Canlıların neden uyuduğunu hâlâ bilmiyoruz. Edebiyatta uyku kâh insanın zayıflığı, kâh zihnin canavarlarının taşıyıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Haruki Murakami’de ise uykusuzluk yeni bir hayatın kapılarını aralıyor
17 Eylül 2015 15:20
Her insanda, insanlık tarihinin büyük deneyimi silbaştan yaşanıyor. Elma bizim kafamıza düşmediği sürece, Newton hiç yaşamamış olacak. Bunları Einstein söylemediği için aforizmama burun kıvırabilirsiniz. Ama önyargı konusunda da aynı görüşte olduğumuzu hesaba katın.
Hiçbir şey bilmiyoruz.
Düşünün; uyku üzerine düşünmemiz gerekiyor. Yıl olmuş 2015, canlıların neden uyuduğunu hâlâ bilmiyoruz. Bilim insanları da net değil. Uykusuzluğun bünyedeki etkileri üzerinden, uykunun bedenin ve zihnin yenilenmesine, son araştırmalara göre de beynin toksinlerden arınmasına yaradığı sanılıyor. Sanılıyor.
Bildiğimiz; vücut ısısı düşecek, bu arada tek ayağımızı yorganın altından çıkaracağız. Melatonin salgılanacak, kan basıncı düşecek, kalp atışı yavaşlayacak, nefes alış verişi giderek düzenleşecek vs. Ne gerek var? Uykuyu bir zayıflık olarak gören, “Uyanık ol” diyen, “Su uyur, düşman uyumaz” bilincine erişmiş, sapiens’leşmemiş nice atası sırf uyuduğu için yırtıcılara av olmuş insan, büyük evriminde uykuya da bir çözüm bulamaz mıydı? Nedir bu melatonin sevdası?
Benim cevabım net: Hemingway’in dediği gibi; “Uykuyu seviyorum. Uyanıkken, hayatımın dağılıp gitme gibi bir eğilimi var, anlıyor musun?”
Uyku böylesine belirsizken, uykusuzluk üzerine düşünmenin insanlık açısından vakitsiz bir yanı var. Oysa uzmanlara bakılırsa, çağımızın yeni hastalığı uykusuzluk olmak üzere. Herkes uykusuz. Tıp dünyası buna çözüm arıyor. Uykusuzluğu anlamak için ise önce uykuyu anlamamız gerekiyor.
Edebiyat ve yazılı kaynaklar ise -rüya kadar olmasa da- uyku üzerine şimdilik pozitif bilimlerden daha fazlasını vaat ediyor.
Yeni Ahit’te İsa Peygamber Son Yemek’ten sonra havarilerine birlikte dua etmeyi önerir, havariler ise uyuyakalır; kendilerini uykunun kollarına bıraktıklarında İsa’yı terk etmişlerdir aslında. Uyku, insanın zayıflığıdır. Kuran’ın kaç kişi olduklarını asla bilemeyeceğimizi ısrarla vurguladığı Ashab-ı Keyf, uyuyarak zamanının zulmünden kaçar. Uyku, pasif direniştir. Kimi Arthur efsaneleri Kral Arthur’un aslında ölmediğini, derin bir uykuda olduğunu ve zamanı gelince İngiltere tahtını yeniden alacağını söyler. Pamuk Prenses ve Uyuyan Güzel gibi masalların sonunda, tinimini prenses zihinsel, duygusal ve cinsel bir uyanış yaşar. Shakespeare’de uyku IV. Henry’de “Tabiatın tatlı bakıcısı”, Hamlet ve Macbeth’te ise zihnin canavarlarının taşıyıcısı olur.
Haruki Murakami’nin Uyku[1] adlı kitabında ise uykusuzluk yeni bir hayatın kapılarını aralıyor.
Uyku, 17 gündür uyuyamayan bir kadının öyküsünü anlatıyor. Kadın, diş hekimi kocası ve her sabah okula gönderdiği oğluyla “şikâyet edilmeyecek” bir hayat yaşar. Sabahları, akşamları birbirine benzer. Bir gece aniden uyuyamaz. Yıllar önce “uyumama hastalığı gibi bir şey” yaşadığından, bu seferki uykusuzluğunun farklı olduğunu içten içe hisseder.
Geceleri, herkes uyurken, o önceleri uyanıklığını yaşar, sonra da yaşamaya başlar. Zamanında okuduğu ama hayatında çok da yer etmemiş Anna Karenina’yı defalarca okur. Okudukça, hayatının yıllar içinde hiç sezdirmeden büründüğü bu tekdüze formun “gerçekliğini” fark eder. Kocasını işe göndermek, oğluna yemek yapmak, evi temizlemek, hatta sevişmek adeta bir makine gibi yaptığı işlerdir. Gözü kapalı bile yapabilir. Yavaş yavaş, onu bu hayata hapseden toplumdan kopma emareleri gösterir; bu toplumun temsilcisi olan kocasının çirkinliği gözlerini ağrıtır; oğlunun da aynı çirkinlikten kaçamayacağını düşündükçe sevgisini sorgulamaya başlar. Uyanıklık, yeni bir hayattır. Her hayat gibi kendi tehlikelerini de beraberinde getirir.
Kadının öyküde Tolstoy’un büyük romanı Anna Karenina’yı okuması da bu tehlikelerin alameti olarak kabul edilebilir. Evet, ilk bakışta kadın da Anna Karenina gibi mutsuz ve monoton bir evlilikten kaçmanın yollarını arıyor. Fakat Murakami “Super- Frog Saves Tokyo” adlı öyküsünde de Anna Karenina’yı kaçınılmaz kötü sonun mecazı olarak kullanmıştı. Burada da kadın uykusuz kaldıkça, trenin yaklaştığını hissediyoruz.
Murakami Blind Willow, Sleeping Woman adlı kitabının İngilizce edisyonuna yazdığı önsözde, “Pek çok kez kısa öyküyü yeniden yazdığımı ve romanlara dâhil ettiğimi de belirtmem gerekiyor” diyor. “The Windup Bird and Tuesday’s Women” öyküsünün Zemberekkuşu’nun Güncesi romanının giriş bölümünün modeli olduğunu; “Firefly” öyküsünü İmkânsızın Şarkısı, “Man- Eating Cats” öyküsünü ise Sputnik Sweatheart romanında kullandığını yazıyor. Uyku, özünde Murakami’nin herhangi bir romanındaki- benim gözümde belki de evliliğin zorluklarını da işlediğinden muhakkak Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki- kadınlardan birinin, başkalarını dinlemeye doyamayan erkek kahramana kendi öyküsünü anlattığı bir bölüm izlenimi veriyor.
Haruki Murakami’nin romanlarının ekseri toplum normlarına tam da uyamayan, kenarda duran erkek karakterlere odaklandığı varsayılır. Bu yoruma göre kadınlar, yeniliğin ve belirsizliğin taşıyıcısıdır. Kadın hikâyesini anlatır, erkek dinler ve sonra kadını kurtarır, en azından kurtarmaya kalkışır. Bu şemanın çoğunlukla bozulmadığını kabul etmekle birlikte, kadınların Murakami romanlarında sanılandan daha etkin bir rolü olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, kadın anlatacak bir şeyi olandır, yaşamıştır. Erkek ancak kadını dinlediğinde yaşamaya başlayacaktır.
Murakami kadınlarının hemen hepsi ataerkil düzenin mağdurudur; bazıları tecavüze uğramıştır, bazıları şiddet görmüştür, kendilerini gerçekleştiremezler. Bunun sonucunda, bazıları geleneksel rolleriyle tamamen karşılıklı bağımlı bir ilişki sürdürür; bazıları ise toplum nazarında marjinal kabul edilen ve doğası itibariyle ilerlemeci bir duruş sergiler. Fakat en ilerlemeci karakter bile kendi adına savaşmayı göze almaz, en fazla kaçabilir. Yeterince “güçlü” değildir.
İmkânsızın Şarkısı’ndaki Naoki ile Midori’den tutun, Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki Malto ve Creta Kano’ya, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları’ndaki Shiro’dan, 1Q84’teki Aomame’ye hepsi erkek dünyasından kurtulabilmek için bir başka erkeğe gereksinim duyar. Erkek, Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki Noburu Vataya gibi, ataerkil düzenin sorgusuz sualsiz devamı olduğu sürece cezalandırılmaya ve safdışı bırakılmaya mahkûmdur. Erkek, Toru gibi, ataerkil düzeni reddetmeli, bu reddiyeyi varlığının önemli bir parçası sayarken, kadını kurtarmayı kendi kahramanlığını gerçekleştirmenin vazgeçilmez bir aşaması olarak görmekte de bir beis görmemelidir. Görmez.
Kimilerine göre Murakami’nin yazıp yazacağı en iyimser roman olan After Dark’ta bir gece vakti Tokyo’da genç bir Çinli fahişenin saldırıya uğramasıyla hayatı kesişen insanların öyküsü anlatılır. Romanın merkezindeki Mari Asai, evinden çok uzakta şehrin uyumayan ve pek de tekinli olmayan bir köşesinde kitap okuyarak uyanık kalır. Kardeşi Eri Asai ise şehrin diğer yakasındaki odasında aralıksız uyumaktadır. Roman boyunca kâh Pamuk Prenses kâh Uyuyan Güzel olarak tanımlanan Eri’nin fiziksel olarak sağlığı yerindedir. Bir gün uyumaya karar vermiştir sadece. Güzelliğiyle herkesin başını döndüren, ailesinin gözdesi olan ama Mari’nin çok yüzeysel biri olarak gördüğü Eri çareyi uyumakta, kaçmakta bulmuştur. Eri uyudukça uyanık kalan Mari, sonunda hafızasının derinliklerinden tek bir an yakalayacak ve kardeşini “uykunun kollarından” kurtarmayı deneyecektir.
Murakami uzmanlarına göre 1995 yılı ve Zemberekkuşu’nun Güncesi’nin yayımlanması, yazarın edebiyatında keskin bir dönüşümün başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren Murakami karakterleri yavaş yavaş hayatın gölgeleriyle yüzleşmeyi başarır; sadece kendi kurtuluşunu arayan kahramanın yerini, çevresindekileri de kurtarmaya çalışan- en azından böyle bir ikileme düşen, kendi yalnızlığını aşma yolunda adım atabilen insanlar olmaya başlarlar. 2004 tarihli After Dark’ta insanlar “her şeyi bir ahtapotun kolları gibi saran” sisteme karşı savaşamaz; her ne kadar Mari Asai’nin asıl amacının kardeşini kurtarmak olduğu kesin olsa da, fahişenin akıbeti için de endişelenir ve elinden geleni yapar. Sistemden kaçamaz ama dener. 1990 tarihli “Uyku” ise daha karanlık bir yol alır; karakteri için bir kurtuluş yolu göstermez.
“Uyku”nun, Murakami’nin de öykü türünün ustası olarak tanımlamaktan kaçınmadığı Çehov’un “Uyku” öyküsüyle yakınlık kurduğunu da düşünüyorum. Çehov’un öyküsünde 13 yaşındaki Varka, geçim sıkıntısı çeken ailesi tarafından bir başka aileye işçi olarak verilir. Varka gündüzleri ev işlerine koşar, geceleri ise bebeğin rahatça uyuması için başında bekler. Gündüz ve gece iki ayrı hayatın sorumluluğunu yüklenen ve sürekli ailenin tehditlerine, dayaklarına maruz kalan Varka, zamanla gerçekle düş arasında salınmaya başlar. Giderek sefaletinin sebebi olarak beşiğinde yatan bebeği görür ve “kurtulmak” için bebeği öldürmekten başka çaresi olmadığını anlar. Çehov çocuk tacizine olmasa bile işçilerin içinde bulunduğu zor durumlara dikkat çekerken, Murakami bakışını kadına yüklenen görevlere yöneltir. İkisi de karakterleri bu duruma sürükleyenin toplum olduğu konusunda hemfikirdir.
Sonunda, dışarısı içeriyi kuşatır. Kadının gerçekliği dışındaki iki karanlık figür, iki gölge arabayı sarsmaya, camı güm güm yumruklamaya başlar. Kapılar kilitlidir. Ama ne zamandır normatif hayatını bir makine gibi tıkır tıkır işleten kadın motoru bir türlü çalıştıramaz. Araba sarsılır, sarsılır. Kadın içeridedir. Gölgeler içeriye ulaşamaz, kadına doğrudan zarar veremez. Ama kadının çevresini yaşanılamaz hale getirebilirler.
Karanlık gölgeler kim olabilir? Tekinsiz bölgenin olağan sakinleri; belki hırsızlar mı? Murakami okuyoruz, yapmayın. Kadın en sonunda kendini uykuya bırakmış olabilir mi? Belki. Koca ve oğul, kadını bir eş ve anne olarak sınırlanan gerçekliğine çekmek üzere gelmiş olabilirler mi? Kadının karanlıkta öncelikle tek bir figür seçmesi ve ikinci figürü ancak kapının yanına geldiğinde fark etmesine bakılırsa, mümkün görünüyor.
Bir ihtimal daha var: Kadın, doğayı fethetmeye kalkmıştır. Yılların akışında kendini bulduğu hayatın içinde var olamaz, fakat bu hayatı geride bırakmayı da göze alamaz. Hayatın sınırlarını genişletir. Oysa evren sürekli genişlese de, dünya kütleçekimi yasasıyla sabittir. Hayat sabittir. Kadının iki hayatı daralmaya başlar, ta ki kadını kuşatana dek.
17’nci gün gelmeden, kadın bir seçim yapmak zorundaydı: Toplumun dayattığı hayat mı gerçekten yaşadığını hissettiği hayat mı? İkisi birarada sürdürülemezdi. Sonuç kaçınılmazdı. Tren yaklaşıyordu.
Her şeye rağmen, gerçekten yaşadığını hissettiği hayatın gerçek hayatı üzerinde böyle bir baskı kuracak kadar güçlenmesine bakarsak, kadının mutlu olduğunu düşünmek zorundayız.