Roberto Bolaño’nun “yok-yerler”i ve Nona Fernández

“Bolaño'nun öykülerinde denklemler, odaklar sürekli değişiyor. Öykülerin merkezi, verdiği mesajlar ve okuru sürüklediği meseleler sürekli hareket halinde. İç içe, karışık ve eğri büğrü gibi görünen çizgilerle dolu, okunaksız bir el yazısından çiçek dürbünleri çıkıyor. Kim haklı, hangi karakter ne kadar haksız, defterleri sık sık hem de en baştan temize çekiyoruz.”

13 Ekim 2022 16:22

 

Geçen bahar 1.192 sayfa uzunluğundaki 2666’yı okuyordum. Akıp gidiyordu roman. Şimdi Katlanılmaz Sığırtmaç [1] ile ne mutlu ki yeniden Roberto Bolaño okuyorum. Ve daha kitaba ismini veren öyküden [kitabın ikinci öyküsü] birkaç paragraf okurken benzer bir akışa tekrar kapılıyorum: Öykü böyle yazılır işte. Benzetmeleri, imgeleri (çünkü bana göre hep şiir yazıyor Bolaño), ritmi, kelimelerinden bize geçen samimiyeti. Öykülerini okuduğumuzda bir duygu, bir atmosfer, bir mekân … Nasıl bu kadar içimize işleyebiliyor? Nasıl yazdığı gibi kalplerimize oturuyor?

Beş öykü ve iki denemeden müteşekkil kitap. Mutlu at sürmeler, müphem sınırlarıyla bir çiftlik ve bozkır da var, mülemma lağımlar da. Roberto Bolaño yazınca cümleler, sayfalar bir lunapark oluyor. Bazen de küçük bataklıklara dönüşüyor öyküleri, başlayınca bırakılmıyor.

Şili Edebiyatı 1973-1990 arasında işbaşında olan diktatör Pinochet’nin askerî rejiminin geride bıraktığı ağır travmalarla yüzleşmeyi sürdürüyor. Resmî rakamlar Pinochet döneminde yaklaşık 40 bin kişinin insan hakları ihlallerine uğradığını, 3 bini aşkın kişinin ortadan kaybedildiğini veya öldürüldüğünü söylüyor. Ancak Şili’de Pinochet hakkındaki fikirler daha karışık; cenazesinde kimisi göz yaşları içinde olan 60 bin kişi yer alırken, Pinochet’nin Şili’nin kötü bir iç savaşa ve ekonomik olarak dibe sürüklenmesini engellediğini hararetle savunanlar da var. [2] 

Şili Edebiyatı’ndan bir başka yıldız

Geçen yaz okuduğumuz Space Invaders [3] bir grup çocukluk arkadaşının rüyalarında beliren Estrella González’in öyküsünü anlatıyordu. Birinci Can, İkinci Can, Üçüncü Can ve Game Over olmak üzere dört bölümden oluşan kitapta çocukların Estrella ile ilginç bir iletişim şekli vardı. Estrella’nın mektuplarını okuyorlar, onu hissediyorlar ve duyuyorlardı. Estrella (İspanyolca yıldız anlamına geliyor) ortadan yok olmuştu. Tıpkı Şili tarihinin kirli, gölgeli sayfalarında (Pinochet rejiminin kara yıllarında) bir anda ortadan kaybedilen yüzlerce insan gibi.

Space Invaders 2013’te yayımlanışının ardından birçok dile çevrilmiş ve yazarı Nona Fernández, 2016’da yayımlanan La dimensión Desconocida romanıyla İspanyolca eserler veren kadın yazarlara takdim edilen Sor Juana Inés de la Cruz Ödülü’ne sahip olmuş. Nona Fernández, oyunculuk ve senaryo yazarlığı da yapmakta olup kendi kuşağının önde gelen Latin Amerikalı yazarlarından biri olarak görülüyor.

Space Invaders hafızanın ve toplumsal belleğin kalıntılarıyla bir rüyalar kitabı idi. Kısacık olsa da hem bir çocukluk kitabı hem de yetişkinlerin Şili’de diktatör Pinochet rejimi altında yaşadıkları ağır acılarının dökümüydü. Gerçek hayatta olduğu üzere bazı rüyalar hiç beklenmedik anlarda kâbuslara dönüşüyordu. Protez eller, cam gözler… Nona Fernández tüm bunları, kitaba da ismini veren video oyunu [Tomohiro Nishikado tarafından geliştirilen ve 1978’de Taito’nun yayınladığı Japon video oyunu] doğrultusunda anlatıyordu:

“Dünyalı silahlarının fosforlu yeşil mermileri bir uzaylıya rastlayıncaya kadar ekranda hızla ilerliyordu.” (s. 20)


Nona Fernández

Güney Amerikalı yazarlarda rastladığımız samimi, sürprizli, oyunlu üslup Nona Fernández’de de ziyadesiyle mevcut. Kara acıları[4] çocukluğun diline böyle güzel aktarabilmek, bir video oyunu aracılığıyla okura farklı bir kurgu ve akış sunabilmek çok kıymetli:

“Küçük uzaylılar yukarıdan aşağıya blok halinde, kare şeklinde, ateş ederek ve ahtapot ya da mürekkep balığı dokunaçlarını hareket ettirerek iniyor, […] uzaylılar sonunda mutlaka havaya uçuyordu.” (s. 20)

Bolaño’nun metinlerinde “yok-yerler”

Fransız antropolog Marc Augé, günümüz mekânlarının bazılarını “yok-yerler” [non-lieu, non-place][5]olarak tanımlar: Otobanlar, AVM’ler, tatil köyleri, havaalanları ve benzeri mekânlar Augé’ye göre klasik yer-bağlam ilişkiselliğinden daha farklı bir mekânsallık oluştururlar. Roberto Bolaño’nun Katlanılmaz Sığırtmaç’ında ilk otoban İki Katolik Öykü’de karşımıza çıkıyor: 6 no.lu misyonda şöyle diyor yazar:

“Bir seferinde rüyamda onu gördüm, bir seferinde yatak odasının kapısını açtım ve bir yatak, bir makyaj masası, bir dolap görmek yerine zemini kırmızı tuğlalarla kaplı, dağları aşıp da Fransa’ya doğru devam eden karayolu tüneli misali uzun bir koridorun, upuzun bir koridorun antresini andıran boş bir oda gördüm, ne var ki bu kez tünel dağlık otobanda değil de en yakın arkadaşımın annesinin yatak odasındaydı.” (s. 100)

“II. Şans” kısmının 6. ayrımında ise bir otoyol var:

“Bina sessizdi, diğerleri kadar değilse de kendileri de deli olan ve dışarı çıkamayan bahçıvanların bakımını üstlendiği bahçe sessizdi, çamların ve kavakların ardından görülen otoyol sessizdi, düşüncelerimiz bile korkutucu bir sessizlik içinde üşüşüyordu aklımıza.” (s. 109)

Diğer iki otoban ise Edebiyat + Hastalık = Hastalık’ta peş peşe karşımıza çıkıyor: “Seyahat hasta eder” cümlesiyle başlayan “Hastalık ve Seyahat” kısmında:

“İlkin babamın kamyonunda, nükleer savaş sonrasının otobanlarına benzeyen ve tüylerimi diken diken eden ıssız Şili otobanlarında yol aldım, ardından trenle ve otobüsle gezdim ve on beşimde hayatımda ilk kez uçağa binip Meksika’ya, yerleşmeye gittim. Sonrasındaysa sürekli seyahat ettim. Sonuç: Bir dolu hastalık.” (s. 127)

Álvaro Rousselot’nun Seyahati’nde ise bir havaalanımız var:

“İşin aslı bir parça yapay olan o mutlu atmosferi yaratan Rousselot’nun bizzat kendisiydi, zira konferans sona erdiğinde Paris yolunu tutacağını, meslektaşlarınınsa Buenos Aires’e döneceğini yahut Avrupa’da bir yerlerde birkaç gün tatil yapacaklarını biliyordu. Dönüş günü gelip çattığında ve delegasyonun Arjantin’e dönen üyelerini geçirmek üzere havaalanına gittiğinde Rousselot’nun gözleri yaşlarla doldu.” (s. 85)

Bolaño’nun öykülerinde bir AVM veya tatil köyü yok ancak lağımlar var; her ne kadar Augé’nin verdiği örneklerde lağımlar yer almasa da ben lağımları Augé’nin teorik çerçevesine dahil edebileceğimizi düşünüyorum. Bolaño’nun mütemadi hudut-bulandıran mekân anlayışını da hesaba katarsak belki de bu kitabın en mühim “yok-yer”i lağımlar, zira elliyi aşkın yerde karşımıza çıkan bu [yok]-mekânlar yazarın bu kitaptaki öykü çekirdeği.

Bazı çocuk oyunları ve oyuncaklarının nelere sebep olabileceği hiç belli olmuyor. Edebiyat da bizi her zaman elvan, eğlenceli lunaparklara götürmüyor. Yavaş yavaş çocuk parklarından farklı kentlere, hatta dağlara sürüklüyor. Şunu çok iyi biliyoruz: Bolaño her tür sınırla denemeler yapıyor. Bu psikiyatrik sınırlarda, bu zor bataklıklarda öyküler, öykü karakterleri dengesini ne kadar koruyabilecek?

Bolaño okurken neden bu denli kapılıp gidiyoruz? Öykülerinde denklemler, odaklar sürekli değişiyor. Öykülerin merkezi, verdiği mesajlar ve okuru sürüklediği meseleler sürekli hareket halinde. İç içe, karışık ve eğri büğrü gibi görünen çizgilerle dolu, okunaksız bir el yazısından çiçek dürbünleri üretiyor. Kim haklı, hangi karakter ne kadar haksız, defterleri sık sık hem de en baştan temize çekiyoruz. Malum, okurun yerini hiç sabitlemiyor Bolaño. Sürprizleri, Bolaño’nun okurlara hazırladığı güzel hediyeleri bozmamak için hep kendimi tutuyorum. Çünkü öykülerin konularından biraz bahsetsem hemen sürprizi uçacak, hemen lezzetleri dağılıverecek gibi geliyor. Bu kez yazarın öyküleri beni Şili’den dünyanın öbür tarafına gönderdi. İran filmlerinin her zaman başka bir atmosferi oluyor. Muhtemelen çok fazla çocuk oyuncu kullandıkları için farklı bir içtenlik, farklı bir gerçeklik-kurgu dönüşümü (özellikle Ayneh), İran sinemasını diğer ülkelerin sinemalarından daha müstesna bir yere koyuyor. Ta’m-e gīlās, İran yeni dalga sinemasının başlangıcı olarak kabul edilen Gāv,Nema-ye Nazdik, Bicycleran, Chaharshanbe-soori (Kirazın Tadı, İnek, Yakın Plan, Bisikletçi, ÇarşambaAteşleri) gibi İran filmlerini çeşitli açılardan özellikle de Bolaño kurgu ve gerçek arasındaki hudutları her cümlede, her sayfada karıştırmayı çok sevdiği için anımsadım.

Latin Amerika edebiyatından kimleri okumalı?

Bolaño’nun Fransız şiiri üzerine çok ilginç bir denemesi de yer alıyor Katlanılmaz Sığırtmaç’ta. Mallarmé’nin “Deniz Meltemi” şiirini [Stéphen Mallarmé, Şiirler, çev. Can Yücel, Varlık Yayınları, 2006] inceliyor enikonu. Sonra seyahat hakkında yazıyor. Derken Baudelaire’in “Yolculuk” şiirine [Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, Varlık Yayınları, çev. Erdoğan Alkan, 2009] yakından bakıyor. Zaten kelimeleri, cümleleri şiir gibi dokuyan Bolaño’nun böyle enfes şiirler üzerine kaleme aldığı denemeleri okumak ayrıca paha biçilemez.

Kitabın son denemesinde yazar, İspanyol edebiyatında neden bazı yazarların bu kadar çok sattığı sorusunun peşine düşüyor. Latin Amerika edebiyatından kimleri okumamız gerektiğine dair bir öneri listesi de var:

“Isabel Allende, Luis Sepúlveda, Ángeles Mastretta, Sergio Ramírez, Tomás Eloy Martínez, Aguilar Camín ya da Comín diye biri ve şu an adını hatırlamadığım daha pek çok meşhur isim.” (s. 146)

İlaveten günümüz yazarları için eleştirilerini de sıralıyor.

Yazarın ölmeden haftalar önce yayıncısına teslim ettiği Katlanılmaz Sığırtmaç’ın hak ettiği doğru kelimeleri bulmakta sanırım zorlanıyorum. Öyle dört dörtlük öyküler ve zihin açıcı, farklı disiplinler arasında gezinen denemeler ki, lütfen hiç vakit kaybetmeden siz de okumaya başlayın.

 

NOTLAR:


[1] Roberto Bolaño, Katlanılmaz Sığırtmaç, Can Yayınları, çev. Seda Ersavcı, 152 s.

[2] Bkz. “Darbenin 40. yılında Pinochet'nin mirası”, BBC 

[3] Nona Fernández, Space Invaders, İthaki Yayınları, çev. Roza Hakmen, 72 s.

[4] Nahid Sırrı Örik okurken gördüğüm “kara ağız” tabirinden mülhem.

[5] Marc Augé, Non-places: introduction to an anthropology of supermodernity, 1992, Verso (Marc Augé, Yok-yerler, çev. Turhan Ilgaz, Daimon Yayınları, 2017, 104 s.).