Amerika’da 90’lı yıllar yazarlarının ürettiği ve “X kuşağı” edebiyatı denilen şeyin bir benzeri Türkiye edebiyatında da şekillenmeye başladı. Ve bu edebiyatın taşıyıcısı da genellikle “eski reklamcı yeni romancı” genç kuşak oldu
08 Ekim 2015 15:40
Bundan yaklaşık on yıl önce Tarkan Barlas’ın Lanetli Oda romanına dair yazdığım bir yazıda, Batı’da -daha çok Amerika’da- 90’lı yıllarda “şirket insanın iflası”nı konu alan plaza edebiyatının bizde de ortaya çıkmaya başladığını söylemiştim. Yaklaşık yirmi yıllık bir mesafeyle, oralarda olanlar buralarda da olmaya başlamıştı. İleri kapitalizmin gelişiyle oluşan yeni bir insan türü olan “plaza insanı” şirket ve tüketim dünyasında zihin iflası yaşayıp, soluğu tüketim dışı bir yaşamda -misal, Ege’de organik tarımla geçecek daha mütevazı bir hayat- aramaya, böyle bir çıkış yolu bulamayanlar da antidepresan niyetine kendi çöküşlerinin hikâyesini yazmaya başladılar. Buradan da genelde kapitalizmin krizini konu alan bir edebiyat türü çıkmaya başladı. Amerika’da Chuck Palahniuk, Bret Easton Ellis ve Douglas Coupland gibi 90’lı yıllar yazarlarının ürettiği ve bazen de “X kuşağı” edebiyatı denilen şeyin bir benzeri 2000’li yılların ortasında Türkiye edebiyatında da şekillenmeye başladı. Ve bu edebiyatın taşıyıcısı da genellikle “eski reklamcı yeni romancı” genç kuşak oldu. Şaşırtıcı değil, şirket kültürü denilen garabeti en iyi bilenler reklamcılardı. Bu tür edebiyat hâlen sürdürülüyor; zayıf örnekleri de kuvvetli örnekleri de var. Son dönemden edebiyatı zayıf bir örnek olarak aklıma Melida Tüzünoğlu, kuvvetli edebiyata yaslanan bir örnek olarak Hakan Bıçakçı geliyor. Plazalar etrafında şekillenen bir edebiyat bu ve bazen plazayı eleştirmek yerine plaza yavanlığına teslim olabiliyor. Böylece, mevzubahis tüketim kültürü ve kapitalist dinamik eleştirilmek yerine, dilde yeniden üretilebiliyor. Göz çıkarayım derken, kaş yapmak da böyle bir şey.
Işıl Kocaoğlan’ın Bir Sabah Uyandığımda Yoktum adlı romanı da bu “plaza edebiyatı”nın açık bir örneği. Müreffeh bir şirket çalışanı olan isimsiz başkahramanız, romanın adından da anlaşılacağı üzere, bir sabah uyanır ve artık var olmadığını görür. Görünmez adam olmuştur. Bu yok olma hali bir varoluş sorgusunun başlangıç noktası haline gelir. Eyvah, artık ne yapacaktır, hakiki bir hayat yaşamış mıdır yoksa tüketim kültürünün sığ sularında çırpınan bir kurban mıdır vesaire…
Bu kurgudan yola çıkarak, fantastiğin de (görünmez adam meselesi) olanaklarından faydalanarak sağlam bir varoluşsal sorgu romanı yazmak ve kapsamlı bir sistem eleştirisi geliştirmek mümkün olabilirdi. Olabilirdi diyorum zira olamamış. Olamamış zira romandaki yok olan karakter bu fantastik kırılma ânının getirebileceği radikal bir dönüşüme uğramaktan ziyade, roman boyunca “eski” hayatındaki ortalama dertleri dert edinmeye ve yavan bir düşünce çizgisini izlemeye devam ediyor. Sanki hiç yok olmamış gibi. O halde, “yokolan adam” kurgusuna ne hacet, diye sormak gerekiyor. Işıl Kocaoğlan “parlak” bir roman fikri bulmuş ama o fikri romana dönüştürememiş. Bu kısa roman daha çok bir “roman taslağı” ya da sinopsis gibi duruyor.
Kitabın başka bir handikabı da fazlasıyla “çeviri” ve “yabancı” durması. Bu yabancılık o kadar belirgin ki, yukarıda bahsettiğim “X kuşağı” yazarlarından birinin romanının çevirisi olarak piyasaya sunsanız, pekâlâ okunurdu. Çeviri de maalesef “kötü bir çeviri” olurdu çünkü romanda çeviri eserlerle Türkçeye girmiş “Bu, bu çok saçma” ya da “Bu… imkânsız” gibi ifadeler havada uçuşuyor. Kötü çeviri edebiyatla yetişmiş bir kuşak da maalesef kötü çeviri cümleleriyle edebiyata girmeye çalışabiliyor.
Ferhat Uludere birkaç yıl önce “Yaşar Kemal’e İtiraf” adlı yazısında Yaşar Kemal okumadan Steinbeck okuyanlardan olduğunu, dilinin de uzun yıllar bu nedenle güdük kaldığını itiraf etmiş ve böylece de “çeviri-edebiyat” handikabını çok iyi ifade etmişti. Dünya edebiyatına açıldığımızı, cool çocuklar olduğumuzu sanırken, aslında Türkçe duygumuzu yitirmiş olduk, demişti. Yeni kuşak, “beyaz yakalı” (eski medya çalışanı, eski reklamcı vs.) yazarlarda da görülen bir handikap bu. Dil mesaisi eksik ve dil duygusu zayıf olunca, edebiyat da trajikomik bir sabun köpüğüne dönüşebiliyor. Aralara sıkıştırılan “metin yazarı kıvraklıkları” da edebiyatın derin ve serin sularında pek bir kıpırtıya yol açamıyor.
Işıl Kocaoğlan’ın romanındaki karakterin zaten Amerikan modeliyle yetişmiş biçare bir plaza çalışan olduğunu düşünüp, Amerikalı havasının normal olduğunu düşünebiliriz ama bu durumda da yazarın karakteriyle arasına bir mesafe koyup, kendisini bir karikatür-karakter olarak sunmasını, bir parodi yaratmasını beklerdik. Ama öyle değil; hezeyan ve heyecanları son derece ciddiye alınan bir karakterle karşı karşıyayız. Karakterin hezeyanları da son derece “yabancı” duruyor ve her ne hikmetse ne yazar ne karakter ne de etrafındakiler bunun farkında. Oğuz Atay böyle “yabancı” karakterlere çok düşkündü, onları çok iyi yazardı ama birer parodi olarak sunardı ve Oyunlarla Yaşayanlar’da bu yabancı karakterlerin “ecnebi bunalım tanrılarının” köleleri olduğunu söylemişti. Oğuz Atay bu ironiyi bundan kırk yıl önce görmüş ve açıkça belirtmişken (daha öncesinde de Tanpınar Huzur’da “çalıntı intihar”dan bahsetmişti) bugün kalem oynatmaya çalışan birinin bundan bihaber olması hakikaten trajik.
Son olarak, romanın son bölümde başvurulan “üst-kurmaca” (metafiction) hilesine dair bir itirazım var. Karakterin romanda yazarıyla karşılaşmasına ya da kendisinin yazılan bir karakter olduğunu fark etmesine birçok “postmodern” yazardan (misal Julio Cortazar ya da Muriel Spark) aşinayız. Bu edebi aygıt edebiyatın tabiatını, tanrı-yazar mitini ya da gerçek/ kurmaca ikiliğini sorgulamak ve bulandırmak için biçilmiş kaftandır. Edebiyata da, iyi kullanıldığında, ayrı bir katman ve derinlik kazandırır. Fakat burada karakterin yazarıyla karşılaşması, herhangi bir sorgulama damarını derinleştirmiyor ve maalesef kurnazca bir “edebî hile” olarak kalıyor. Hatırlatmakta fayda var; üst-kurmaca, kurguyu bulanıklaştırıp daha da derinleştirecek bir edebi araç olmalıdır, kurgunun sıkıştığı yerde devreye sokulacak bir kurtarma hamlesi (“meğer hepsi rüyaymış” kolaycılığında olduğu gibi) değil.
Velhasıl, hem karakter, hem kurgu, hem de dil açısından ikna edici olmayan, edebiyatla mesaisini bir “sahne şovu” düzeyinde sürdüren bir ilk romanla karşı karşıyayız. İkincisi gelir mi bilmem ama yazarın reklam ve sinopsis dilini bırakıp, edebiyatın derin ve bulanık sularına dalmayı denemesi gerekiyor.