Reşat Nuri’de yazarın siyasi, entelektüel ve ahlaki sorumluluğu: “İşleri eldiven ucu ile tutanlar”, “Kendi fikirlerinden kolayca memnun kalanlar” ve “Kalem Namusu”

Romanlarından yansıyan Reşat Nuri imgesi ve çeşitli edebiyat adamlarınca hatırlanan “maarif müfettişi edip” Reşat Nuri persona’sının ötesinde, bir toplumda yaşayıp oranın dertleri üzerine kafa yoran bir entelektüel olarak Reşat Nuri hemen hiç bilinmiyor

01 Aralık 2016 14:06

Okurlarıyla hep özel bir sevgi ilişkisi kurmuş yazarlardandır Reşat Nuri; bu yönüyle Dickens’ı andırır biraz, aynı nedenle de entelektüel kesimin hep hafiften burun kıvırarak baktığı bir yazar olmuştur. Aslında oyun yazarlığı titrini hep daha çok önemsediyse de, Çalıkuşu’nun gördüğü inanılmaz ilgi sayesinde –belki kendisi, “yüzünden” derdi– çok uzun yıllar halkın en sevdiği romancı olarak kalmıştır: Memleketimizin kitapçısız binlerce kasabasının kırtasiye dükkânlarında hâlâ onun Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı, Damga, Akşam Güneşi gibi (tamam, sonuncusu hariç, bence de o daha zayıf) romanlarını görebiliyorsak bunun sebebi, sadece bunların okullarda okutuluyor olması değil, sevilerek de okunmasıdır: İleriki yıllarda Yeşilçam’ın da bol bol başvuracağı melodramatik yapının iskeleti belki de bu romanlarda çatılmıştır. Bu saydığım romanların sinema ve televizyona defalarca uyarlanması boşuna değil.

Ben şahsen 1935 tarihli Gökyüzü’nden sonra yazdığı, melodramatik unsurlardan sadece bir alt akıntı olarak yararlanan, müthiş toplumsal gözlemciliği ile muazzam bir insan sevgisiyle yoğrulmuş ince mizahının daha ön plana geçtiği romanlarını (Eski Hastalık, Ateş Gecesi, Değirmen, Kavak Yelleri, Miskinler Tekkesi, Son Sığınak ve Kan Davası’nı) ve Anadolu Notları’nı daha çok severim. Hatta artık birçok “ciddi” okur gibi benim de Türk edebiyatından en beğendiğim üç romancı arasında sayacağım Tanpınar-Atılgan-Atay üçlüsünün hemen yanına, bu romanlarıyla Reşat Nuri’yi de koyarım ki o “ciddi” okurların bir kısmının da –mesela daha yenilerde yayınlanan Step ve Bozkır kitabında Murat Belge’nin– en azından yukarıda bahsettiğim “burun kıvırma” tavrından sıyrılmaya başladığını memnuniyetle görüyorum.

Ama bunca sevginin bu denli az merak uyandırması çok şaşırtıcı: Romanlarından ve zorlukla ulaşılabilen tek tük birkaç röportajından kırılıp yansıyan Reşat Nuri imgesi ve çeşitli edebiyat adamlarınca –genellikle hep sevecenlikle– hatırlanan “maarif müfettişi edip” Reşat Nuri persona’sının ötesinde, bir toplum içinde yaşayıp oranın dertleri üzerine kafa yoran bir entelektüel olarak Reşat Nuri, –bir Anadolu Notları var neyse ki– hemen hiç bilinmiyor. 1920’lerin başlarından 1950’li yılların ortalarına kadar çeşitli gazete ve dergilerde yayınladığı yüzlerce makalesi arasında yalnızca tiyatro ile ilgili olanları bir araya getirilmiş durumda çünkü. (Bkz. Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro ile İlgili Makaleleri, haz. Kemal Yavuz, MEB, İstanbul: 1976.) Uzun yıllardır yeni baskısı yapılmayışından pek ilgi görmediği de anlaşılan bu seçkinin talihsizliği belki biraz da adının kişiliksizliğiyle ilgili olabilir. Hiç değilse, Cumhuriyet gazetesinde 1950 yılında yayınladığı tefrikaya verdiği “Tiyatromuzun Ana Davaları. Fransız Tiyatrosu ve Bizimki” adı kullanılsaydı –o tefrikanın bütün yazıları var çünkü bu kitapta– belki biraz daha ilgi görebilirdi. Zaten hikâye kitaplarına girmemiş onlarca hikâyesi, başta Akbaba ve Kelebek olmak üzere çeşitli mizah dergilerine kendi adıyla ve müstear adlarla yazdığı yüzlerce mizah metni de kitaplaşmayı bekliyor.[1]

Bir süre aktif olarak da hizmet verdiği dil inkılabı karşısındaki tavrı nasıl bir çizgi izlemişti? Kadınların daha görünür hale geldiği Cumhuriyet rejiminin gündelik hayatında dikkatini neler çekiyordu? İkinci Dünya Savaşı sırasında neler yazmıştı? Siyasi yelpazenin neresindeydi? Ne kadar milliyetçiydi? Uzun yıllarını verdiği eğitim meselesine nasıl bakıyordu? Anti-komünizm rüzgârından ne kadar etkilenmişti? (Ulus’ta 1949’da yayınladığı Ripka İfşa Ediyor. Ismarlama İhtilal adlı tefrikası bazı kaynaklarda  kendi kitabı, hatta gazete köşelerinde kalmış romanı gibi geçse de –bu da nasıl olabiliyor, hayrete düşmemek mümkün değil– elbette çeviriydi ve roman filan değildi. Hubert Ripka adlı Çek diplomatın 1948’de Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’da yönetime zor yoluyla el koymasını, yani sonraları Kundera gibi Çek yazarlarından da okuyacağımız darbeyi sıcağı sıcağına anlattığı Le coup de Prague, une révolution préfabriquée; souvenirs kitabının çevirisiydi. Güntekin’in ‘49 başlarında çıkan kitabı hemen okuyup çevirmek için Ulus’a önermesine bile bakılarak, en azından, o sıralar çok yaygın olan anti-Sovyet iklimden derinlemesine etkilendiği anlaşılabilir.) UNESCO’da ne yapmayı umuyordu, ne yapabilmişti? Savaş sonrasında epey kaldığı Paris’le ilgili, önce Memleket’te, sonra da Aydabir dergisinde çıkmış anı yazılarında neler vardı? (Mesela Camus’nün Yabancı’sını Yeni İstanbul okurları için çevirdikten kısa bir süre sonra gittiği Paris’te yolunu düşürdüğü bir “Existentialiste’ler Kulübü”nde neler gözüne çarpmıştı?)

CHP’nin 1947 yılında çıkardığı Memleket gazetesindeki genel yayın yönetmenliğini ne tür saiklerle kabul etmiş, bu deneyim neden başarısız olmuştu? İfade hürriyeti, aydın sorumluluğu, “kalem namusu”, yazarlık “mesleği”  konusunda tavrı neydi?

Bahsettiğim o makale ve fıkraları bir araya getirilip yayınlanıncaya kadar bu soruların cevabı meçhul kalacağa benzer. Ben elime geçirebildiğim yazıları arasından bir önceki paragraftaki sorulara cevap bulmaya yardımcı olabilecek üç yazı seçtim, hiç eksilmeyen güncellikleri nedeniyle.

Sağdan Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunun, soldan da Sabahattin Ali ile Aziz Nesin’in yeni çıkarmaya başladıkları Markopaşa’nın, çokpartili hayata yeni geçilmesinin de coşkusuyla sözlerini sakınmadan CHP iktidarını yerden yere vurup etkileyici satış rakamlarına ulaşması karşısında tedirgin olan partinin[2] Ulus’la ulaşamadığı halk kesimlerine daha çok hitap edebilmek amacıyla, başına da Çalıkuşu yazarını getirerek, 1947 yılının Mart ayında yayınlamaya başladığı, ama tutmayıp birkaç ay içinde kapanan gazetesi Memleket’in ilk sayısında çıkan bir yazı “Münevverin Vazifesi”. Ama yazıya geçmeden önce gazete hakkında bazı aydınlatıcı anekdotlar vermekte fayda görüyorum.

Bu gazetenin kuruluşu da kapanışı da epey dedikodu yaratmış. Özellikle partili gazeteciler arasında müthiş bir kırgınlık ve haset dalgası oluşmuş anlaşılan. Yusuf Ziya Ortaç, anılarında gazetenin başına aslında kendisi getirilecekken bir gün Falih Rıfkı’dan gazetenin başına “ikisi de seçimlerde liste dışı kalmış iki Halk Partili” diye tarif ettiği Reşat Nuri ile Feridun Osman Menteşoğlu’nun getirildiğini öğrenince yaşadığı hayal kırıklığını, kaç yıl sonra bile, adeta dişlerini sıka sıka anlatır; lafını da “Memleket çıktı ve hiçbir sayısı, hiçbir başarı gösteremeden, sürüne sürüne battı gitti” diye bağlar (Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, 1966, s. 167-78, özellikle bkz. S. 174).  Bu gazeteden sadece bir gün önce, ama bu kez DP’lilerin sözcüsü olması maksadıyla yayınına başlanan ve ilginç bir biçimde yazı kadrosunda Ulunay, Rıza Tevfik ve Tarık Mümtaz Göztepe gibi 150’liklerin ağırlıkta olduğu Demokrasi gazetesinin 16 Mart tarihli nüshasının birinci sayfasında, kıdemli CHP’lilerden Hüseyin Cahit Yalçın’ın Memleket gazetesi çıkarılarak kendilerine “bir nevi itimatsızlık” gösterilmesi yüzünden küplere bindiği keyiften dört köşe bir edayla anlatılır (Bu yazının altındaki imzanın Fiske, yani Yusuf Ziya’nın ayrılmaz ekürisi, bacanağı ve iş ortağı Orhan Seyfi’ye ait olması manidar tabii ama bu gazete Memleket’ten de ömürsüz olacak, bir buçuk ay bile dayanamayıp kapanacaktır. Zaten daha önce benzer bir iddiayla çıkan Hürses de başarılı olamamıştır. DP “parti gazetesi” işini ancak birkaç sene sonra çıkacak Zafer’le kıvıracaktır).

Reşat Nuri de bu dedikodulardan rahatsız olmuş olacak ki gazetedeki ikinci siyasi yazısını bu konuya hasrederek, bir partide farklı fikirlerden insanlar olmasının doğal olduğunu söyler (“Parti arkadaşı demek mutlaka tabanca kurşunu gibi birbirinin aynı fikirler taşıyan adam demek değildir” diyerek asabiyetini ele veren irkiltici bir benzetme yapar) ama destursuz böyle tepkiler görmeyi yadırgadığını da gizlemez. (“Küçük Şey”, 17 Mart 1947). Ama bu olumsuz hava etkisini gösterir: Başlarda Reşat Nuri’nin Fransa izlenimlerini anlattığı, incelikli gözlemlerle dolu yazılarının yanı sıra (zaten kendi imzasıyla çok az sayıda siyasi yazısı çıkar gazetede), bir başka “inanmış” CHP’li Tanpınar’ın da “Memleket Realiteleri” ve “İş ve Program” gibi önemli siyasi metinlerinin de yayınlandığı bu gazete, bir süre sonra, o zamanlar iyice ivme kazanan anti-komünizm rüzgârından nemalanmaya çalışan yazılardan (bunlardan birkaçı da Varlıkçı Yaşar Nabi Nayır’ın imzasını taşır) başka dişe dokunur hiçbir şey yayınlamaz hale gelip kapanacaktır. Yaklaşık bir yıl sonra Refik Halid Karay, Akşam’da muhtemelen Memleket gazetesi deneyimini göz önünde bulundurarak yazdığı “Parti Gazeteleri” yazısında gayet parlak bir tespit yaparak, “bizde” parti gazetelerinin tutmamasını “malûm” sebepler dışında asıl “bizde modern manada parti ve partizan” değil sadece “hükümetçi ile muhalifi” olmasına bağlayacaktır. Hükümetçi de kanaatleriyle değil geçim derdiyle muvafık olduğu için “bir nevi yarı kapalı muhaliftir; muhalefet yapan gazeteleri okumaktan hoşlanır,” der. Bizde ancak “gerçek manasile bir sosyalist parti olsa” ve o parti bir gazete çıkarsa o tutabilir, ona göre. (Bkz. Bu Gazeteciler, İnkılap, 2014, s. 184-5)

Fakat Reşat Nuri’nin özellikle piyes yazarı kimliğinin ve romanlarındaki başarılı diyalogların bir yansıması olarak çoğunlukla gerçek veya muhayyel bir muhatapla söyleşi tarzında yazdığı (ki bu bakımdan fıkracılarımız arasında pek benzeri yoktur) birçok günlük yazıdan biri olan “Münevverin Vazifesi”, sadece bu akıbet, yani bu başarısızlık göz önünde tutularak okunmamalı elbette. Hiçbir işin ucundan tutmadan, moda tabirle elini taşın altına koymadan siyaset “batağına” atıp tutan münevvere getirdiği, adeta Hegel’in “Güzel Ruh” eleştirisini hatırlatan eleştiri gözden kaçırılırsa, yazının bugün de koruduğu tazelik ve güncellik fena halde ıskalanmış olur. Yazının kalbi şu satırlar çünkü bence: “Meydanda seviye alçalırsa, küçük menfaat kavgaları alıp yürürse kabahat ona kapısını, penceresini kapayan münevverindir; bir büyük İngiliz mütefekkirinin dediği gibi:  ‘Ellerinin temiz kalması için işleri eldiven ucu ile tutan’ münevverindir. Rahatını, menfaatini, ‘kendi halinde iyi bir adam’a çıkmış adını tehlikeye atmaktan kork... sonra meydandan şikâyet et. Ben işte bunu doğru bulmuyorum.”

Reşat Nuri’nin kendisi de “kendi halinde iyi bir adam”a çıkmış adını tehlikeye attığının, “sen romancı adamsın, nene gerek particilik yapmak, hele hele parti gazetesi çıkarmak” türü eleştiriler alacağının, işin ucunda fena halde çuvallamak da olduğunun farkındadır; ama bunu göze alır. Çünkü mademki demokrasi “cahil çobanın, cahil çiftçinin, cahil kadının” da eşit söz hakkının olduğu rejimdir (dikkatli okunduğunda görülür ki buna itirazı yoktur, bir olgu tesbiti yapıyordur Reşat Nuri), “kendi küçük ailesinin bahtiyarlığı” ile yetinip oturduğu yerden bu cehaleti ve yol açabileceği çok daha tehlikeli sonuçları bitip tükenmeyen sızlanmalara konu etmek yerine dönüştürmeye, “küçük ışıklarımızın müsaadesi ölçüsünde ona yol göstermeye” çalışmak “vazife”dir. Sadece “eğitim”den medet ummaması, umulmaması gerektiğini söylemesi ve (devlet partisini desteklemek için bile olsa eninde sonunda) devletten özerk bir siyasi eylemlilik çağrısı yapması bakımından Kemalist söylemde sıradışı ve kıymetli, çok kıymetli bir konum olduğunu düşünüyorum burada Reşat Nuri’nin savunduğu tavrın. Biz daha soldan bu “vazife”ye kendi ilavelerimizi yapmalıyız elbette: “Cahil” parantezine alınmış kitlelerle hep yakın temasta olmak, onların senin söylediklerine kıymet verebilmesi, gerçekten öğrenme ve değiş(tir)me ihtiyacı duyması için sürekli yanlarında durup somut dertlerine onunla birlikte derman bulmak. Türkiyeli solcuların 1970’lerden beri büyük ölçüde unuttuğu (daha doğrusu, üzerinden silindir gibi geçen devlet şiddeti yüzünden hatırlamaya ürktüğü) ama ihmal edilemeyecek kadar hayati önem taşıdığını şu içinde yaşadığımız, cehaletin övgü, okumuşluğun sövgü, dahası cezalandırma konusu olduğu, adeta başlı başına suç haline getirildiği korkunç günlerde iyice anladığımız bir vazifedir bu.

Birincisinden iki yıl önce, o sıralar CHP’nin “resmen” tek gazetesi konumunda olan Ulus’ta yayınlanmış olan ikinci yazı, yani “Bir Dört Yol Ağzında Konuşma” Reşat Nuri’nin yine diyalog tarzında kaleme aldığı bir “genç yazar adayına mektup” yazısıdır, bir yanıyla da bir “büyübozum yazısı”. “Kalemiyle geçinme” hayalleri kuran gence bunun neden mümkün olamayacağını anlatır; genç adam “Hiç değilse yazarlığa en yakın dal olarak gazetecilik yapmam iyi olmaz mı?” diye sorunca da ona gazeteci-edebiyatçı kimlikli yazarların hep yaşadığı “nitelik” sorununu hatırlatır. Şu satırlar o dönem kalemlerine fazla “yüklenen”, “düşünemeyecek kadar çabuk yazmağa alışmış” bütün edip-muharrirlere yönelttiği bir eleştiri olarak da görülmelidir elbette: “En acınacak durumda olanlar gazetenin gündelik işleri arasında yıpranıp giderken iyi bir yazar olmak hayalinden yakalarını kurtaramayanlardır. Çabuk, düşünemeyecek kadar çabuk yazmağa alışmışlardır... Kaçmaktan kovalamaya, yazmaktan okumağa vakit bulamadıkları için basit kalmışlardır. Bunun için şeklin düzgünlüğüne aldanarak kendi fikirlerinden kolayca memnun kalırlar. O zaman ne bir fikir çıkıntısı, ne bir parça neşe veya heyecanı olmayan satırlar ve sütunlar, sokakların parke taşları gibi, hep bir boyda, hep bir renk ve cilâda akıp gider… kalem pek öyle üstüne yüklenilecek bir şey değildir. Ekmeğinizi ve her şeyinizi ondan beklediniz mi çabuk yıprar.” Burada gazeteciliğin edebiyatçı için yarattığı, üzerinde çok sık durulagelen sıradanlaşma tehdidinin ötesinde bir yere de gidiyor bence Reşat Nuri’nin sözleri, önemsemem de ondan: O sıralarda da ondan sonra da edebiyatçının entelektüel bir sorumluluğu da olduğunu, “kendi fikirlerinden kolayca memnun kalmamakla”, özetle “düşünmekle” de mükellef olduğunu savunan başka yazarlarımız da olmuştur ama edebiyat ortamımıza hiçbir zaman bu tavır hakim olabilmiş değildir: Sağlı sollu bütün cenahlardan edebiyatçının siyasi bir misyonu yerine getirmesi beklenmiştir beklenmesine ama düşünmek pek de edebiyatçının, edebiyat adamının işiymiş gibi görülmemiştir. Hatta yazarlarımızın önemli bir kısmında devlet katından veya çevreden dayatılan siyasi misyon hissi ne kadar artarsa düşünsel sorumluluk bilincinin o kadar azaldığı gibi ters orantı görmek mümkündür maalesef. Başka yerlerde daha derinlemesine kurcalamak durumunda olduğumuz karmaşık bir mesele bu, ama şimdilik şunu demekle yetinebiliriz herhalde: Türk edebiyatında düşünce vardır elbette ama genellikle olduğu zannedilen yerlerde, kişilerde, tarzlarda değil.

Son yazıda ise Mütareke yıllarında ciddi bir geçim darlığı çektiği halde Peyam-ı Sabah’a yazmayı reddeden ve bu reddi de reklam etme gereği duymayan Ahmet Rasim’den şahsen duyduğu ve “mesleğin en kutsal kanunu” diye nitelediği şu sözlerin altını çizer Reşat Nuri: “Muharrir de insandır. O da edepsiz, ahlâksız, dolandırıcı, hırsız, şu bu olabilir. Bu bir şahsi namus meselesidir. Ayıplayan ayıplar, fakat netice itibarıyle kendinden başka kimseyi alâkadar etmemesi lâzım gelir. Fakat bir de kalem namusu diye bir şey vardır ki, o olmadı mı, dünyanın en büyük edibi olsa çekiver kuyruğunu...” Epeydir karaktersiz kalemşorlarla dolup taşan bir ortamda belki de en güncel yazı bu.

Reşat Nuri’nin bu yazısında konu edip kalem namusunu övdüğü diğer isim olan Julien Gracq da o tavrını sonraki yıllarda da sürdürmüş. Kitapları için promosyon turları yapmayı reddetmiş, artık yayıncıların işini de ayaklı reklam panosu haline gelen yazarların yaptığından şikâyet etmiş, başka ödülleri de reddetmiş ve bir yerde şöyle demiş: “Yazar, konuşmak yerine yazan, kamu önüne ikide bir çıkmak yerine okuyan, televizyonda kendisi hakkında boş boş konuşmak yerine evinde oturup düşünen kişidir.” (Kaynak: http://www.independent.co.uk/news/obituaries/julien-gracq-distinguished-novelist-known-forhissurrealism-and-solitude-who-refused-all-literary-honours-766767.html )




MÜNEVVERİN VAZİFESİ



Eski bir çocukluk arkadaşım vardır. Vaktiyle beraber oynardık, beraber okuduk. Sonra da bir zaman yine beraber öğretmenlik ettik.

O bugün hâlâ öğretmendir. Çok okumuş, ağır başlı, melek ahlâklı bir insandır.

Yıllardan beri görmüyordum. Yakınlarda sokakta rastgeldim. Dargın bir hayretle bana şunları söyledi:

— Senin benim kadar sebatlı bir meslek hayatın olmadı. Öğretmenlik yaptın; yazıcılık yaptın, bir ara da bir kıyısından politika hayatına ilişir gibi oldun. Bunlara bir şey diyecek değilim. Fakat öğrendiğime göre şimdi rotayı büsbütün değiştiriyor, gazetecilik yani militan politika hayatına atılıyormuşsun. Politika çirkin entrikalar, küçültücü menfaat kavgaları ve daha bin çeşit kirli ve tehlikeli heyecanlarla dolu bir yataktır. Senin gibi daima sükûnet içinde yaşamaktan hoşlanmış kendi halinde insanlar için değildir. Yaptığını beğenmediğimi senden saklamıyacağım.

Arkadaşıma cevabım aşağı yukarı şu oldu:

— Bizim orta münevverlerimizin, çoğu politikayı senin gördüğün gibi görmüşlerdir ve galiba en büyük hatamız da buradadır. Politika türlü çirkin ihtirasların kaynaştığı bir meydandır; orada düşük seviyeli, düşük ahlâklı birtakım macera avcıları durmadan birbirinin hayatına, malına, namusuna saldırırlar. Kendi halinde adamın, hayat ve şerefini korumak için yapacağı en akıllı iş bu meydanın kapısını, pencerelerini sımsıkı kapamaktır, çoluk çocuğumuza, talebemize, üzerinde az çok tesirimiz bulunan insanlara böyle söylemişizdir.

Meydanın müdafaası için bana, pek kuvvetli deliller bulacağını sanmam. Fakat düşünmeliyiz ki bu meydan yalnız senin benim değil, hepimizin, bütün millet ve memleketimizin en yüksek mesele ve menfaatlerimizin konuşulduğu, karara bağlandığı yerdir. Bu bakımdan ona hattâ mukaddes meydan demeyi de yanlış bulmuyorum. Meydanda seviye alçalırsa, küçük menfaat kavgaları alıp yürürse kabahat ona kapısını, penceresini kapayan münevverindir; bir büyük İngiliz mütefekkirinin dediği gibi: “Ellerinin temiz kalması için işleri eldiven ucu ile tutan” münevverindir. Rahatını, menfaatini, “kendi halinde iyi bir adam”a çıkmış adını tehlikeye atmaktan kork; kendi küçük ailenin bahtiyarlığı, kendi küçük adının şerefi memleketin bahtiyarlık ve şerefinden daha kıymetli imiş gibi, bir ana kuş izansızlığiyle, yalnız kendi yuvanı kanadının altında sakla; sonra meydandan şikâyet et. Ben işte bunu doğru bulmuyorum.

Az çok okuyup yazmışların, hayatta az çok tecrübe ve bilgi kazanmış olanların bu hodgâmlıklarında şimdiye kadar mazerete benzer bir şey vardı. Padişahlık zamanında olsun, tek partili Cumhuriyet zamanında olsun memleket az çok tepeden idare ediliyordu. Senin benim doğrudan doğruya politika işlerine karışmamızın pek tesiri olmıyabilirdi. Fakat şimdi öyle mi? Memleketin idaresi bahsinde bugün okuyup yazması olmıyan çoban da, sen profesörlerle müsavi hakka maliktir.

Memleketi idare edecek en ehil insanları bulup seçmek hakkı herkesindir, seninle beraber cahil çobanın, cahil çiftçinin, cahil kadının hakkıdır. Fakat küçük ışıklarımızın müsaadesi ölçüsünde ona yol göstermek vazifesi senindir, benimdir.

Hepimiz işimizi gücümüzü bırakıp politika ile uğraşalım diyeceğimi zannetmezsin. Fakat onu hor görmiyelim. Yaş yaşamış, tecrübe görmüş ve az çok kafasını işletmiş insanların ağır başlı sükûnetleri ve mantıkları, politika meydanında zaman zaman kopacak kasırgalara çok tesir edebilir.

O halde şimdi de ben sana sorayım: Milletimiz kendi kendisini doğrudan doğruya idare etmek için en büyük ve nazik tecrübesini yaparken sen bunca tecrübe görmüş yüksek münevver, mektebindeki çocuklara yalnız rubainin veznini ve Fuzuli’nin nasıl bir şair olduğunu öğretmekle bütün vazifeni yaptığına inanabiliyor musun?

Memleket, 14 Mart 1947




BİR DÖRTYOL AĞZINDA KONUŞMA

 

OTOBÜSTE genç bir çocuk bana yerini ikram etmişti. Karşıdan ısrar ile bana baktığını fakat gözgöze gelince başını öte tarafa çevirdiğini görüyordum. Biraz sonra caddede bir ayak sesinin ağır ağır beni takibettiğini işittiğim zaman bilmem neden o olduğuna hükmederek başımı çevirdim. Gerçekten de oydu. Çekingen bir gülümseme ile:

— Efendim afedersiniz, dedi, ben eski okul arkadaşınız E…’nin oğluyum. Babam bir iş için sizinle görüşmemi istedi. Boş bir zamanınızda sizi nerede bulabileceğimi…

Kızılay’ın önündeydik. Bahçede bir yer göstererek:

— İsterseniz hemen şimdi çocuğum, dedim.

Hava çok güzel olduğu halde bahçede birkaç bebekle dadılarından başka kimse yoktu. Ağaçların altında bir kanepeye oturduk:

— Efendim yazar olmak istiyorum. Babam nedense pek hoş görmüyor. Hele gazeteciliğe asla razı değil. Fakat “bir kere onunla görüş. Mesleğidir. Bu işlere benden daha iyi aklı erer. Sana yardım edeceğine şüphem yok” dedi.

— Yaşınız?

— Yirmiye giriyorum.

—  Tahsiliniz?

—  Bu yaz liseyi bitiriyorum.

— Sonra ne yapacaksınız?

Çocuk şaşırır gibi olarak yüzüme baktı:

— Söylemiştim efendim. Yazar olacağım.

— O malum… Fakat ondan başka.

— Kalemimle yaşamak istiyorum efendim… Niçin gülümsediniz acaba?

— Öyle mi? Farkında olmadan yapmış olacağım. Sakın bir mana çıkarmayın. Siz yaşta çocuklar bir parça alıngan olurlar. “Kalemimle yaşıyacağım” dediniz. Yirmi yaşınız için bu çok temiz bir cesaret sözüdür. Yirmi yaşında birçokları bunu söylemiştir. Ben kendim de söylediğimi hatırlıyorum. Fakat hemen hiç birimiz yalnız kalemimizle yaşamadık. Hemen hepimizin bir yardımcı mesleğimiz oldu. Kimimiz memurluk, kimimiz öğretmenlik veya doktorluk yaptık. Meselâ ben babanız gibi öğretmendim. Yazı ve kitaplarını gördüğünüz yazarların birçoğu da gene öğretmendir. Hem bunu yalnız bizde sanmayın, Fransa gibi ileri garp memleketlerinde de böyledir. Bize bizimle bir dünyada yaşadıklarına inanamayacağımız kadar büyük görünen ve bazıları gerçekten de öyle olan birçok yazarlar, ekmek ve ateş kaygısından hiç kurtulamamış küçük memurlar, küçük öğretmenler olmuşlardır. Şato, park, apartman, lüks hayat masalları hemen hemen masaldır. Piyangodan pek az farklıca şans oyunları.

— Fakat efendim bizde bile kalemiyle yaşıyan, hattâ zengin olan bunca gazeteciler, gazete sahipleri...

— Çocuğum iş değişiyor. Hele gazete sahibi deyince... O büsbütün başka bir iştir: gazete fabrika veya mandıra nevinden bir ticaret evidir. Ona hiç aklım ermez benim. Gazete sahibi aynı zamanda da bir büyük yazar ise onun gazetesini, kendi öğretmenliğim gibi yardımcı meslek sayarım.

— Peki efendim dediğiniz gibi de olsa gazetecilik yazarlığa gene en yakın meslek değil midir? Meselâ memur veya bir serbest meslek sahibi olursam pek hoşlanmadığım işlerle vakit kaybedeceğim. Halbuki gazetecilik asıl mesleğime daha yakındır.

— Dediğinizin doğru bir tarafı var. Dünya, cemiyet, memleket, güzel sanat ve saire meseleleri üzerine birçok değerli etütler, tenkidler, denemeler, hatta hikaye ve roman gibi doğrudan doğruya sanat eserleri gazetelerde çıkar. Fakat bunları yazanlardan çoğu dışardan insanlardır: gazetenin gündelik normal çalışması ile yetişmiş değildirler; ne yapacaklarsa dışarıda kendi kendilerine yaparak olgunlaştıktan sonra gazetenin asıl ailesine katılmışlardır.

— Bir şey sorayım efendim. Gazetelerde küçük yazı işleriyle başlıyarak yetişmiş değerli yazarlar yok mudur?

— Olmaz olur mu? Başka yaratılışta bazıları için gazetecilik de en verimli bir mektep olabilir. Bir memleketin gerçek hayatını kimse gazeteci kadar yakından görmek fırsatını bulamaz. Fakat bunlardan faydalanmak için dediğim gibi, başka yaratılışta bir insan olmak lazımdır. Bu yol, bir dört yol ağzında size yolunu soran bir çocuğa asla tavsiye edilmez. Şimdiye kadar sizin durumunuzda ne kadar genç çocuk, bu hayal ile kendini bu yola atmıştır. Sonları ne oluyor? Gençliğinin en verimli birkaç yılını ziyan ettikten sonra bazıları yazarlık heveslerinden vaz geçerek gazeteci kalmağa razı olurlar; bir kısmı o zamana kadar ihmal ettiği üniversitesine döner, yahut bir yerde şöyle böyle bir iş bulurlar. Fakat bunlar arasında en acınacak durumda olanlar gazetenin gündelik işleri arasında yıpranıp giderken iyi bir yazar olmak hayalinden yakalarını kurtaramayanlardır. Çabuk, düşünemeyecek kadar çabuk yazmağa alışmışlardır; kalemleri bir akıcılık melekesi kazanmıştır; dille adeta yüz göz olmuşlardır. Kaçmaktan kovalamaya, yazmaktan okumağa vakit bulamadıkları için basit kalmışlardır. Bunun için şeklin düzgünlüğüne aldanarak kendi fikirlerinden kolayca memnun kalırlar. O zaman ne bir fikir çıkıntısı, ne bir parça neşe veya heyecanı olmayan satırlar ve sütunlar, sokakların parke taşları gibi, hep bir boyda, hep bir renk ve cilâda akıp gider; her gün aramızda kafadan ziyade ağzımızla konuştuğumuz basma kalıp sözlerden etütler; içlerinde ağır düşürülmüş nükteler ve taşlar bulunduğu için tenkid dediğimiz tenkidler; klişeleşmiş tasvirler, tahlilli ve vakalardan meydana gelmiş romanlar ve hikayeler… Bütün bunlar, altında ne istidatların gömülüp gittiğini kimse bilemez. Nihayet şunu da söylemeliyim ki kalem pek öyle üstüne yüklenilecek bir şey değildir. Ekmeğinizi ve her şeyinizi ondan beklediniz mi çabuk yıprar. Görüyorsunuz ki bu gazetecilik mesleğinde ben de babanızdan pek başka türlü düşünüyor değilim.

— Yok ben yüksek tahsil yapmayacağım demiyorum. Yalnız yazarlık mesleğine mümkün olduğu kadar yakın bir fakülte seçeceğim. Mesela edebiyat fakültesi, felsefe fakültesi…

— Hoşlanmak ve benimsemek şartiyle hangisi olsa olur çocuğum. Değil mi ki üç beş yıl bir metoda uyarak herhangi bir bilginin meseleleri üzerinde kafanızı işletecek, hasbî araştırmalar yapacaksınız; bu sizin için en iyi bir kafa idmanı olacaktır; düşünme ve anlama seviyenizi mutlaka yükseltecektir. İnanınız bana; iyi bir yazara en lazım olan şey bu seviyedir. Şiir belki bir dereceye kadar müstesna; edebiyat eserleri sarmaşıklar cinsinden şeylerdir; bunların pek binde biri kendi kendine kaldığı zamanlarda, ormanlar yapacak derecede bir gelişme kudreti gösterirler. Fakat en çoğu ancak bilginin sağlam gövdesine tırmanmak ve yaslanmakla tam yaprak ve çiçeklerini verirler. Tanrı vergisi falan gibi sözlere fazla bel bağlamayın. Tanrının kime ne verdiğini kim nereden bilebilir? Siz durumda bir genç çocuk için, bir ikinci defası olmayan hayatı rüzgâra vermemek için en emin yol tanrının hiçbir fazla şey vermediğini farketmek ve dediğim gibi yapmaktır.

— Yapacağım efendim ama şimdiden yazmağa başlamamda bir tehlike göreceğinizi zannetmem.

— Ben de zannetmem çocuğum. Yalnız sonu olmayacak boş şeyleri bir şey sanarak üzerlerinde fazla vakit kaybetmemek suretiyle. Size daha soracaklarım var. Bu yazarlık hevesi size nereden geldi?

— Okuduğum romanlardan, daha başka edebiyat yazılarından. (Burada bana bir nezaket yapmak isteyerek) Ben sizi de çok okurum.

— Okumak iyi şeydir çocuğum. Darda kalırsanız beni de okumak olur.

— Öğretmenlerim yazılarımı beğenirler; iyi not verirler. Güzel yazmağa istidadım olduğunu söyleyenler de onlardır.

— Ben de öğretmenken böyle yapardım. Yüzlerce kâğıt arasında bunaldığım zamanlarda bunların yazısı okunaklı, Türkçesi düzgün, konusu benim verdiğim hazır konuya en uygun olanını ayırır, sahiplerini tebrik ederdim. Fakat iyi yaptığımdan emin değilim çocuğum. Bırakalım lisede okuyup yazdıklarınızı. Asıl ehemmiyeti olan bundan sonra yapacaklarınızdır. Ne cins yazı yazmak istiyorsunuz?

— Ne mi? Yazı efendim… yani meselâ hikaye, roman, tenkid… İçtimai ve siyasi yazılar.

— Yani aşağı yukarı hepimizin yaptığımızı… her şeyden biraz yahut birçok... Fakat bunu tenkid ediyorum sanmayın… Başlangıçta tek bir çeşide saplanıp kalmaktan daha iyidir bile… Bırakmalı yapmak istediklerimiz arasında en iyi yapabileceğimizi bize gelecek yıllar söylesin. Ben şimdilik size siz durumda yazı heveslilerini bekliyen bazı tehlikeleri işaret edeyim. Bunlardan en büyüğü derhal yazıya başlıyarak bütün zamanınızı ve kalbinizi ona vermektir. Meselâ bir romana başlarsınız; fazla görgünüz yani okumanız olmadığı için bulduklarınızı kolayca beğenirsiniz; lisedeki öğretmeninizin yaptığı gibi başkaları da beğenirler; iyi bir başlangıç olduğunu söylerler. Fakat değirmen gibi hep aynı nokta etrafında dönmeğe ve aynı maddeyi övütmeğe doğru giden bir iş asla iyi bir başlangıç değildir. Romanınızı bastırabilirsiniz; hatta satabilirsiniz. Kaleminiz gittikçe açılır. Böylece ileride belki yüz cilt kitabınız olur. Fakat ağarmış saçlarınızla görürsünüz ki aralarında bir arpa boyu bile fark yoktur. Niçin mi böyle? Çünkü yirmi yaşındaki çocuk “dünya budur; bu benim gördüğümdür” diye gözlerini kapadı ve hep o hayali yazdı. Halbuki yaşıyan insan için dünya asla bu değildir.

Birçok insanlar için yazarlık yazı yazmayı öğrenmekten ibarettir. Güzel fakat neyi yazacaksınız? Gayet güzel yazı yazmasını öğrendiniz; fakat bir kunduranın nasıl yapılacağını okuması olmayan bir kunduracı kadar anlatabilecek misiniz? İsterseniz, birçoklarımızın birçok yazılarımızda yaptığımız gibi kulak dolgunluğu ve hatta el alışkanlığiyle bunu yapabilirsiniz fakat!

“İyi bir yazar olmak için görmek, duymak, düşünmek kudretini kazanmak lazımdır” yolunda reçetelere rastlanır. Fakat pratik kıymetleri yoktur. Beklediğimiz şey, görmek için gözümüzü açmak, duymak ve düşünmek için onları kapamak ve beklemekle gelir şey değildir. Meğer ki, yukarıda da söylediğim gibi, insan pek başka yaratılışta bir insan olsun.

Sağlam bir tahsil yapmağa çalışmak ve sizin yirmi yaş ufkunuzun çok öte taraflarını görecek durumda büyük yazarları çok okumak. Bir zaman onların tesiri altında öz benliğinizi kaybeder gibi olmak tehlikesinden korkmayın. Bazılarının sizde silinmez izleri kalsa bile bir gün hepsini silkip atarak kendi gözünüz, aklınız ve kalbinizle yaşamağa başlıyacağınıza hiç şüphe etmeyin. Hayatının en ehemmiyetli bir dört yol ağzında benden yol soran genç bir çocuğa söylenecek bundan daha iyi bir söz öğrenemedim çocuğum.

Ulus, 27 Mart 1945




KALEM NAMUSU

 

AHMET Rasim, kendi yağı ile kavrulmuş, son senelerine kadar hiçbir yerden yardım görmeden gündelik yazılariyle yaşamaya uğraşmış bir yazarımızdı.

Birinci Dünya Harbi Mütarekesinin ilk yıllarındayız, İstanbul, sefil bir sömürge haline düşmüştür. Haysiyet sahibi insanlar için yer, demir; gök, bakırdır. Ara sıra Köprü parasından birikmiş nikel kuruşlar terazide tartılarak, memurlara aylık avansları veriliyor. Harp dönüşü Selimiye Kışlasına doldurulmuş genç subaylardan Anadoluya kaçamıyanlar, ortalık karardıktan sonra ceketlerini atarak iskele hamallığına çıkıyorlar. Böyle bir hengâmede kalem esnafının da ne duruma düşmüş olacakları malûm.

Eski Kuşdili Köprüsünden Kızıltoprağa giden yol üzerinde “Papazın Bağı” denen metrûk bir bahçe vardı. Vaktiyle gökyüzünü kapayan ağaçları, çakıllı yolları, heykelli havuzları ve bir yazlık tiyatrosu ile mamur bir parktı. Fakat bahsettiğim senelerde her tarafını kaplamış otlar ve dikenlerle bir virane haline gelmişti.

Galiba İtalyan polisi marifetiyle Yeldeğirmenindeki küçük evinden atılan Ahmet Rasim, birkaç parça eşyası ve kitaplariyle bu “Papazın Bağı”na sığınmıştı. Kapının iç tarafındaki bahçıvan kulübesinde kendi kendine yaşıyordu. Yazı yazacak yeri de kalmamıştı.

Ben o zaman genç bir öğretmendim. Sabahları dersime giderken, onu bu bahçede entarisi ve şıpşıp terlikleriyle dolaşıyor, küçük bir mangalda yelpaze ile ateş yakıyor görürdüm.

Bir gün “Sabah”çı Mihran’ın, gazetesinin bu eski emektar yazıcısına iyi şartlarla yazı yazmayı teklif ettiği duyuldu. Hepimiz sevindik. “Sabah” o vakit “Peyamı Sabah” olmuştu. Başyazılarını Ali Kemal yazıyordu.

Bir sabah üstadı yine entarisi, terlikleri, kabarık kır saçları ve uzamış traşı ile yere çömelmiş, yine aynı mangalı yelpazeliyor gördüm. Yanacak ateşte ne kaynıyacağını o saatte belki kendi de bilmiyordu. Hatır sorduktan sonra Mihran’ın büyük bir şans, o durumda bir insan için cankurtaran simidi olan teklifinden bahsedecek oldum. Sadece: “Ben, o keratanın gazetesine yazı yazmam” dedi. Halbuki o günlerde devrin padişahından, vezir ve vüzerasından başlamak üzere kimler, Mihran’a benzemez kimlere neler yazmıyorlar ve söylemiyorlardı. Hayretimi pek gizleyememiş olacağım ki, Ahmet Rasim, aşınmış tavuk kanatlarından yelpazesini bir an durdurarak bana aşağı yukarı şunları söyledi: “Muharrir de insandır. O da edepsiz, ahlâksız, dolandırıcı, hırsız, şu bu olabilir. Bu bir şahsi namus meselesidir. Ayıplayan ayıplar, fakat netice itibarıyle kendinden başka kimseyi alâkadar etmemesi lâzım gelir. Fakat bir de kalem namusu diye bir şey vardır ki, o olmadı mı, dünyanın en büyük edibi olsa çekiver kuyruğunu...”

Ömrü boyunca hiçbir fazilet gösterisi yapmak ihtiyacını duymadan aramızdan gelip geçmiş olan bu tertemiz insanın o zamanki çehresi hâlâ gözümün önündedir. İyi düşünülürse bu kaideyi tanımayan, esen havaya göre dönen, bugün söylediğini yarın hatırlamıyan yazarın süsü, sanatı, kudreti, hattâ şahsî namusu neye ve kime yarar? Üniversitedeki Gazetecilik Enstitümüzde öğretmen olsaydım, her yıl derslerimi Ahmet Rasim’in, bana mesleğin en kutsal kanunu gibi görünen bu sözleriyle açardım.

*

Üstadı yıllardan sonra hatırlatan, geçen yazımda bu seneki Goncourt Mükâfatını reddettiğini söylediğim Fransız Romancısı Julien Gracq olmuştur. O da kalemden çıkan sözün bir haysiyet ve namus olması lâzım geleceğine inanmış yazarlardan biri gibi görünüyor. Gerçi daha evvel de dediğim gibi mükâfatın maddi değeri yok gibidir. Sonra birçok kimselerin can attığı, ötekinin berikinin kapısında birbirini ezdiği ve yüzsuyu döktüğü bir mükâfatı parmak ucu ile reddedişte bir nevi gösteri kokusu bulanların da bir parça hakları olabilir.

Fakat ne de olsa jest güzeldir Julien Gracq, mükâfatı reddetmekle ne kaybettiğini çok iyi anlıyacak bir insandır. Bugün onu alkışlıyanlardan, yarın öbür gün bu fedakârlığı hatırlayan kaç kişi kalacaktır? Şöhret ve kazanç bakımından yaptığı fedakârlığı o herhalde çok iyi biliyor. Gazeteci ile yaptığı konuşmada tabiine acıdığını söylemesi, biraz da kendine acıdığını söylemek değil midir?

Sonra Julien Gracq, kitaplarının sağlıyacağı menfaate yan çizecek bir insan da değildir. Yine aynı gazetecinin anlattığına göre, 40 yaşlarında olan bu yazar, Paris liselerinden birinde coğrafya öğretmenidir. Baba mirası yememiş sanat adamlarının pek çoğu, hattâ en meşhurları Fransada da ikinci bir meslek tutmak zorundadırlar. Aralarında gezginci şarap komisyoncuları, gazinoculuk, lokantacılık edenler vardır. Fakat çoğunun yeni[ler]de, bizde olduğu gibi, öğretmenliği kendilerine en yakın buldukları görülüyor.

Hem birçok güzel kitapların sahibi hem de memur olmasına rağmen, Julien Gracq’ın yaşadığı hayatın işte bir Paris gazetecisi tarafından yapılan tasviri: “Monparnas İstasyonu arkasında mütevazı bir sokak. Karanlık bir kulvarın sonunda bir atelyeye açılan alçak bir kapı... Atelye, yarım kat üzerinde yapılmıştır. Duvarının kalaslarından meydana gelmiş yukarı kısmında, taş yapı duvarları ve arduaz dam tepeleriyle çerçevelenmiş erişilmez pencereler vardır. Romancı, bu höcrede tek başına sessiz, sadasız bir hayat yaşamaktadır.”

Yine aynı gazetecinin söylediğine göre: “Jüri...[3] gayretlerle çırpıştırılmış kitap dalgaları arasında onun Sirte Sahili isimli romanı hayret verici özelliği, şiir kudreti kadar da kunt yapısı ile jüriyi büyülüyor; öteki romanların kargaşası üstünde bir kara mücevher gibi parlıyor.”

Julien Gracq’ın çok beğenilmiş daha başka kitapları da vardır: Argol Şatosu, Bir Güzel Karanlık Adam gibi romanlar, Balıkçı Kıral gibi piyesler; Andre Breton ve Mide Edebiyatı gibi denemeler.

Coğrafya öğretmenini başına inen talih kuşunu reddetmeye sevkeden işte bu Mide Edebiyatı olmuştur. Kendisi daha pek yakın zamanlarda bugünkü edebiyatta meydan almış birtakım âdetlere karşı şiddetli hücumlar yapmıştır; edebiyat mükâfatlarını “sanat âr ve hayâsına tecavüz ile” itham etmiş, bunları “maskaralık” diye alaya almıştır. Bunları söyledikten sonra “Haydi bakalım bu seferlik de böyle olsun”, “Eksik olmayın” diye mükâfata nasıl elini açsın? Bulunurdu elbette onun da bir çaresi... Bunca kitaplar yazmış adam, ustalıklı bir çevirme hareketi düşünemez miydi? Fakat coğrafya öğretmeni, nedense bunu beceremiyor; höcresindeki tepe camlarının çerçevesinden devlet kuşunun bir daha dönmemek üzere uçup gittiğini hüzünle seyrediyor.

Arada söyliyeyim ki, bizim particiler arasında bir zamandan beri moda haline gelmiş olan mide politikacıları tâbiri pek orijinal bir icat değilmiş. Bizim mide politikacılarımıza mukabil, onlarda da mide edebiyatçıları varmış; yani mide, adama yalnız kürsülerde ateşli vatan ve politika nutukları söyletmez, şiir ve roman da yazdırırmış!

Sanatı her şeyin üstünde tuttuğu dünyaca malûm olan Goncourt akademicilerinin evvelki sene, iki yüz elli sayfalık bir romanı, sırf ucuz olduğu ve daha çok satılma şansı taşıdığı için sekiz yüz sayfalık battal ve pahalı bir romana tercih ettikleri söylenmişti. Onlar bile böyle hareket ettikten sonra yapılacak bir şey kalır mı? Paraya ve kuvvete sahip olanlar, politikacı gibi fikir ve sanat adamının ruhunu da elbette sömüreceklerdir ve buna hiçbir çare bulunamıyacaktır. Bütün ümit, Ahmet Rasim’in “kalem namusu” dediği şeyi, her şeye rağmen korumasını bilen tektük bazı insanların köklerinin büsbütün kurumamasındadır.

Yeni İstanbul, 10 Ocak 1952

 

 

 
[1] Bu yazının ilk versiyonu (“Kalem Namusu” adlı metinle birlikte) Mayıs 2015’te Kuzgun’da yayınlandıktan bir süre sonra İnkılap Yayınları’nın gazete ve dergi köşelerinde kalan bütün Reşat Nuri metinlerini derleyip yayınlamak için saygın edebiyat araştırmacılarının da bulunduğu çok iyi bir ekip kurduğunu öğrendim sevinçle.
[2] “Muhalif” gazete namına karşısında uzun süredir ilk defa, 1945’teki, yani son yılındaki Tan’ı görmüş olan rejim, pıtrak gibi çoğalan muhaliflere karşı bir buçuk yıl önceki baskını durmadan yinelemenin pek de pratik bir çözüm olmadığını anlamış olsa gerek ki daha “medeni” bir tepki vermeyi denemiş gibi sanki en başta. Ama bu alternatif gazete projesi çok kısa sürede başarısız olunca yine iyi bildiği, “matbaa bastırma”ya nazaran biraz daha “hafif” yollara dönmüş: Polis baskısı, mahkemelerde süründürme, fahiş para cezaları verme, o da yetmiyorsa kapatma, başka adla (mesela Malumpaşa, Merhumpaşa adlarıyla) çıkıyorsa yine kapatma. Ama Sabahattin Ali ile Aziz Nesin’in gösterdiği direniş gücü “daha derin” devlet içinde birilerini çok sinirlendirmiş olsa gerek ki Aziz Nesin’i Bursa’ya sürgüne gönderip bütün bu baskıdan bunalarak yurtdışına kaçmaya çalışan Sabahattin Ali’yi de bir tetikçiye katlettirdiler, bilindiği gibi. İttihat Terakki’nin başlattığı o uğursuz “gazeteci-öldürme” geleneği Cumhuriyet döneminde ilk defa bu vesileyle “hatırlanmış”, sonrasında da hiç unutulmamıştır.
[3] Gazetede buradaki bir bölüm düşmüş gibi görünüyor.