Seza Paker’in işleriyle ilgili tüm düşünce olasılıkları üzerine yoğun bir fikir mesaisi bu kitap; bütün bir felsefe ve siyasetbilim tarihi ile sosyoloji düşüncesi eşliğinde, Paker’in işleri etrafında gelişen sonsuz ihtimalli bir okuma teşebbüsü
18 Şubat 2016 12:45
Ali Akay, uzun zamandan beri sanat, sosyoloji, siyaset ve felsefenin arakesiti olduğunu söyleyebileceğimiz bir alanda dolaşıyor. 1990’larda Paris’ten Türkiye’ye dönerek İstanbul’da devam ettirdiği yazma ve düşünme faaliyeti, 1990’larla birlikte İstanbul’un yavaş yavaş şekillenmeye başlayan güncel sanat serüvenine eklemlenerek, Akay’ı bu tarihin en belirleyici isimlerinden biri haline getirdi. Ufak bir hatırlatma yapmak elzem: güncel sanat çalışmalarının İstanbul’da ivme kazanmasıyla birlikte, 1990’ların ilk yarısında düzenlenen bazı sergilerin bu ivmenin tetikleyicisi görevi gördüğünü belirtmeliyim. Bunlardan biri olan, 1995’teki “Devlet, Sefalet, Şiddet” sergisinin küratörü de Ali Akay’dan başkası değildi (dönemin aynı derece önemli ve belirleyici bir diğer sergisiyse, 1991 ve 1993’te “Anı/Bellek I” ve”Anı/Bellek: 50 Numara” adları altında iki seferde teşhir edilen sergilerdir – bu sergilerin yaratıcısıysa, bir başka önemli isim, Vasıf Kortun’du). Ali Akay, bu dönemde hem Mimar Sinan Üniversitesi’nin Fen-Edebiyat Fakültesi’ne bağlı Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi (bu görevini hâlen devam ettirmektedir ve bu satırların yazarı da onun öğrencilerinden biri olmuştur), hem de BİLAR gibi, dönemin ceberut siyasi iklimi içinde, devlet aklının sınırlarını çizdiği “resmî entelektüalizm”e bir alternatif olarak tasarlanan özgürlükçü sol veya liberter cemiyetlere katkıda bulundu. Avrupa’nın önde gelen çok sayıda sanatçısının İstanbul ile buluşmasına vesile oldu Ali Akay; aradaki rabıtayı sağlayan isimlerden biri hâline geldi. Yazma ve düşünme faaliyeti hiç sona ermedi; özgün fikir mesaisinin ürünleri yanında, çevirileriyle de özellikle post-yapısalcı düşüncenin Türkçede daha iyi anlaşılmasını sağladı (Bağlam Yayınları’ndan çıkan kitaplarının bu anlamda düşünce çevresine önemli katkılar yaptığı hatırlanmalıdır).
Ali Akay’ın farklı yayınevlerinden çıkan çok sayıdaki kitabının en sonuncusu Seza Paker: Refleksif Akışkanlıklar ismini taşıyor. Aslında bu çalışma, yeni sayılamaz – zira ilk baskısı, 2012 senesinde yapılmıştı. Ancak elimizdeki baskı, deyim yerindeyse yeniden yazılmış ve Seza Paker cephesinde, son 4 senenin gelişmelerini de içeriyor. Bu yeniden yazımın sebebi neydi? “Aradan uzun bir zaman geçmedi, ancak bu dönemde Seza Paker yeni işler üretti ve yeni sergiler düzenlendi. Bunların arasında bilhassa ‘Absinthe’in yeni bir soluk taşıyacak bir nitelikte olduğunu söylemek gerekir. Yepyeni bir ses enstalasyonu, bir video (bu hem arkeoloji hem de şimdiki zamanın arkeolojisi olarak algılanmalı), Duchamp’a ait bir bitmemişlik (‘Grand Verre’ ile ilgili) ve yeni assemblage’lar…” diyerek özetliyor Ali Akay.[1]
Öncelikle bir şerh düşerek başlamak gerekiyor: Seza Paker: Refleksif Akışkanlıklar, Türkiye’de benzerine sıklıkla rastladığımız türden bir sanatçı monografisi değil. Monografiler, kapalı kutuları andırırlar; sanatçının biyografisi, sergilerinin dökümü, işlerinden örnekler ihtiva ederler. Peki bu kitap hangi noktada farklılaşıyor diğerlerinden? Öncelikle bu kitap, biyografik bilgiler dökümü olarak öne çıkmıyor – aksine, Seza Paker’in bizatihi kendisi ile ilgili pek az bilgi var kitapta. Odak noktası Seza Paker değil, Paker’in işleri ve onun etrafında gelişen/geliştirilen düşünceler – sanatçının hayaleti, yarattıklarının ve onlar hakkında yazılanların arasından bir beliriyor, bir kayboluyor. Ali Akay, Seza Paker’in işlerinin temelindeki düşüncelerden (veya kavramlardan – ancak birazdan açıklanacak olan bu kısım daha çetrefil) yola çıkıyor ve onu geliştiriyor; geliştirmekle de kalmadığı gibi, başka sahalara çekiyor, eğiyor ve büküyor. Bu özellik, eseri bir sanatçı monografisinden ziyade yoğun bir dille örülmüş bir kuramsal metne dönüştürüyor – Paker’in işleriyle ilgili tüm düşünce olasılıkları üzerine yoğun bir fikir mesaisi bu kitap; bütün bir felsefe ve siyasetbilim tarihi ile sosyoloji düşüncesi eşliğinde, Paker’in işleri etrafında gelişen sonsuz ihtimalli bir okuma teşebbüsü. Yazarın önerdiği eserler-arasılık kavramının,[2] Paker’in sanat tarihinin çeşitli figürleri ve onların ürünleriyle kurduğu ilişkileri algılamada belirgin bir yöntem olarak kullanıldığı bir arkeolojik faaliyet[3] de denebilir bu eser için.
Kitabın gelişimini izleyelim: Paker’in işlerinin, belli bir kavramsal ve/veya kronolojik düzen içerisinde tanzim edildiğini görüyoruz – fakat bu, işler hakkında bilgi vermek amacı taşıyan bir tasnif değil; bu metni monografiden ayıran en önemli özelliği de budur. Hayır, aksine okuyucuyu işler karşısında savunmasız bırakan bir düzeni var kitabın; çünkü Ali Akay, elbette ki metnin odak noktası olan Seza Paker ve işlerini, Paker’in çevresinde dolandıktan sonra, anlatıyı Lucretius’dan Tarde’a, Leibniz’den Agamben’e uzanan bir düşünce çizgisi üzerinde kurmaya başlıyor. Bu aslında bize Seza Paker’in işlerindeki kavramsal niteliği göstermesi bakımından doğru eylem – çünkü Paker’in işleri ince bir kurguya, kavramların bir arada bulunması nizamına dayanıyorlar; ancak bunu kavramsal sanat olarak algılamak doğru değil. Zira burada bir keşif, bir yeni buluş var – Ali Akay, bu durumu şöyle özetliyor: “Bana kalırsa Türkiye’de tanıdığım ve yaşamakta olan sanatçıların arasında Paker’in en fazla düşünce üreten, malzeme deneyen, sanatın düşünce üzerinden, yani post-kavramsal sanat yapan birisi olduğunu söyleyebilirim. Paker’de post-kavramsalın özelliği de kavramsalın tersine, azlık içeren minimum anlatı değil, basit bir anlatı da değil; tam tersine, birçok karışık anlatıyı yan yana getirerek formlarla ifade etmesidir.”[4]
Bu durum, akla hemen yazarın vurguladığı assemblage kavramını getiriyor. Kolajın ve dolayısıyla da kübizmin mirası sayabileceğimiz assemblage, zamanla kübist kolajın içeriğinden tamamen koparak kavramsal sanatın başlıca ifade biçimlerinden biri hâline geldi. Kendi üç boyutlu dilini kurgulamaya başladı – bu durumun sanatçıya daha büyük bir anlam alanı açtığı muhakkaktır; bu alan içinde tıpkı Paker’in işlerinde gördüğümüz gibi fotoğraf, desen, video, nesneler bir araya geliyor ve büyük bir anlatının temellerini meydana getiriyorlar. Dolayısıyla kübist kolajdan Duchamp’a ve Rauschenberg’e kadar uzanan bir geleneğin (eğer buna gelenek denilebilirse) mirasçısı aynı zamanda Paker. Bu anlatının gelişimini yazar şöyle özetliyor: “Fotoğrafların desenleri var. Fotoğraflar deseni kışkırtıyor. Desen yazıyı getiriyor. Yazıyla birlikte sorular çıkmaya başlıyor ve bütün yaptığı şey siyah beyaz fotoğrafların içinde renkli animasyon.”[5]
Bu noktada, assemblage kavramı ve Paker’in onu kullanışıyla ilgili bir noktanın altının bilhassa çizilmesi gerek. Assemblage’ı, aynı zamanda farklı bir düzlemde daha düşünmek gerekir, o da şu: sadece farklı nesne ve malzemelerin birlikteliği değil, sanat ve düşünce sahasının farklı kavramlarını bir arada kullanabilme becerisi de denebilir buna; bilinçli bir biçimde, sanatın ve mimarlığın, tasarımın ve sinemanın büyük anlatılarına referans veren, onları kendi bağlamlarından kopartıp tamamen öznel bir anlatı dizgesi içinde, birbiri yanına yerleştirerek yeniden kurgulayan bir büyük makineden bahsedilebilir. Kitabın “Sanat Tarihine Göndermeler” isimli bölümü, Paker’in çalışma biçimindeki bu referans aralığının genişliğini ortaya koyuyor – böylelikle assemblage kavramı, üç boyuttan dışarı taşarak Fellini’yi, Lynch’i, Godard’ı ve bütün bir sinematografik tarihi ortaya koyan bir biçim alıyor. Bu ilişkilerin sadece sinemayla kurulmadığını belirtmek gerekir – mimarlık ve sanat tarihi de bunun içinde külliyatlı bir hacim oluşturuyorlar. “Mimari Renkler ve Ritm” başlıklı bölümde, belki de Paker’in işlerinin az değinilen bir yanına temas etme imkânı doğuyor: sermaye, küreselleşme, yeni mimarlık veya yeni inşaatçılık. Bunun, ekonomisi görece yakın zamanlarda gelişme gösteren Asya Kaplanları ile doğrudan ilgili oluşu, bir yandan Paker’in işlerindeki siyasi – iktisadi yanın vurgulanmasını gerektiriyor; bu yanın, şahsen ihmal edildiğini hep düşünmüşümdür (Paker’in işlerinin okuması genellikle “kimlik” sahasından yapılıyor ve sadece bu boyuta indirgenen anlama teşebbüsleri çokluk eksik kalıyor). Böylelikle, mimari arkaizmden günümüz sermayesinin yeni finans mabetlerine uzanan bir dönüşüm ve yer değiştirmenin haritasını çıkarıyor ortaya Ali Akay.
Kimlik ve siyaset ile ilgili imler, kaçınılmaz bir biçimde bizi “minör” kavramına ulaştırıyor. Bu kitabın temel dayanak noktalarından birisi de bu zaten; Ali Akay’ın birçok çalışmasında da olduğu gibi. Şimdi bunu, bu eser ve Paker’in işleri bağlamı içinde daha iyi anlayabilmek için, Seza Paker’in hayat öyküsüne kısaca bakmalıyız: 15. yüzyılda İspanya’dan İstanbul’a göç etmiş olan bir Sefardik Yahudi ailesinden gelen Paker, Robert College’deki eğitiminden sonra Avrupa’ya gidiyor ve Fransa’da tasarım ve güzel sanatlar eğitimi görüyor. En başından beri verileri sıkıca yazılmış bir kimliğin, hele de bir “azlık/azınlık” kimliğinin içine iradî olmayan bir biçimde doğmak, Paker’in işlerinde sürekli konuşur bir nitelik almıyor mu? Ancak bunu, sadece kimlikle ilgili bir meseleye indirgemek ne kadar doğru olur? Çünkü bu, nihayetinde bir dil meselesidir – kimlik beyanıyla da yakından ilgilidir ama Paker’in kendine has dilini yaratması, onun işlerinin özgün bir niteliği, kendisinin keşfidir. Bu sebeple, Paker’in diline sadece bir “azınlık” dili denemez – hatta bunun yerine “azlık” dili denmelidir buna ve “minör” bu anlamıyla kullanılmalıdır onun işlerindeki tavır için. Bellek ve tarihin bu dilin üzerine kapanan gölgesi inkâr edilemez; fakat hem Paker’in kendi kuşağının sanatçıları arasındaki özgün ve biraz da kendi hâlindeki konumu hem de işlerinde kullandığı dil, önemli ölçüde kendine özgü bir arayışın ve buluşun ürünüdür. Bu arama - bulma, her sergide yeniden tekrarlandığını anladığımız bir süreçtir. Bu durum da, bizi yeniden assemblage ve ona bağlı olan malzeme kullanımına getiriyor. Ali Akay, “minör” dilin bunlar üzerindeki etkisini şöyle açıklıyor: “Aynı şekilde fotoğrafı, çoğu zaman majör halinde kullanmaktan çok onları transfer etmekle başlayan, popüler kültür imajlarını belgelerle birlikte desenleyen çalışması da, benzer bir şekilde geçişlilikler sağlamakta ve onları malzemelerle yoğurarak bir malzemeden bir başka malzemeye doğru sürmekte, ‘deplasman’ eyleminin içine koyarak taşımakta ve de çevirmekte.”[6] Bu durumun ve saptamanın asla bir tesadüf olamayacağını anlamalıyız – zira ‘minör’ kavramı Ali Akay’ın çok eskiden beri ilgilendiği bir kavramdı ve bu meyanda yeniden ortaya çıkarak, aslında kitabın temel kurgusunu teşkil eden kavram biçimini alması, yazarın bugüne dek ortaya koyduğu verimlerle de uyum içindedir.
Seza Paker: Refleksif Akışkanlıklar kolaylıkla okunacak bir kitap değil; Ali Akay’ın diğer kitaplarında da kullandığı, yıllar içinde yaratarak kendine özgü kıldığı zengin kavramsal dil bu kitabın da belirleyici unsuru olarak karşımıza çıkıyor – bu dilin basit olmadığı açık; kavrayabilmek ve şifresini kırabilmek için felsefe, sosyoloji bilmek, en azından kavramlarına aşinâ olmak gerekiyor. Paker’in işleriyle ilgili görsel malzemenin bolluğu ve iyi seçilmiş oluşu, dilin hayli teorik ve zaman zaman soyutlaşan tavrını ete kemiğe büründürmekte okuyucuya muhakkak ki yardımcı olacaktır. Paker’in ve Akay’ın kendine özgü dillerinin birbiri içine geçtiği bu metin, Türkiye’de monografiyle ciddi sanat tarihi eleştirisi arasındaki boşluğu daha şimdiden dolduran kitaplardan biri hâline geldi diyebiliriz.