Nasılsa Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve büyük, derin Doğu’nun yazarı Necip Fazıl var. Safiye Erol, yerli ve millî olan dâhil, hiçbir çevreye uygun bulunmuyor...
02 Mayıs 2019 09:30
Birkaç yıldır sağ-muhafazakâr cenah, kültürel iktidar tartışmalarını Gramsci’nin “hegemonya” kavramı üzerinden yürütüyor. Egemen olmanın yetmediğini düşünenler niyetlerini açık eden bir kavram seti seçmiş sanki. "Daha nem olacaktın bir tanem" demeyin, çünkü Gramsci’ye göre egemen olmak ile hegemonik olmak farklıdır. Devlet zora ve siyasal egemenliğe dayalı bir iktidar alanı iken, sivil toplum rızaya dayalı hegemonya alanıdır ve devlet ancak hegemonya tesis edildikten sonra ele geçirilebilir. Rıza üretimi ile eşitsizlik ve kapitalizmin şiddet içeren boyutu meşruiyet kazanıp görünmez kılındığı gibi, sivil toplum alanında, ezilenlerin de bir kısmının rızasıyla, entelektüel egemenlik sağlanır. İşte, bu nedenle ele geçirilmek istenen, siyasal, ekonomik, toplumsal iktidara ilaveten, kültür alanıdır.
Toplumsal yapıyı merkez-çevre yahut laik-dindar ikiliği üzerinden okuyan sağ, İslamcı, muhafazakâr çevre, bu tartışmada da meseleyi Cumhuriyet elitlerinden başlatır ve kültürel iktidar mücadelesinin hâlen Batılı, laik kesim lehine sürdüğünü şikâyetle tespit eder. Mesela “Kemalist hegemonyanın zımnen tesis edildiği alanlar…(olarak) mizah, sanat ve sinema” sayılır. (bkz). Lakin kültürel iktidarla mücadele için yürütülen karşı hegemonya çabalarında gelinen noktayı en iyi anlatan sembol, hem ticarî araçların arka camında hem de AKP yöneticilerinin salonlarında asılı Osmanlı tuğrası taklitleridir bana kalırsa.
Ancak tüm iktidar iştahı veya sınır bekçiliği arzusu içinde dahi her mahfilde görmezden gelinen, uzak durulan alanlar, sanatçılar mevcut. Mesela Safiye Erol bu yazarlardan biridir. İlgi görmemesinin sebebi romanlarının edebî açıdan yetersiz olması değil. Bir köşede sessizce parıldayan değerli taşlar gibi duruyor kitapları. Ancak bazıları gazetelerde tefrika olarak kalan, bazıları basılan romanlarına 2000’li yıllara gelinceye değin sadece sahaflarda rastlanabiliyordu. Safiye Erol’un en iyi dostu olan Sâmiha Ayverdi’nin kardeşiyle birlikte kurduğu Kubbealtı Neşriyat olmasaydı, muhtemelen hâlâ okuyamıyor olacaktık bu güzelim romanları. Peki, neden bilinmiyor Safiye Erol? Belki de Murat Belge’nin Radikal gazetesinde yayımlanan yazısında[1] söylediği gibi “bu ülkede, bu ülkenin edebiyatında kimin önemli olması gerektiğine karar veren çevrenin dışındaydı ve o çevreye 'Kalıcı olmak istiyorum' dilekçesini ('iyi hal kâğıdı' eşliğinde) sunmayı unutmuştu”. Gelin, hayat öyküsü ve romanlarına biraz yakından bakarak etrafındaki ıssızlığı, o çevrelerin neden dışında kaldığını anlamaya çalışalım.
Safiye Erol (1902-1964) Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan. İlköğrenimini İstanbul’da Alman mektebinde, lise, üniversite ve doktora eğitimini ise Almanya’da tamamlamış. Münih Üniversitesi'nde felsefe ve edebiyat eğitimi görmüş. Yazmayı hep sevmiş. Anılarında bir profesörünün kendisine “Sen Türkler’in Selma Lagerlöf’ü olacaksın” dediğini aktarır[2]. Doktorasının ardından 1926’da Türkiye’ye döner ve Millî Mecmua, Her Ay gibi dergilerde küçük hikâyeleri, çevirileri yayımlanmaya başlar. İlk romanı Kadıköyü’nün Romanı’dır ki 1935’te Vakit gazetesinde tefrika edildikten sonra, kitap hâlinde çıkar. Ardından ilk olarak 1938’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Ülker Fırtınası (1944), sonra en çok sevdiğim dediği Ciğerdelen (1946) ve 1955 yılında Tercüman gazetesinde tefrika edilen Dineyri Papazı adlı romanları gelir. Hikâyeleri Leylak Mevsimi adı altında, ölümünden çok sonra, 2010 yılında Kubbealtı Neşriyatı’nca yayımlanır. Aynı şekilde, gazete ve dergi yazıları da Makaleler adıyla 2002 yılında aynı yayınevi tarafından basılmıştır.
Romanlarından ve Makaleler adlı kitabındaki bazı denemelerinden Safiye Erol’un tasavvufî yönü ağır basan inançlı biri olduğu anlaşılır. Nitekim Sâmiha Ayverdi ile yolları Ken’an Rifâî’nin dergâhında kesişir[3]. Bu dergâh, kadınların saçlarının açık olduğu, dinî usûllere göre örtünmedikleri, erkeklerin sarıklı cübbeli gezmedikleri, tasavvuf sohbetlerinin hep beraber yapıldığı bir dergâhtır. Ken’an Rifâî ise, Galatasaray Lisesi ve Hukuk Fakültesi mezunu, takım elbiseler içinde, oldukça şık, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yapmış, şiir yazan bir sûfi. Safiye Erol ve Sâmiha Ayverdi’nin yanı sıra, Nezihe Araz, Sofi Huri gibi isimler de bu dergâhın müntesibi olmuş. Hatta Erol dâhil bu yazarlar Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık (1951) adlı bir kitap yayımlamışlardır.
Bu dergâh başka edebiyatçıların da dikkatini çekmiş olmalı ki Refik Halid Karay Kadınlar Tekkesi (1956) adlı bir roman yazar. 1940’lı yıllarda İstanbul’da geçen roman, tekkenin kurucusu Şeyh Baki’nin ve bu tekkeye devam eden İstanbul’un köklü ailelerinin, eğitimli ve zengin kadınların öyküsünü anlatır. Kuşkusuz daha estetize olmak kaydıyla bir Adnan Hoca cemaati hâli de sızar satır aralarından: “En sıkı tutulan, kimseye hatta birbirlerine de ifşa edilmeyen, edilmesine imkân olmayan sır, …[y]anında kalanın geceyi nasıl geçirdiği meselesiydi. Bilinen yalnız şuydu: Şeyh bazı defa hemen uykuya varmaz, hizmetindeki kadınla yatağına uzanmış vaziyette konuşurdu[4]” gibi. Refik Halid Karay’ın hangi dergâhtan esinlendiği sadece tahmin edilebilir. Lakin şeyhin şu tasviri dikkat çekicidir: “Elli beşle altmış yaş arası, boylu, boslu, sırtı kamburlaşmamış, gayet yakışıklı bir adam... Kırçıl sivri sakalı ve saçları büyük bir itina ile kesilmiş, taranmış; belli ki onlara ehemmiyet veriyor. Sırtında İngiliz kumaşından karyağdılı mükemmel bir elbise[5] (s. 15). Ayrıca romanda zengin ayrıntılarla tanıtılan kadın kahramanlar ile Rifâî dergâhına giden Safiye Erol ve diğer entelektüel kadınlar arasındaki benzerlik de şaşırtıcıdır. “…(Melal) "aşina"lar arasında şeyhinin lisanına en yakın konuşanı, tasavvuf ıstılahlarını yerinde kullananı da kendisiydi. Zaten mühim bir eser hazırlamaktaydı; İslam ve Hıristiyan mistisizminin sosyal tesirlerine dair bir tetkik kitabı ... şimdilik not topluyor, fişler hazırlıyordu. Eser milletlerarası mevki yapsın diye İngilizce yazılacaktı”[6].
Selim İleri “Yayınlandığı dönemde Kadınlar Tekkesi olumsuz yönde ağır eleştirilere uğramış” diye yazar ve devam eder: “Nezihe Araz anlatmıştı: Şeyh Baki’nin esinlendiği kişi ve çevresi Refik Halid’e adamakıllı kırılmış, romancıyla bütün ilişkilerini kesmişler. Aynı şekilde, romanın son bölümünde, Şeyh Baki’nin 'güzeller güzeli' Neşîde’ye duyduğu aşkla arınması, gönül yüceliklerine varması da karşıt görüştekileri öfkelendirmiş”[7].
Henüz romanları dâhil edilmeden hikâyenin buraya kadar olan kısmı bile Safiye Erol’un da İslamcısı, Kemalist’i dâhil, iktidar odaklarını niye öfkelendirdiğini demeyelim ama niye onlar tarafından görmezden gelindiğini anlamamız için ipucu verir. Başı örtülü olmayan inançlı bir kadın yazar İslamî çevrelerce, yurt dışında eğitim almış ama dergâha giden ve belli ki “çağdaş” olmayan (!) yazar da Kemalistlerce makbûl bulunmuyor olabilir. Yaşadığı dönemde romanları gazetelerde tefrika edilen, nefis denemeleri dönemin Demokrat Parti’sine yakın Son Havadis gazetesinde yayımlanan Safiye Erol’un unutulması belli ki yaşarken değil, ölümünden sonraki yıllarda gerçekleşmiş. O yıllara göre, 70-80’li yılların İslamcı muhafazakârlığının İslamîlik ölçütlerinin hayli farklılaşmış olması da -başörtüsü vurgusunun artmış olması gibi- etkili olmuş olabilir.
Özellikle o dönemde edebiyatımızın temel gerilimi olan Batılılaşma, Doğu-Batı meselesi Erol’un romanlarında da başköşededir ancak bu gerilim dönemin diğer yazarlarından farklı olarak kadın karakterler yoluyla ve kadın karakterlere olumsuzluk atfetmeden tartışılır. Ülker Fırtınası’nın ana karakteri Nuran, Viyana’da klasik müzik eğitimi almış ve “yeni Türk mûsikı̂si için çalış[mak]…eski mûsikı̂nin dar ve dejenere kalıbı içinde ölür gibi çırpınan Türk ruhuna yeni ufuklar aç[mak]”[8] amacıyla İstanbul’a dönmüştür. Hemen sonra âşık olduğu Sermet ise eğitimi yetersiz, meyhanelerde çalan ancak yetenekli bir udîdir. Sermet’in evli ve çocuk sahibi olduğunu öğrenmesiyle ondan ayrılan ancak pek çok kez yeniden dönen Nuran giderek derin bunalımlara girer. İmdadına koşansa, Batı'da edindiği çalışma azmi, disiplin ve her ihtiyacı olduğunda yanında bulduğu Bektaşi dervişi olan babasıdır.
Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar’da ilk kuşak Tanzimat yazarlarının Asya’yı erkek, Avrupa’yı kadın olarak kişileştiren bir evlilik metaforunu benimsediklerini işaret ettiğini belirten Nurdan Gürbilek Kör Ayna, Kayıp Şark kitabının “Doğunun Cinsiyeti” başlıklı bölümünde Tanzimat sonrası yazarların da Doğu-Batı sentezini evliliğin terimleriyle ele almaya devam ettiğine[9] ancak bu kez mesela Tanpınar’da olduğu gibi Şark’ın bir kadına benzetilerek anlatıldığına dikkat çeker. Peyami Safa ise evlilik metaforuna yeni benzetmeler ekler Gürbilek’e göre. Safa’nın romanlarında kadın genellikle madde ve bedeni, erkekse mânâ ve ruhu temsil eder. Tüm kadınları ya züppedir (“sözde kız”dır, “tango”dur, “Beyoğlu kadını”dır”, “dejenere kız”dır) ya da züppeliğin tehdidi altındadır ve hepsi Batı uygarlığının maddi yönlerine tutkundur. Esas oğlanlar ise züppe kızların karşısında kudretsiz ama haysiyetli ruh adamlarıdır. Tanpınar ise Şark’ı zamanın terimleriyle düşünmüştür, geri dönüşsüzlük izleği vardır. Şark, daima geçmiş zamanla, vaktiyle yaşanmış bir tamlığı hatırlatan ama şimdi artık varolmayan “velût ve yekpâre zaman”la ilişkilendirilmiştir.
Ülker Fırtınası’nda Batı’yı Batılı olmayan ama Batı terbiyesi almış Nuran ve kuzenleri Turan ile Selçuk temsil ederken, Doğu ise Sermet’tir. Batı yeniliği, gençliği temsil eder. İstanbul’a dönen bu gençler evlerini yeniden (ev yazıp ülke okumak mümkün) döşerken, anneleri Dilruba şöyle düşünür:
“fakat çarpıntılar hafakanlar geçiren Dilruba Hanım da sonradan itiraf etti ki, güzel ve ahenkli bir şey meydana çıkardılar. Zaten fecaat burada değil mi? İlk bakışta dünyanın nizamını bir tekmede yıkar gibi görünen bu gençler sonunda daima haklı çıkıyorlardı. Öyle şeyler yapıyorlardı ki, Dilruba Hanım bir boy kalkınıyor, karşı koyuyor; fakat sonunda sesini kesip boyun eğiyordu[10].” (s. 39)
Turan, “göreneği takip etmiş olmak için kocaya varmam…yirmi beş yaşında hala evlenmemiş bulunursam artık beklemem ve bir çocuk doğururum[11] dediğinde Dilruba Hanım kızını “muhite uydurmak için birkaç çelimsiz tecrübe daha yaptı. Fakat onlar tabiatı coşturan ilkbahar fırtınası gibiydi. Bu muzaffer akışın önüne geçecek hiç bir kuvvet yoktu. ‘Muhit mi?’ Biz Türkler genç bir milletiz. Bütün eski kaideler inkılâpla beraber ortadan kalktı. Muhiti şimdi biz yapacağız diyorlardı. Doğrusu aranırsa hakları da vardı”. (s. 42)
Safiye Erol, Batılılaşma meselesini yerli kültürün Avrupa karşısında yaşadığı bir istila, bozulma olarak görmediğinden, Peyami Safa’nın yaptığı gibi mağdur Doğu'yu, Osmanlı'yı yüceltme kaygısı gütmez. Garbın ilkbahar fırtınası karşısında az da olsa direnen, savunmaya geçen Şark, Erol’un gözünde olsa olsa evli ve çocuklu olduğunu saklayan erkektir, âşık, cahil Sermet’tir. Ancak “Nuran onu kendine hayat arkadaşı, sevgili bildiği müddetçe onun cahilliğine göz yummuş, ölülere kendi nefesleriyle can vererek dirilten peygamberler gibi onu kendi fikir âlemine çekmeye, bu zenginliğe ortak etmeye çalışmıştı(r)." [12]
Erol, Doğu-Batı meselesini kadın/erkek, madde/ruh gibi keskin ikilikler üzerinden okumaz. Hem madde hem ruh Nuran’dadır mesela. Bu mesele seçim yapılması gereken bir ikilikten çok, Nuran’ın Sermet’e âşık olduğunda düşündüğü gibi, “esmer yüzlü kaza ve kaderim”izdir. Erol için çözüm sentezde saklıdır ama bu sentez hibrid makineler gibi değildir. “Alaturka müziği piyanodan dinlemekle” senteze ulaşılmaz. “Millete karşı borcunu en çok duyan ve ona göre çalışan adam”[13], Erol için çözümün parçasıdır.
Gürbilek sayesinde biliriz ki, bir zamanların kudretli ama artık güçten düşmüş, mağdur lakin hâlâ kibirli erkek olarak cisimleşmiş Doğu/Osmanlı anlatıları ganidir. İçe döndüğünde mağrur hâlini hatırlayan bu erkeğin kendi gibi Doğulu ve kadın olana nasıl tahakkümcü olduğunu ise ancak Safiye Erol romanlarında okuyabiliriz.
“Üç aydır her gün, her gün Nuran’ın karşısına çıkmak onu bitirmişti. Kıyafeti ile muttasıl uğraşmak angaryası şöyle dursun, Nuran’la bulunmak için bir de manevi çeki düzen vardı ki, Sermet artık bunu başaramayacaktı. Mesela Nuran’ın yürüyüşü, oturup kalkışı, en küçük jestlerine varıncaya kadar bütün halleri artık ikinci bir tabiat olmuş derin bir kültürün vergisidir. Nuran hiçbir zaman gevşek bulunmaz, daima anformdur. Fakat bu hal onu yormaz. ..[S]ermet ise…daima kendine dikkat etmeye mecburdur; sesinin bir perde yükselmemesine, kullandığı tabirlere, ellerine, bacaklarına, her şeye. O şimdi Müzeyyen’le geçirdiği laubali, zahmetsiz hayatı özlemiştir. Ah nerede o bahçe üstündeki sedirli oda, pijaması ile kenarına oturup kahve içtiği pencere. Müzeyyen… [v]e onun çıplak ayaklarına yan bakmadan karşısında oturup ona hizmet edecek, kuvvetlice bir el veya dil şakasını kaldıracak bir kadın[14]”
Ama Erol, bu gevşek hâliyle bırakmaz Sermet’i ve kısa çöpün hakkını alır! “Fikren ve ruhen bütün istiklalini bulmuş olan” Nuran sadece “şehvani bir iptila” ile Sermet’le 15 günde bir buluşur ve birlikte olurlar. “Mademki aşkta saadet yok, ancak zevk varmış… o halde zevkle kanaat etmeli”[15] diye düşünür Nuran. Selim İleri’nin, Kadıköyü’nün Romanı için yazdığı “o dönemin romanlarındaki hülyalı duygulardan hayli farklı, kanlı canlı aşk(ı)"[16] bence Safiye Erol hiçbir kadın kahramanından esirgemez. Aslında diğer romanlarında da Erol’un kahramanları toplumsal baskılara boyun eğmeyen güçlü kadınlardır.
Selim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nda Safiye Erol’un Ülker Fırtınası ve Kadıköyü’nün Romanı’na yer vererek Ülker Fırtınası için “Huzur’dan hayli önce yazılmış Ülker Fırtınası, bir bakıma Tanpınar’ın romanına yol açıcıdır. Ne var ki Tanpınar, hiçbir yazısında Ülker Fırtınası’nı, Ülker Fırtınası’ndaki Nuran’ı Safiye Erol’u anmamış"[17] diye yazar. Pek çok söyleşisinde hayıflanarak yazarın kıymetinin bilinmediğini vurgular, Makaleler kitabında İleri’nin “Safiye Erol’a Saygı Yazısı” yer alır. Murat Belge’nin Safiye Erol yazısı da muhtemelen tüm külliyatının yayımlanması konusunda cesaret verici olmuştur. Ancak karşı hegemonya çabalarına girişen sağ-muhafazakâr-İslamî cenah, söz konusu yazar Safiye Erol olduğunda, ya gözlerini kaçırıp uzaklara bakıyor ya da üzerine bir utangaçlık, çekingenlik geliyor. Nasılsa Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve büyük, derin Doğu’nun yazarı Necip Fazıl var. Erol, yerli ve millî olan dâhil, hiçbir çevreye uygun bulunmuyor. Oysa kanun çıktığında Nuran “Yerli” soyadını almıştı[18]. Hiçbir ideolojinin içinde tam olarak rahat etmeyen, hep bu kaplardan taşan fazlalığı ya da eksiği olan Erol’u gerçek edebiyatseverlere emanet etmek en doğrusu galiba.
[1]http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat-belge/safiye-erolu-tanir-misiniz-634074/
[2]Açıkgöz, Halil. Safiye Erol Külliyatı: Makaleler. İstanbul, Kubbealtı Yayınları, 2010, sf.48.
[3]Tek, Zeynep. “Ezeli Bir Dostluğun Vesikası: Safiye Erol’dan Sâmiha Ayverdi’ye Bir Mektup”. Türk Dili 67 (Mayıs 2017):94-100
[4]Karay, Refik Halid. Kadınlar Tekkesi. İstanbul: İnkılâp Yayınevi, 2009. S.18-19
[5]Karay, a.g.e., s.14-15
[6]Karay, a.g.e., s. 19-20
[7]İleri, Selim. Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Klavuzu. İstanbul: Everest Yayınları, 2015. S.401-02.
[8]Erol, Safiye. Ülker Fırtınası. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2014.s 53
[9]Gürbilek, Nurdan. “Doğunun Cinsiyeti: Kudretli Erkek, İhtiyar Aşık, Mistik Anne”. Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe. İstanbul: Metis Yayınları, 2004. 75-96.
[10]Erol, a.g.e., s.39
[11]a.g.e., s.42
[12]a.g.e, s.187
[13]a.g.e. s.78
[14]A.g.e, s.74-75
[15]A.g.e., s.198-99
[16]İleri. a.ge., s.278
[17]İleri. a.g.e., s.319
[18]Erol. a.g.e., s.209