Samanta Schweblin: “Zehir şişesi ne kadar küçükse, zehir o kadar güçlüdür.”

“Gerçek olarak kabul ettiğimizle gerçek olmayan arasında çok ince bir çizgi var. Mümkün olanla olmayan arasında. Bu çizginin kırılganlığı beni büyülüyor. ‘Normallik’ hikâyelerde her zaman kırılmak içindir ve bu yüzden aniden gerginlik veya huzursuzluk hissedersiniz.”

01 Eylül 2022 18:30

Samanta Schweblin’in kısa öyküleriyle Ağızdaki Kuşlar ile tanıştık,  ardından Yedi Boş Ev geldi. Schweblin bu söyleşide de önemle altını çizdiği gibi kısa öyküler yazmanın enerjisini çok seviyor. Kendisiyle edebiyata olan bağlılığını, enerjisi ve gerilimi yüksek öykülerini konuştuk...

***

Buenos Aires Üniversitesi’nde film yapımı bölümünde okumuşsunuz. Edebiyat başından beri hayatınızda hep var mıydı, yoksa hayatınızın çeşitli evrelerinde yavaş yavaş mı girdi?

Edebiyat başından beri vardı. Ben çocukken ve yazmayı bile bilmezken anneme hikâyeler anlatırdım, o da benim için bir deftere yazardı. Bir nesne olarak kitap kavramını zaten sevmiştim ve ona başlığı nereye koyacağını ve çizimleri yapmam için paragraflar arasında ne kadar boşluk bırakması gerektiğini söylerdim. Gençliğimde şiirler ve hikâyeler yazardım ve liseyi bitirdiğimde kurgu yazmanın hayatımın A planı olacağını biliyordum. Ama üniversitede edebiyat kariyeri katı ve teorik bulduğum bir şeydi. Her zaman aynı soruyu empoze eden bir disiplini incelemek istedim: “Nasıl bir hikâye anlatabilirim?” Ve film yapımcılığı buna sadece olay örgüsü perspektifinden değil, aynı zamanda ses, kurgu, oyunculuk ve fotoğrafçılıkla da cevap veriyordu. Ayrıca sinema üniversitesinde herkes “film yönetmeni” olmak istiyordu ama oturup bir hikâye üzerinde çalışmak isteyen çok fazla öğrenci yoktu. Ben o öğrenciydim ve sınıf arkadaşlarımın çoğunun hikâyelere ihtiyacı vardı.

Neden kısa öykü yazmayı tercih ediyorsunuz?

Ben kısa öykü geleneğinden geliyorum. En büyük Arjantinli yazarlar çoğunlukla Cortazar veya Bioy Casares gibi kısa öykü yazarlarıydı ve bazıları Jorge Luis Borges gibi hiç roman yazmamıştı. Ama aynı zamanda yetişkin bir okuyucu olarak, kısa öykü edebiyatına âşıktım – Ray Bradbury, Kafka ve Gabriel García Márquez. Kısa öyküler sadece üç beş sayfada ruh halinizi, dünya algınızı ve hatta herhangi bir şey hakkındaki önyargılarınızı değiştirme gücüne sahiptir. Bunu yapmak için kısa öykü süper güç hapları gibi olmalı. Bu yoğunluğu, bu enerji yoğunluğunu seviyorum kısa öykülerin. Şimşek gibi çok parlak ve elektriklenmiş oldukları için.

Julio Cortazar, Bioy Casares, Jorge Luis Borges

Öykülerinizde genellikle herhangi bir günün günlük, sıradan fakat gerilimli bir detayına odaklanıyorsunuz. Basit gibi görünen sıradan olaylar aynı zamanda gerilimli ve kırılgandır aslında ve kısa öykü formatını büyük ölçekli olarak oluşturan da budur diyebilir miyiz?

Gerçek olarak kabul ettiğimizle olmayan arasında çok ince bir çizgi var. Mümkün olanla olmayan arasında. Bu çizginin kırılganlığı beni büyülüyor. Bu çizgi, öğrendiklerimize, bize anlatılanlara ve en çok da toplum olarak hemfikir olduğumuz şeylerin mümkün olup olmadığına dair o kadar çok şey anlatıyor ki, toplum olarak “normallik” olarak gördüğümüz şeyin demokratik veya matematiksel bir kavram değil de, bize dayatılan bir şey, bir güç kavramı olması beni çok şaşırtıyor. Benim için yazmak bu sınırları aşmak demek. “Normallik” hikâyelerde her zaman kırılmak içindir ve bu yüzden aniden gerginlik veya huzursuzluk hissedersiniz.

Yedi Boş Ev’de yine aile, ilişkiler, çocuklar, yalnızlık… var. Bu kitaptaki öykülerinizin diğer kitaplarınızdaki öykülerinizden farkının ne olmasını istediniz?

Kısa öyküler yazdığınızda her hikâye bir dünyadır. Kitabı kapatmaya başladığınız ve muhtemelen bazı hikâyelerin dışarıda kalması gerektiğine ve bazılarının hâlâ yazılması gerektiğine karar verdiğiniz âna kadar ortak konuların ne olduğunu anlamak zor. Çünkü hikâyeler olay örgüsüyle birbirine bağlı olmasa bile, o atmosferin içinde olduklarını, kitap boyunca organik bir yol oluşturmaları gerektiğini ve kendi aralarında da iletişim damarları oluşturabildiklerini hissetmek hoşuma gidiyor. Sorunlar garip bir şekilde daha az düşündüğüm şey. Önemli olmadığı için değil, doğal olarak tezahür etmesini sevdiğim için. Ve her zaman çalışmak. Öykülerin her biri için her zaman çalışmak önemli. Bu kitabın her yerinde aileler, evler, çıplaklıklar, taşıma kutuları ve giysiler var. Önceki öykü koleksiyonlarda yoklar ve planlanmamıştı. Yedi Boş Ev’i yazdığımda, ülkeler ve kıtalar arasında, Buenos Aires’ten Berlin’e, annemle babamı ve kız kardeşimi bırakarak sürekli kutu ve bavul taşımakla uğraşıyordum ve muhtemelen şimdi uzaktan görebiliyorum, kendimi çok kırılgan hissediyormuşum. Ve çıplak.

Annesini yönetmek zorunda kalan çocuklardan dış dünya ile ilişkisini keserek kendi gerçekleriyle yaşayan yaşlılara, kayınvalidesi için ilaç alan kişinin kafa karışıklığına kadar pek çok farklı karakter… Yedi Boş Ev kitabınızdaki hikâyelerde yazdığınız karakterler deliliğe daha yakınlar gibi...

Bu hikâyelerde çok yumuşak bir delilik var, haklısınız. Ama belki de kendi ruh sağlığımız için buna delilik dememeliyiz. Gerçeklik fikrinin ne kadar kırılgan ve “mümkün olanın” ne olduğundan bahsediyorduk. Aynı tür kültürel dayatmalar, delilikle ilişkilendirme eğiliminde olduğumuz birçok davranış için de geçerlidir. Bu karakterlerin çoğu yıllardır sorunlarını çözmek için mücadele ediyorlar. Yeni bakış açıları ve çözümler buldukları bu çok ince delilik durumuna kendilerini bırakıyorlar.

Yukarıdaki sorunun devamı olarak Lola karakterinden ve “Mağaramsı Nefes” öykünüzden ayrıca bahsetmek istiyorum. Kısa bir öykü bu ama anlatılan hikâyenin kapsamına, bize neler hissettirdiğine ve Lola karakterinin zarif yaratılışına baktığımızda, uzun bir hikâye olabileceğini düşünmeden edemedim – hatta kısa bir roman. Lola’yı nasıl yarattınız? Tanıdığınız bir karakter mi, yoksa birkaç karakterin birleşimi mi?

Yayıncılarım da hikâyeyi “uzatıp” bir roman yazmamı önerdiler, evet. Ama kısa hikâyeleri severim! Annemin sık sık dediği gibi, zehir şişesi ne kadar küçükse, zehir o kadar güçlüdür.

Lola’nın karakterini Nora adını verdiğim üvey büyükannemden yola çıkarak oluşturdum. Aynı solunum problemlerine sahipti ve Lola’nın yaptığı numarayı yaptı, solunum seslerini kapatmak için ıslık çaldı. O da Lola gibi ölmek için elinden geleni yapıyordu. O kadar bilinçli bir şekilde değil, edebiyat bunu daha ilginç uçlara götürebilir elbet ama niyet oradaydı, hissedebiliyordum. Nora’nın kocası –büyükbabam– önce öldü ve bence bu Nora için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Bu hikâyeyi yazmanın benim için bu sebeplerden büyük zorluğu vardı: Gerginliği seviyorum ve genellikle bu güçlü araç etrafında kurgu oluşturmaktan zevk alıyorum. Ama Lola’nın hikâyesinin farklı bir şeye ihtiyacı vardı. Temelde hayattan sıkılıyor ve en büyük sorunu, hayatı boyunca hiçbir şey olmamış ve şu anda da hiçbir şey olmuyor. Yani yazmaya başladığımda sorum şuydu: Böyle bir şeyi gerilimin gücünü kaybetmeden yazabilir miyim? Mümkün mü? Buna değer mi? Bu hikâyenin tonuyla organik olur mu?

Dünya bir pandemi döneminden, hemen ardından patlak veren sıcak bir savaştan ve çok ciddi bir ekonomik krizden geçiyor. Bu süreçlerden sonra dünya gerçekten yenilenebilir mi? Umutlu musunuz?

Yenilenecek, kesinlikle! Düşündüğüm şey ise bu yenilemeye dahil olacağımız. Ben iyimser bir kötümserim. Harika bir dünya olacak, çünkü doğa her zaman yolunu bulur. Ama artık doğaya davet edilmeyebiliriz!