Belki şurada yerli ve millî bir kültür vardır

En çok kazanan yazarlar listesine İskender Pala, Sinan Yağmur, Mustafa Armağan’ın girmiş olması, ünlülerin Saray’ın hiçbir yemeğini kaçırmaması bu mücadelenin “kazanım”larıdır. Ancak yine de bunlar kültürel iktidar olmaya yetmiyor...

02 Mayıs 2019 11:00

Muhafazakâr dünyanın Ot, Kafa’sı olarak bilinen ve kültürel iktidarla mücadelenin öncü neferi misyonunu üstlenen Cins, yola şu sözlerle çıkmıştı: “Korkun. 'Senelerdir kendinizi sahibi, bekçisi, ustası, atası saydığınız alanlarda rahatça at koşturduğunuz yeter' demeye geldik çünkü. […] Bilinsin ki bu derginin ana eylem alanı birilerinin bu memlekette özenle yaratmaya çalıştığı çakma kültürel iktidarla mücadele olacaktır.”.[1]

Gezi’nin ardındaki kültürel motivasyondan ürken ve buna kültürel mücadele ile karşılık vermeye çalışan iktidar kanadının dergi çıkarma furyasının bir üyesiydi Cins. Erdoğan’ın konuşmalarında sürekli olarak vurguladığı “siyasî iktidar olduk, ama kültürel iktidar olamadık” serzenişi, muhafazakâr kültür dünyasında büyük bir şevkle karşılanmış, art arda çıkan dergilerin yanı sıra, köşe yazarları, televizyon yorumcuları, akademisyenler, edebiyatçılar, sivil toplum kuruluşları ve SETA tarafından bir seferberlik ile karşılanmıştı.

Yüzlerce yazı, onlarca konferansla sürdürülen bu seferberlik, kültürel iktidar başlığı altında toplanan bir söylem seti meydana getirdi. Temelini, yıllardır uğraş verilen yeni resmî tarih oluşturma projesinden alan bu söyleme göre, milletin öz ve saf kültürü, Cumhuriyet elitleri tarafından baskılanmış, bunun yerine Batı’dan ithal edilen sahte kültür, millete zorla dayatılmıştı. Milletin yaşamından ve sorunlarından tamamen kopuk, kendi ayrıcalıklı dünyalarında yaşayan elitler için bu kültürel düzenin devamı, aynı zamanda kendi ayrıcalıklarının korunması anlamına geliyordu. Bunun yanında, nitelikli yayınevleri, prestijli dergiler, çok okunan yazarlar, ödüllü yönetmenler, başarılı üniversiteler yaptıkları işin niteliğinden değil, Batı’dan aldıkları onay sayesinde bu sıfatlara sahip olmuştu. Aslında, varoldukları alana dair bir yetkinlikleri de yoktu, eserlerinin bir kıymeti de.[2]

Ancak bu vesayet de, diğer vesayetler gibi bitmek üzereydi. Türkiye’nin yönü milletin iradesi ile doğal rotasına dönerken, kültürel adresleri de olması gerektiği yere konumlandırılacaktı artık: “Ama iyi haberi dinleyin: bitiyorlar. Artık ne 1930’lu yıllardaki gibi kudretliler, ne de 1960’lı yıllardaki gibi sahtekarlıkları kabul görüyor. Son perdesini izliyoruz yani bu kötü tiyatronun.”[3]

Büyük burjuvaziden üniversite hocalarına, sosyalist kimliğiyle bilinen yazarlardan ünlü müzisyenlere dek birbiriyle çok az başlık altında buluşabilecek büyük bir toplamı kültürel iktidar torbasında toplayan bu söylem, aynı şekilde, ezeli ve otantik bir millî kültür cephesi icat ederek, kendi çevresindeki (yine birbiriyle alakasız) toplamı da buraya dâhil etmişti.

Kazanılamayan kültürel mücadele

“Asım’ın Nesli” şiarıyla yürütülen bu kültürel mücadelenin birçok önemli çıktısının olduğu kuşkusuz. Kültürü dar anlamıyla düşünmezsek, üniversitelerden ihraç edilen yüzlerce akademisyen, iktidarın kontrolünün yüzde 90’ları aştığı medya düzeni, reyting sisteminin yeniden düzenlenmesiyle başa oturtulan propaganda dizileri, baştan şekillendirilen devlet ve şehir tiyatroları, festivallere yönelik organize sansür mekanizması, en çok kazanan yazarlar listesine İskender Pala, Sinan Yağmur, Mustafa Armağan’ın girmiş olması, ünlülerin Saray’ın hiçbir yemeğini kaçırmaması bu mücadelenin “kazanım”larıdır. Ancak yine de bunlar kültürel iktidar olmaya yetmiyor.

Çünkü kültür, iktidar olunabilecek değil, hegemonya kurulabilecek bir alan. Kültürel iktidar söylemiyle birlikte yapılan, kültürel alan içerisinde bir mücadele vermek değil, siyasal alandaki gücü kullanarak kültürel alana şekil verme çabasıdır. Büyük sloganlarla yürütülen bu mücadelenin, iddia edildiği gibi büyük kökleri ve amaçları da yok. Kültür alanını, siyaset alanı için araçsallaştırmanın karşılığı, “Asım’ın Nesli” diye çıkılan yolda, Şafak Sezer, Alişan ve Acun Ilıcalı’yla karşılaşmak oluyor. Ne ürettiğinizden bağımsız olarak, sadece iktidarla iyi geçinmeniz, sizi (içi boş bir kavram olarak) yerli ve millî cepheye dahil edebiliyor.

“Benim milletim” seslenişinde ifadesini bulan sosyolojik, politik ve kültürel toplam, söylemin iddia ettiğinin aksine, yekpare bir vücuttan oluşmuyor. Muhafazakârların iktidar olma deneyimi, kendi içerisinden ciddi oranda bir üst-orta sınıf çıkartırken, bu katmanlaşma kültürel farklılaşma gibi bir sonuca da yol açıyor. Sadece kültürel tüketim alışkanlıkları ile sınırlı olmayan bu farklılaşma, evliliğe bakıştan ahlakî motivasyonlara kadar uzanabiliyor. İrfan Özet’in Fatih ve Başakşehir’deki toplumsal yaşamı incelediği kitabında[4] aktardığı gibi, çocuğu sınıf arkadaşına küfür ettiği için okula çağırılan bir veli, savunmasını muhafazakâr kimliği üzerinden yapmak yerine, “benim çocuğum küfür etmez, biz Metrokent’te oturuyoruz, orada evler sekiz yüz bin liradan başlıyor” diyerek, sınıfsal konumu üzerinden bir ahlak geliştiriyor. Ekonomik sermayenin yükselmesi, beraberinde kültürel sermayenin güçlenmesini getirmese bile, sınıfsal konuma uygun, sosyal-kültürel farklılığın ve üstünlüğün göstergesi olan kültürel simgelere doğru bir eğilim oluşuyor. Bu, Çukurambar’da oturmak da olabiliyor, modayı takip etmek de, Huqqa’ya gitmek de, Diriliş Ertuğrul yerine Breaking Bad izlemek de.[5]

Yael Navaro-Yaşın’ın belirttiği gibi, İslamcıların kültürel tüketimleri ve kimlik oluşumları 1990’lardan beri, katı doktrinler tarafından değil, metalaşma ve piyasa tarafından düzenleniyordu. Yani, kültürel kimlikler meta biçiminde tüketilmeye hazır hâlde sunuluyordu.[6] Günümüzde karşımıza çıkan şarap, tatil, disko, modayla büyüyen helal sektörü, faizin bir sorun olmaktan çıkması, Yeni Şafak’ın İddaa (yani kumar) reklamı yayımlaması, lükse düşkün Müslümanlık gibi olgular, aynı şekilde piyasa ile uyumlu bir İslamcılığın sonuçlarıdır. Ceberut devletin halka dayattığı kültürel forma rağmen, bir asırdır olduğu hâliyle bugüne ulaşan otantik bir kültür sadece bir söylemken, içerisinde yükseldiği düzen tarafından kültürü şekillendirilen, farklı sınıfsal habituslara sahip insanlardan bahsetmek daha doğrudur. “Millî kültür”e yönelik bir tehdit varsa, bunun kültürel iktidardan kaynaklanmadığı oldukça açık.

TRT 2 hamlesi

Bu bağlamda bakıldığında, son dönemde, iktidarın kültürel iktidar mücadelesinde görülen vites değişiminin arka planı daha rahat anlaşılacaktır. Çok kısa bir zaman öncesine kadar ülkeden kovulmak istenen, ilgili cenahta sadece nefret söyleminin hedefi olabilen Fazıl Say’ın konserine Erdoğan’ın gitmesi; Cins’in “Korkun” diye uyardığı cepheden isimlerin Sabah’ta ağırlanması ve kültürel iktidar söyleminin savaş açtığı kültürel dünyanın, yeniden açılan, TRT 2’de kendisine genişçe yer bulması, iktidarın kültüre yönelik stratejisinin farklılaştığını gösteriyor.

Hatta bundan AKP’li isimler de şikâyet ediyor: “Yeni kültür bakanımızın ilk icraatlarından biri, kütüphanelere dergi alımını yüzde elli azaltmak oldu. Tasarruf tedbiri diyebiliriz. Öte yandan, hayli gereksiz ve toplumsal karşılığı olmayan işlere devasa bütçelerin ayrıldığını da biliyoruz”.[7] İslamcı hareketin içinden çıkıp, kültürel elitlere karşı mücadele veren isimlerin, kendilerine değil de, örneğin TRT 2’de yayınlanan (Aydın Ünal’ın uzun uzun kötülediği[8]) Ahlat Ağacı’na kaynak ayrılmasını akılları almıyor. Senelerdir milletine yabancı, Batı hayranı ve yeteneksiz ilan ettikleri isimlerin muteber addedilmesi, onca emeklerini boşa çıkarıyor.

Evet, TRT 2, yayınladığı filmlerle, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yüksel Aksu gibi isimleri ağırladığı programlarıyla; aralara sıkıştırılmış iktidarın sözünü taşıyan içeriklerine rağmen, büyük bir şaşkınlık uyandırdı. Hatta, bir Ekşi Sözlük kullanıcısının dediği gibi, “TRT  bize bu iyiliği neden yaptı?” (Say olayını ve Sabah söyleşilerini de işin içine katarsak) Birincisi, yukarıda da aktardığımız gibi, iktidarın günümüzün insanına sunabileceği bir yerli ve millî kültürünün olmaması. Kültürel iktidar söyleminin en militan versiyonunda olduğu gibi, bunun da amacı kültür politikasından en verimli siyasal faydayı alabilmek. İkincisi, kültürel üretim konusunda istenilen seviyeye gelememekten ötürü, kültürel ürünlerin dağıtımında güçlü bir pozisyon kapabilmek ve buradan simgesel sermaye devşirebilmek. TRT Genel Müdürü İbrahim Eren’in “TRT 2, kültür sanatın tek kanalı olacak” söyleminde bunu görmek mümkün. Üçüncüsü, muhalefet ederek can sıkabilecek isimleri, uzlaşma yoluyla tarafsızlaştırmak, bu isimler nezdinde kendini bir muhatap olarak tanıtmak, bu sayede meşruiyetini arttırmak. Kültür üreticileri açısından, yandaş damgası yemeden, devletin elinde olan devasa imkânlardan yararlanmanın da kuşkusuz büyük faydaları var.

Göran Therborn’un dediği gibi, “ideolojik egemenlik ilişkilerinden bir tanesi uzlaşmadır. Yönetilenlerin, yönetenlere, dünyadaki başka şeylerin hem kendi boyun eğişlerinden, hem de alternatif bir rejim olacağından daha önemli olduğunu düşünecek biçimde koşullandıkları için itaat ettikleri bir duruma gönderme yapar. Söz konusu başka şeylerin arasında (sömürüyü görmezden gelerek) iş performansı, boş zaman, tüketim, aile, cinsel yaşam ve sporu sayabiliriz. Bunların tümü de insan yaşamının merkezi yanlarıdır ve uzlaşma egemenlik altındakilerin belki de en yaygın kabullenme biçimidir”. [9]

Kültürel alanın kendi siyasî iktidarına zarar vermemesi için, söylemsel düzeyde elit-yabancı ile yerli-millî kültür arasında antagonist bir ayrım yaratan AKP, kendi siyasî çıkarlarına uygun davranan isimleri yanına katma stratejisinin barutunun tükendiğini düşünmüş olacak ki, şimdi de uzlaşma kartını masaya sürmüştür. Ancak, tarafların ideolojik gücünün eşit olmadığı durumlarda, uzlaşmanın aslında bir tahakküm biçimi olduğunu unutmamak gerekir.

 

 

 


[1]Cins, Sayı:1, Editör Yazısı, Ekim 2015

[2]Kültürel iktidar söyleminin ayrıntılı analizi için bkz. Emre Tansu Keten, “Yabancı, Elit, Cahil”, Birikim, Sayı: 347, Mart 2018

[3]Esad Dağlı, “Bu Müslümanlar Çok Barbar”, Cins, Sayı:4, Ocak 2016

[4]İrfan Özet, Fatih-Başakşehir: Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus, İletişim Yayınları, 2019

[5]Aksu Akçaoğlu, Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu, İletişim Yayınları, 2018

[6]Yael Navaro-Yaşın, “Kimlik Piyasası: Metalar, İslamcılık, Laiklik”, Kültür Fragmanları, haz. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, çev. Zeynep Yelçe, Metis Yayınları, 2003

[7]İbrahim Tenekeci, “Dergilerin Dertleri”, Yeni Şafak, 13 Nisan 2019

[8]Aydın Ünal, “Sıkıcı Bir Filme Dair”, Yeni Şafak, 16 Temmuz 2018

[9]Göran Therborn, İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı, çev. İrfan Cüre, Dipnot Yayınları, 2008