalar’da şnorkelle yüzerken karides görüp görmediğimiz hep suyun temizlik/kirlilik kıstaslarıydı. Sonra koli basili çıktı. Derken bir senedir hayatımızda müsilaj var. Marmara’nın ölmek üzere olduğu, hatta öldüğü konuşuluyor. Kirlilik geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmiş ne yazık ki…
Boğaz’daki ve Marmara’daki kirliliğin dert edilmesi yeni bir şey değil tabii. Benim henüz doğmadığım, hatta dedemin dedesinin dahi doğmadığı zamanlarda da –inanmayacaksınız ama– bahsi geçiyormuş.
Birazdan anlatacağım, 1937 yılında Tan gazetesinde çıkmış yazı dizisine göre, 14. yüzyılda yaşamış İbni Batuta’nın seyahatnamesinde Haliç’in ‘taaffün etmekte’ olduğu yazıyormuş. Düşünün, yedi asır önce de birileri Haliç’in pis kokmaya, kokuşmaya başladığını konuşmuş, yazmış!
1937 yılının temmuzunda, dört gün boyunca Tan’da tefrika edilmiş, Selahattin Güngör imzalı[1] röportaja gelecek olursak…
Okuyuculara “İstanbul Kıyılarında” başlığıyla sunulan yazı dizisi şu paragrafla tanıtılmış.
“İstanbul bir deniz şehridir. Her İstanbullu denizde yıkanmak hakkını haizdir. Sıcaklar başlayınca herkes denize koşar. Fakat yıkandığımız yerler temiz midir? Deniz hamamlarına güvenilebilir mi? Nerelerde yıkanılabilir ve denizde yıkanma yerleri nasıl temizlenebilir? TAN iki haftadan beri, İstanbul’un maruf doktorlarından ikisinin refakatinde bir heyete, bütün sahilleri dolaşmak suretiyle tetkikat yaptırmış ve bütün bu sahillerin fotoğraflarını aldırmıştır. Bugünden itibaren bu fotoğrafları ve TAN muharririnin de bu sahillerin içyüzünü anlatan röportajlarını neşre başlıyoruz. Bu neşriyatın sonunda doktorlarımızın raporlarını neşredeceğiz.”
1937 yazında Tan muharririne arız olan bu temizlik merakı mesnetsiz değil. İstanbul’da tifo salgını var. Belediye ardı ardına temizlik önemleri alıyor, şehrin her yanında denetlemeler yapılıyor, hatta ne yazık ki çöpleri dağıttıkları için sokak hayvanları itlaf ediliyor, öldürülen kedi başına ödül teklif ediliyor vatandaşlara.
Böyle bir atmosferde yapılıyor bu tetkikler.
Zaten daha ilk tefrikanın sonunda tifo tehdidinden dem vuruyor Güngör. İlgili kurumların saydıkları ve sayacakları bölgelerde deniz girmeyi yasaklamasını istiyor.
“Hastalıklı kimselerin mikroplarını taşıyan çamaşırlar da bu sularda yıkanıyor. Eski paçavraların yüzdükleri yerde kendilerini bekleyen akıbetten habersiz yüzen yavrucuklar var. Bu yavrucuklar tifo mikrobunun deniz suyunda iki ay kadar yaşadığını düşünecek çağda değillerse, onlara bunu anlatmak ve açıkta denize girmeyi yasak etmek lazımdır. Yedikule’den Ahırkapı’ya kadar sahil mıntıkasında da denize girenler çoktur. Tophane ile Salıpazarı ve Fındıklı sahilleri de temiz değildir. Halkımızın sağlık işleriyle çok yakından meşgul olan alakalı makamların, bu saydığımız mıntıkalarda denize girmeyi derhal yasak edeceğine şüphe etmiyoruz.”
Yazı dizisinin ilk gününde Haliç’i, ikinci gününde Kumkapı-Samatya arasını, üçüncü gün Moda’dan Caddebostan’a kadarki kıyıları, son günse Karaköy-Bebek hattını dolaşıyor Selahattin Güngör. Yanında Tan gazetesinin foto muhabiri Hilmi var. Foto Hilmi!
Büyük oranda doğruca denize dökülen lağım sularından, atılan çöplerden şikâyet ediyor. Sanayi atıkları henüz dişe dokunur bir kirlilik kalemi değil, Ergene derin deşarj projesinin hayata geçmesine de uzun yıllar var tabii. Evsel atıklar ve lağım dışında sadece iki ‘kirletici’ söz konusu ediliyor. Biri Salı Pazarı Plajı yakınındaki gazhane:
“Sular o kadar fena kokuyor ki, kendimi alıştırıncaya kadar birkaç adım geride durmaya mecbur oldum.
Yıkanan çocuklar da kokudan şikâyetçi.
‘Gazhanenin ne kadar süprüntüsü, ne kadar pisliği varsa bu boru ile denize iner!’ diye anlatıyorlar, ‘Bugün, yine neyse… Bazı günler üstümüz başımız yağ içinde kalır.’
Bence açıkta girilmesi ilk evvel yasak edilecek yerlerden biri de burası olmalı.”
Diğeriyse Ortaköy’deki yemeni fabrikası:
“Tekrar tramvaya atlayarak Ortaköy’e geldik. Cami önündeki rıhtımda mayolu iki genç balık avlıyor, birkaç küçük çocuk da sularda kulaç atıyorlardı. Biraz ileride, suyun yüzü kıpkırmızı idi.
‘Ne olmuş bu suya?’ diye sordum.
Anlattılar.
‘Şuracıkta bir yemeni fabrikası var. Ara sıra yemenileri denizde yıkarlar!’
Boğaz’ın en göze çarpan bir köşesinden, her gün yardan, ağyardan binlerce kişinin vapurla önünden geçtiği bir denizin suratını maskara gibi boyamak reva mı ya!
Ne yazık ki bu suların altından da bir koca lağım akıyor. Bereket versin, akıntı şiddetli de, akan lağım sularım rengini bozamıyor.
Ancak ne de olsa lağımlı bir denize girmek tehlikeden salim değil.”
1937’den sonra kurulan fabrikaları, imalathaneleri düşünün. Sanayileşmenin hızını… Ve nüfus artışını…
Röportajlar bazen alınan tedbirlerin kifayetsizliğinden yahut fakir halk tabakasının yeterince düşünülmediğinden de dem vurarak eleştirel bir mahiyete bürünüyor. Selahattin Güngör, Yenikapı’dan Kumkapı’ya giderken lağımın hemen yanında yüzdüğünü gördüğü çocuklardan birine şöyle bir soru soruyor.
“Bu pis sularda niçin yüzersiniz?”
Çocuk yüzüme sitem dolu gözlerle baktı.
“Ya nerede yüzelim bayım?” dedi.
Kestirme tarafından susturucu bir cevap bulup veremedim. Evet… Bu çocuk nerede yüzsün? Denize girmek mademki zaruri ihtiyaçlar arasına girdi.
Ve mademki plajlara gidecek parası yok. O da bu ihtiyacı kesesinden bir şey çıkarmadan, nerede giderirse oraya koşacak.
Ama girdiği deniz lağım sularıyla bulaşıkmış! Tifonun alıp yürüdüğü bugünlerde çirkef kokan bu sularda yıkanmak tehlikeli imiş! Onun orası öyle olduğuna göre alınacak tedbir yalnız pis denizlerde banyo yapılmasını yasak etmekten ibaret kalmamalı, fakir halk tabakasına da parasız yüzebilecekleri temiz bir deniz köşesi gösterilmeli!
Bu yazı dizisi zülfüyâra mı dokunuyor, bilmiyorum, fakat dört tefrikada kesiliveriyor. Hatta üçüncü yazıyla dördüncüsünün arasına bir miktar zaman giriyor. Ayrıca üçüncü yazıdan itibaren Selahattin Güngör’ün üslubu biraz da yumuşuyor.
Mesela üçüncü yazıda sadece negatifliklere değil, Moda ile Suadiye arasındaki pek çok yerin temizliğine de dikkat çekiliyor.
“Moda’dan Caddebostan ve Suadiye’ye kadar uzanan sahillerde tertemiz yerlere çok rastladım. Hatta bu sahillerin en kirli parçaları bile Haliç denizi yanında zemzemle yıkanmış sayılabilirdi. Fakat Moda gibi, yerli yabancı, şehrin en güzide tabakasını içinde barındıran bir şehir parçasının sahilleri, gerek ki, hiçbir lağım suyuna bulaşmamış olsun ve burada denize girenler aldıkları banyodan sonra sıhhatlerinde endişeye düşmesinler. Bugünkü vaziyette ne Moda sahilleri ne de Moda deniz hamamları, tam manasıyla emniyetle banyo alınabilecek yerler değildir. Ancak toplanan süprüntüler ortadan kalkmak, yosunlar ayıklanmak ve bilhassa lağımların mecrası değiştirilmek şartıyla buralarını, kokudan ve pislikten kurtarabiliriz.”
Dördüncü yazının, yani tefrikanın sonuysa yine oldukça olumlu bir havada.
“Kuruçeşme’den sonra açık Boğaz başlıyor. Bebek Koyu bir gümüş ayna gibi karşımızda! Daha ilerilere gittikçe denizin de rengi yerine geldi. Artık Boğaz sularındayız.
Nasıl sıhhatli bir bünye içinde mikrop yaşatmazsa Boğaz suları da öyle... Süprüntüsüz, pisliksiz, şırıl şırıl, tıpkı bir nehir gibi akıyor.
Foto Hilmi ‘Buradan ileride iş yok, dönüyorum’ dedi.
Ona değil, buradan ileride bana da iş yoktu. Birlikte döndük.
Evet, “İstanbul Kıyılarında” tefrikası böyle bitiyor. Tanıtımda bahsi geçen iki doktorun raporlarıysa, bir ay kadar taradım Tan’ı, ne yazık ki yayınlanmıyor. Belki Tan gazetesi bir uyarı almış; halkı galeyana getirecek, belediyeyi, diğer ilgili kurumları kötü gösterecek bir tutumdan uzak durmaları istenmiştir. Belki de doktorlar suları test etmiş ve yeterince kirli bulmamışlardır. Bugün olsa daha müspet sonuç alacakları kesin.
Şimdi sizleri tefrikanın en sivri dilli, en sert yazısıyla baş başa bırakıyorum. Haliç’in hal-i pür-melalini ortaya koyan bu yazı, Haliç’te yüzdüğünü iddia eden büyükbabamın temizliğe ve sağlığa verdiği önemi de sorgulamamı sağlıyor.
İSTANBUL KIYILARINDA
Haliç’in pislik dolu kıyılarında çırpınanlar!
Frenklerin bir zamanlar bilmem ne münasebetle ‘Altın Boynuz’ adını taktıkları bizim zavallı Haliç’i görmeyeli yıllar olmuştu!
Dün onun dolambaçlı bataklığı üzerinde bir buçuk, iki saat kadar dolaştım.
Yer yer rengini değiştiren sularında değil denizin enginliğini, hatta dere suyunun saz benizli durgun güzelliğini dahi bulamadım.
Sandalcı eliyle gösteriyordu.
“Tekirdağı iskelesine geldik!”
İşte bir iskele ki, uzun müddet yıkanmamış bir insan teni gibi ağır kokular neşrediyor. Sahilde kaynaşan kalabalığa doğru sandalı çektik. Bunlar sözde deniz banyosu alan yavrucuklardı.
İçlerinden birine “Çocuğum,” dedim, “bu pis sularda yüzmekten korkmuyor musun? Bak, ortalıkta tifo var diyorlar!”
Minimini ellerini çırptı.
“Ben bu suyu içmiyorum ki... İçinde yıkanıyorum.”
Çocuklarla aramızda geçen bu konuşmaya birtakım hamallar da müdahale ettiler. İki parti olmuşlardı. Bir kısmı buradan lağım suyu geçmediğini iddia ediyordu. Ötekiler burunlarını havaya kaldırarak cevap verdiler.
“Duymiy misin, leş gibi kokiyi!”
Derken münakaşa büyüdü.
“O lağım mı ki?”
“Ya nedir?”
“Ziftli su akıyi...”
“Get işine… Lağım kokusunu bilme miyim ben!”
Artık dayanamadım. Suyun üzerinde yüzen süprüntüleri göstererek, “Ya bunlar ne?” diye sordum.
Hamalın biri omuzlarını kaldırdı.
“Aha, şu yüzen ekmek parçası... Az buçuk da tezek atmışlar. Hayvanlar terslemiş olmalı. Saman sapı, erik, şu, bu!”
“Ya üzerine konanlar?”
Zavallı, beni ömründe sinek görmemiş bir adam sanmış olacaktı ki haykırdı.
“Sinnek begüm… Sinnek onlar.”
“Affedersin,” diye gülümsedim, “ben onları arı zannetmiştim!”
Sandalla ağır ağır yolumuza devam ettik. Unkapanı iskelesinde çocuklar batmış bir kayığın çamurlu suları içinde çırpınıp duruyorlardı.
Fotoğrafçı arkadaşı görünce hemen poz aldılar.
“Çek amca… Çek resmimizi.”
Zaten böyle bir arzu izhar etmeseler de, bizim arkadaş kendiliğinden resimlerini çekmeye hazırlanmıştı. Çocukların içine daldıkları su o kadar siyahtı ki, biraz evvel oradan sürü halinde birkaç yüz mürekkep balığı geçmiş olsa, denizin rengini ancak bu kadar değiştirebilirdi.
Taş iskelesi önünde Haliç bir kat daha bulanmıştı. Sandalcı kürekleri çocuğuna vererek dümen başına kendi geçti. Sebebini sorunca “Ha puraları cıvık çamurdur,” dedi, “sandal saplanırsa, dokuz alamana kayığı çıkaramaz!”
Sonra bize uzaktan bazı noktalar işaret ederek sözüne devam etti.
“Bu gördüğünüz yerlerin on karış aşağısında deniz arama!”
Boş bulunup sordum.
“Neden?”
“Pislik, süprüntü toplana toplana, böyle adalar peydahlamıştır. Farkına varmadığın gibi, alaşağı edersin sandalı...”
Ben sandalcı ile konuşurken Foto Hilmi de boş durmuyordu.
O, bugün bir garip deniz avına çıkmıştı. Çirkefli sularda yıkanan birini gördü mü, hemen objektifle nişan alıyordu.
Sandalcı bizi Cibali önlerinden geçirerek Ayakapı, Yenikapı, Fener, Balat, Ayvansaray... Durmadan dolaştırdı. Geçtiğimiz yerlerde, Yemiş’ten Ayvansaray’a kadar hiçbir sahil parçası yoktu ki, çöp karargâhı haline gelmiş olmasın. Denizin üzerinde bazen öyle kesif yağ parçalarına rastladık ki, tiksinti duymadan önünden geçemedik. Kirli su akıntıları, balıkhanenin yanından başlayarak bütün Haliç’i kaplıyordu.
Haliç’te denizi hakiki rengiyle görmek imkânı yoktu. Akla gelebilen bütün süprüntülerden birer numune bulmak kabildi burada: Pabuç eskisinden sarımsak sapına ve kedi, köpek leşlerine kadar...
Sandalcı küreklerini yosunlu sulara bırakarak sordu.
“Kasımpaşa’ya da geçelim mi?”
“Elbette! Orayı da görmeliyiz” cevabını alınca, “Öyleyse kolonya şişesini hazırlayın!” diye gülümsedi.
Kasımpaşa’ya yaklaşırken sandalcıya hem yerden göğe kadar hak verdim hem de yanımda bir küçük kolonya şişesi bulunmadığına esef ettim.
Yüz metre kadar ilerden koku başlamıştı. Rüzgârın havada uçurduğu öğürtü verici zerreler içimi altüst etti. İnsanın kokudan burun direği kırılır mı derlerse, artık tereddüt etmeden “Evet!” cevabını verebilirim!
Kasımpaşa Deresi’nin geçtiği köprü altında deniz diye bir şey yoktu. Burası açıkta akan, korkunç, hastalık yuvası bir gerizdi!
Fotoğraf objektiflerinde eğer kokuları tespit edecek kabiliyet olsaydı, bu resimlere burunlarını tıkamadan bakabilecek okuyucunun tahammülüne gerçekten şaşılırdı.
Mendil burnumda, sandalcıya “Aman dönelim” dedim!
Tam bu sırada iskeleye bir vapur yanaşmıştı. Pervanenin üzerinden geçtiği deniz sathı kırk yıl suyu değişmemiş bir havuz gibi karışınca büsbütün korktum. Sandal bu çamurlu anafor içinde kaybolabilirdi.
Kendi kendime “Tarihçi İbn-i Batuta’nın, mezarında kulakları çınlasın” dedim. Altı asır evvel ‘taaffün etmekte olduğunu’ kaydettiği Kasımpaşa Deresi’ni altı asır sonra ziyaret etmek mümkün olsa yine aynı halde görecekti!
İlerde bir yer gösterdiler: Çöp iskelesi imiş.
Şaştım. Çünkü, çöp iskelesinde bir tek çöp yoktu.
Ama neme lazım! Haliç baştan başa çöplük olduktan sonra…
Dönerken Yemiş İskelesi’ni bir daha gözden geçirdik. Acıklı hal! Sahil toprakları yer yer çökmüş, şurada burada birikinti sular...
Sandalcı “Beyim,” diyor, “siz buraları on beş gün sonra görmelisiniz. Pislikten acaba sandal yol bulup geçebilir mi?”
Bu kısa seyahat, hepimizin bildiği bir hale dikkat gözümüzü çekse yeridir:
Dört yanı denizle çevrili olan İstanbul’da, rast gelen, rast geldiği yerde denize giriyor.
Eski bir atalar sözümüze göre, ‘köpek mürt olmakla deniz murdar olmaz’mış! İyi ama unutmamalı ki, bu söz söylendiği zaman rahmetli Pastör henüz doğmamıştı. Ve mikrop denen lanetlinin adını bilen yoktu. Bugün ise her şeyin pis ve temizi olduğu gibi, mikroplusu ve mikropsuzu var. Artık denizin de murdar olabileceği kabul edilmiştir. Bu böyle olduğu halde halkımızın çoğu pek ince eleyip sık dokumuyor. Hele fakir tabakayı teşkil eden insanlar, denizde hangi deniz olursa olsun, bedava yıkanmak imkânını bulunca, soyunup giriyor. Düşünen yok ki, Haliç ve hatta yalnız Haliç değil, Ahırkapı’dan başlayarak Yedikule’ye kadar bütün Marmara sahilleri lağım sularının parça parça aktığı yerlerdir.
Hele mezbahanın yanından itibaren Galata tarafındaki su ve yağ iskelesine kadar bütün deniz suları lağım suyu ile mutlak surette bulaşıktır.
Kasımpaşa Deresi’yle Dolapdere’den süzülerek gelen bu pis sular doğruca Haliç’e dökülüyorlar. İşçiler ve fakir halk çocukları bu sularda banyo yapmakla türlü hastalık mikroplarının seyyar yuvaları oluyorlar.
Hastalıklı kimselerin mikroplarını taşıyan çamaşırlar da bu sularda yıkanıyor. Eski paçavraların yüzdükleri yerde kendilerini bekleyen akıbetten habersiz yüzen yavrucuklar var. Bu yavrucuklar tifo mikrobunun deniz suyunda iki ay kadar yaşadığını düşünecek çağda değillerse, onlara bunu anlatmak ve açıkta denize girmeyi yasak etmek lazımdır. Yedikule’den Ahırkapı’ya kadar sahil mıntıkasında da denize girenler çoktur. Tophane ile Salıpazarı ve Fındıklı sahilleri de temiz değildir. Halkımızın, sağlık işleriyle çok yakından meşgul olan alakalı makamların, bu saydığımız mıntıkalarda denize girmeyi derhal yasak edeceğine şüphe etmiyoruz.
[1] Aslında tefrikaların üçünde imza yok. Ancak üslup bütünlüğünü ve bir tefrikada Selahattin Güngör imzası olduğunu hesaba katarak böyle bir yargıya varıyorum.