"Tarzları ve coğrafyaları farklı iki öykü kitabı: Tuğba Çelik’in Yolda Ansızın’ı ile Yedi Boş Ev, Samanta Schweblin’den. Birinin başlığında ev, birininkinde yol geçse de yollarımız eve çıkıyor, çünkü ev kendimizi attığımız, büyüttüğümüz, sevdiğimiz, öldürdüğümüz o tuhaf aile biriminin yerleşkesidir."
01 Eylül 2022 19:00
Çocuklarını kadere veya eski eşe kaptıranlar, kapıyı çekip çıkarak her şeye yeniden başlamak isteyenler, delilik diye tabir edilen ruh hallerinin sınırlarında gezinenler, isteyerek veya istemsizce bir unutuşa sığınarak hayata tutunmaya çalışanlar, ölmek isteyip de başaranlar ve de ölemeyenler… Yazım stilleri, kahramanlarının dilleri, kültürel alışkanlıkları, günlük yaşamları farklı olsa da art arda okuduğum iki kitap sıklıkla kafa yorduğum “ev nedir, ev neresidir?” gibi sorularla bir kez daha meşgul etti beni. Hollanda’nın Den Haag kentinde, pandemi sebebiyle geleneksel olduğu üzere kış yerine 16-19 Haziran 2022’de yaz versiyonu yapılan uluslararası edebiyat festivali Winternachten’ın bu yılki teması da bu idi: “Bu Kimin Evi?” Programı yapanlar eşsiz Toni Morrison’ın Yuva kitabının girişindeki şiirden esinlenmiş:
Kimin evi bu?
Kimin gecesi
Işıkları dışarıda bırakıyor böyle?
Söyle, bu ev kimin?
Benim değil.
Ben başka bir evin hayalini kurdum
Daha sevimli, ışıl ışıl.
Boyalı kayıkların geçtiği bir göle,
Bana açılan kollar kadar geniş tarlalara bakan.
Bu ev yabancı.
Gölgeleri yalancı.
Anlat o zaman, söyle,
Neden kilidi anahtarıma uyuyor?
(Toni Morrison, Yuva, çev. Püren Özgören, Sel Yayıncılık, 2021, s. 6)
Tuğba Çelik’in çiçeği burnunda kitabı Yolda Ansızın birbirine bağlanan 13 hikâyeden oluşuyor. Anlatı iç içe yerleştirilmiş kutular misali açılıyor; zaman, mekân ve karakterlerin yaşam parçacıkları paylaşıp paslaştığı bir oyun okuyoruz adeta. Sanki kocaman bir sahnede birden fazla oda var, kahramanlar farklı kapılardan girip çıkıyor ama ortada buluşuyor. Bu labirentimsi yapı okuma zevkine ayrı bir hoşluk katmış. Hikâyeler içinde bulunduğumuz günlerde, Ankara’da geçiyor. Haliyle yargılar, ikilemler, endişeler de güncel. 30’lu yaşlarında intihar etmiş bir erkeğin ardından konuşulanlar mesela:
“Yazık anasına babasına. Enteliz, baskı altındayız, kimse değerimizi bilmiyor diye intihar ediyorlar. Yapın sanatınızı, kimse size bir şey diyor mu? Madem kaldıramıyorsunuz zorluğu, girin düzenli bir işe, salla başı al maaşı, yolunuza bakarsınız.”
“Öyle demeyelim komiserim. İyi çocuktu.” (s. 62)
Tuğba Çelik akademisyen yazarlardan; Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’ndan sonra Hacettepe Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı’nda yüksek lisans yapıp 2010’da Ankara Üniversitesi’nde Uygulamalı Dilbilim’de doktora eğitimini tamamlamış bir Türkçe eğitimi doçenti. Uzun yıllar Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra Magosa ve Niğde’de devlet üniversitelerinde çalışmış, 2019’da istifa etmiş. TED Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi gibi okullarda yarı zamanlı öğretim üyesi olarak dersler vermeye devam eden yazarın iki kitabı daha var: “Çağdaş bir dil ve edebiyat öğretimi nasıl gerçekleştirilebilir?” sorusundan yola çıkmış Dil ve Edebiyat Öğretimi ile sanat ve düşüncenin insanın varoluş sorgulamasına yaptığı katkılardan alınan ilhamla yazılmış, özelinde varoluşçu felsefeden doğan ya da beslenen romanların benzerliklerini ortaya koyan, Gürsel Korat’ın romanlarını bu bağlamda tartışan Varoluş ve Roman. Yolda Ansızın ilk kurmaca kitabı. Devamı gelecek diye düşünüyorum.
Yedi Boş Ev’in yazarı Samanta Schweblin ise Buenos Aires doğumlu. Sinemacılık eğitimi gören yazarın Yedi Boş Ev dahil üç öykü derlemesi var; diğer ikisinin ismi El Núcleo del Disturbio (Karmaşanın Merkezi) ile Ağızdaki Kuşlar. Öyküleri Arjantin ve Güney Amerika’da pek çok ödüle layık görülen Schweblin, Granta dergisi tarafından İspanyolca dilinde eser veren en iyi genç yazarlar arasında gösterilmişti ki, Granta yeteneğin kokusunu iyi alır; nitekim ilk romanı Kurtarma Mesafesi 2017 Man Booker Ödülü kısa listesindeydi.
Yedi öyküden oluşan kitabın evleri Yolda Ansızın’daki evlerin akrabayla, eşle dostla çevrili, görünürde kalabalık hayatlarıyla karşılaştırıldığında daha da kendine dönük. Kocaman bir büyüteçten çekirdek aileleri dikizliyoruz adeta; etrafta çok az insan var ama az lafla çok hayatlar anlatıyorlar. Tuhaf karakterlerinin tekinsiz, insanın içine işleyen halleri son sayfayı çevirdikten sonra da bırakmıyor okurun peşini. Evlerde birileri yaşıyor ama onlar da tıpkı o dört duvarın kendisi gibi her an kalkıp gitmeye hazır. Kutular yapılmış, çekip çıkılacak kapılar açık.
“Kendimi bildim bileli evlere bakmak için dışarılarda geziniriz, yakışmayan çiçek ve saksıları bahçelerden alırız. Sulama aletlerinin yerini değiştirir, posta kutularını düzeltir, ağır olduklarından çimlere konmaması gereken süs eşyalarını kaldırırız. Ayaklarım pedallara yetişecek yaşa geldiğimde arabayı ben kullanmaya başladım. Böylece annem biraz daha özgürlük kazandı. Bir defasında tek başına beyaz bir bankı yüklenip ön komşumuzun bahçesine taşıdı. Hamakları söktü. Yabani otlar ayıkladı. Üstünde Marilú 2 yazan aşırı derecede rüküş tabelaları üç kez parçaladı. Babam bu olayların bazılarından haberdar olsa da annemi bu sebeple bıraktığını sanmam.” (s. 23)
Edebiyat bu küçük müesseseyi sıklıkla konu edinir çünkü ev sığınaktır. Yolda Ansızın’ın “İçim Deniz Dışım Deniz”deki öksüz oğlanının yaşamak dediğimiz aralıksız ve süreli eylemi sürdürebilmek için en azından “başını sokacağı” bir mekâna ihtiyacı vardır ve hayatı bunun üstüne kurulmuştur. Amcası onu bağrına basıp büyümüştür ama oğlan ergenliğe girince kendi kızıyla “istenmeyen bir durum” olmaması için onu her şeyden önce güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu düşündüğü aile birliğinden sürüp çayhanesinin bir odasına yerleştirmekte bir beis görmez.
Yazmaya doymayız, çünkü ev politiktir. “Alnımdaki Yara Senin İçin” isimli öyküsünde Tuğba Çelik öyle bir karakter yaratır ki, evde kocasından şiddet gören kadın kahraman dışarıdan, en yakınından gelecek yardımı bile reddeder, çünkü yaşadığı şiddeti normalleştirmek öğretilmiştir ona. Kadınca Bilmeyişlerin Sonu, 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat kitabında Duygu Çayırcıoğlu’nun da söylediği gibi, aslında kişisel olan politiktir:
“Geleneksel ataerkil toplum düzeninde baba figürüne dayandırılan yasalar ve düzenlemeler modern toplumda, Pateman’ın başvurduğu Freudyen tabirle ‘babanın öldürülmesi” ile, erkek kardeşler arasındaki toplumsal sözleşmeye dönüşür. Bu ‘kardeşlerarası toplumsal sözleşme’ herkesin eşit olduğu iddiasına karşılık kadınların haklarının düzenlenmesi bakımından eksik kalmıştır. Ev içindeki ilişkilerde erkeğin karısı ve çocukları üzerinde iktidar kurmasının önü açılmıştır (…) İşte, feminizm ev içindeki bu kontrolsüz iktidarı sorunsallaştırır, ‘kişisel olan politiktir’ itirazıyla kadınların maruz kaldığı baskının politik boyutunu tartışır; ev içi emeğin görünmezliğini, cinsel şiddetin ailenin mahremi diye örtbas edilişini, aile kurumunun yüceltilmesini mesele eder.” (s. 67)
Yedi Boş Ev’in “Dışarı Çıkmak” öyküsünün kadın kahramanı belki “Alnımdaki Yara Senin İçin”in kahramanı gibi kocasından dayak yemiyordur ama toplum tasarımı bu modern birimin dört duvarı ona dar geldiğinden çıkıp gider kapıdan bir gece, aniden, üstünde bir bornozla.
Evler şendir, evler kâbustur. İstatistiki bilgi edinmenin deveye hendek atlatmak kadar zor olduğu Türkiye’de kadın haklarını savunup ihlalini belgelemeye ant içmiş bir avuç kurumdan Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformunun Haziran 2022 raporuna göre kaydı tutulabilen 31 kadın cinayeti ile 22 şüpheli ölümde kadınların % 74’ü evlerinde öldürülmüştür. Ev, yer yer, cinsiyeti ne olursa olsun güçlünün egemenliğini ne pahasına olursa olsun kurduğu o karanlık indir.
Oysa ev, yeri geldiğinde içimizi ısıttığımız yurttur. Bu yüzden yaşadığımız mekânları değiştirirken bize o temel güven duygusunu anımsatacak fiziksel maddeleri kutular dururuz. Tıpkı Schweblin’in “Kırka Kırk” öyküsündeki, İspanya’ya taşınmadan önce yanında götüremeyeceği eşyaları depoya kaldırmış, Buenos Aires’e dönmüş olmalarına rağmen o eşyalarla yine de buluşamamış olmanın rahatsızlığını çeken kahramanı gibi:
“Bir süreliğine sustuğunda önümdeki dergiyi yeniden açmaya yeltendim, ama yeniden konuşmaya başladı:
‘Tanrı’dan bir şey isteyeceğim zaman şöyle derim: Tanrım, hayırlısı neyse onu yap’, ve uzun uzun iç geçirdi. ‘Gerçekten, asla belli bir istekte bulunmam. İnsanları dinleye dinleye anladım ki çoğunlukla kendileri için en hayırlı olanı istemiyorlar.’
Sonra başının çok ağrıdığını, midesinin bulandığını söyledi ve benden zahmet olmazsa gidip Aspirin satın almamı rica etti.
İstasyondan bir tren daha ayrılıyor. Dilenci bana bakıp, ‘Siz de mi binmiyorsunuz?’ diyor.
‘Kutularıma ihtiyacım var’ diyorum, çünkü aniden onları hatırlıyorum ve asıl istediğimin, halen bu bankta oturma sebebimin onlar olduğunu anlıyorum. (s. 102)
Asıl arzumuz belki, yaştan bağımsız büyüyüp dururken kaybolsak da döndüğümüz yuvaların kilitlerine tastamam uyan anahtarlardır.
•