Rawi Hage’in romanı Karnaval pek çok karaktere ait hikâyelerin resmigeçidi Doğu masallarının çok hikâyeli kurgusundan izler taşıyor, beri yandan edebiyat yapıtlarına yapılan atıflardaysa Batı edebiyatındaki yaygın bir eğilime gönderilmiş bir selam var
14 Ocak 2016 12:45
Kendisi de bir göçmen olan Lübnan asıllı Kanadalı yazar Rawi Hage, De Niro’nun Oyunu[1] ve Hamamböceği’nde[2] olduğu gibi Karnaval’da[3] da bir göçmenin ağzından hikâyeler anlatıyor. De Niro’nun Oyunu’nun anlatıcısı Bessam, Lübnan İç Savaşı yıllarında kafayı Batı’da bir yerlere kaçmaya takmış Hıristiyan-Arap bir delikanlı; Hamamböceği’nin isimsiz anlatıcısıysa Kanada’ya kapağı atmış ama orada ne yapacağını bilemeyen biriydi. Öbür iki romanın uyumsuz anlatıcıları gibi Karnaval’ın anlatıcısı Fly da bir göçmen, ama Hamamböceği’nin anlatıcısından farklı olarak düzenli bir işi var: taksi şoförlüğü yapıyor. Bir Batı ülkesinde göçmen olarak kendisine bir yaşam kurmaya çalışan bu anlatıcıların benzeştikleri yanlardan söz edilebilir. Bessam, yakın bir arkadaşıyla kendisini şöyle tanımlar:
“Amaçsız, hedefsizdik; dilenci ve hırsız, kıvırcık saçlı, yaka bağır açık, gömleklerinin kıvrık manşetlerine Marlboro sokmuş, iki abazan Arap; okulu bırakmış, merhametsiz, tabancalı, açlıktan nefesi kokan, Amerikan malı bol paçalı kot pantolonlar giyen nihilistler.”
Kuşkusuz, Bessam’ı bu noktaya getiren Lübnan’daki iç savaştır. Savaşın ortasında olmak, bir duvarı delik deşik olmuş evlerde sürdürülen gündelik hayat, evinde otururken düşen bir bombayla ölen annesi, bomba seslerinin sıradanlaşması, insanların hayatlarının savaşlara karar verenlerce hiçbir önem taşımaması, aile tarihindeki eski yıkımlar (Bessam’ın büyükannesi Türkler tarafından köle yapılmış bir Ermenidir, dedesi kılıçtan geçirilmiş, babası öldürülmüştür), sadece geleceğin değil şimdinin de belirsizliği onda inanacak bir şey bırakmamıştır. Arkadaşı George da, “Biz eşkıyalar, hırsızlar ne zaman bir şeye inandık ki?” diye sorar milis olmayı seçtiğinde. Bessam ise para biriktirip kaçmayı koymuştur kafasına, bu parayı meşru yollardan kazanmasının mümkün olmadığını bildiğinden “kanun dışı” işler yapmakta bir beis görmez. Onun da yerleşik dünyanın değerlerine inancı kalmamıştır.
Bessam gibi genç yaşta Lübnan’dan kaçan Hage, De Niro’nun Oyunu’nun yayınlanmasının ardından Montreal Review of Books’a verdiği mülakatta, Bessam’ın savaştan kaçma konusundaki azminin yanı sıra, varoluşçu ruh halinin de o yaşlardaki kendi ruh haline yakın olduğunu belirtmiştir. Bu ruh halini şöyle tanımlar: Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır, politika ya da dine inanmıyordur, sürekli boşlukla yüz yüze gelmektedir ve her şey amaç halini almaktadır. Bu romanıyla IMPAC Dublin ödülünü kazandığında yaptığı konuşmada da, Lübnan’dan genç yaşta ayrılırken, bu kaçışın onu sınırlardan ve bu sınırların savaş alanına uygun adım yürüyen savaşçıların bayraklarını aşırı önemseyen şiddetli rüzgârlarından tiksinen bir yaratığa dönüştüreceğini o zamanlar öngöremediğinden söz etmiştir.
Hamamböceği’nin anlatıcısı da Bessam’ın yaşlarında benzer bir ortamda yaşamıştır. Bir yolunu bulup kaçmıştır ama gördüğü bir sanrıda karşısına çıkan “sümüksü yaratık” şöyle seslenir kendisine: “Senin için dünyanın sonu çok uzun zaman önce geldi. İçinde hiçbir zaman yer almadın ki. Şu haline bak, sürekli bir kaçma, sıvışma halindesin, yaptığın her şeyin seni kapana kıstırdığını hissediyorsun.” Ülkesindeki iç savaşın başlamasıyla, belki daha da önce –bilemediğimiz ama tahmin edeceğimiz üzere, onun aile geçmişi de Bessam’ınkinden çok farksızdır– dünyanın dışına çok önceden itilmiştir. Göç ettiği ülkedeki insanlarla aynı sözcüklerle yargılamak ya da tanımlamak mümkün değildir onu. Neden barışçıl olmadığını soran psikiyatriste, “Barışsever olabilmen için tuzu kuru biri olman lazım,” der, “Zengin ve güvende. Sen barış yanlısı olabilirsin, çünkü bir mesleğin, güzel bir evin, kocaman televizyonun, jambon ve peynirle dolu bir buzdolabın, seninle güneşli yerlerde, pahalı tatillere çıkan bir erkek arkadaşın var.” O ise iç savaştan, bir milis olan eniştesinin kıskançlık nedeniyle ablasını öldürdükten sonra hiçbir ceza almadığı bir dünyadan gelmiştir.
Fly’ın geçmişi bu yanıyla öbür ikisinden ayrılır. Gezgin bir sirkte doğmuş, “Devesi olan bir gezginle iplerden sarkan bir annenin sirk karavanındaki birlikteliğinden” dünyaya gelmiştir. Kendisini hiçbir zaman bir yere ait hissetmemiştir. Dünyanın yerleşik değerlerinin içinden değilse de, başka bir değerler-dünyasından gelmektedir –yerleşik olmayanların, gezginlerin. Babasının çekip gitmesi ve annesinin ölümünün ardından onu büyüten “sakallı kadın” yerleşik olanlarla aralarındaki farkı şöyle ifade etmiştir: “Göçebeler, çadır kurucuları ve hayvan çobanları her yerde ölebilme ayrıcalığına sahiptir, (...) Dünya onların toprağı, yollar onların mezarıdır.” Öbür insanların anlayamayacakları, kabul edemeyecekleri özelliklerini saklaması gerektiğini öğütlemiştir.
“Kitap okuduğumuzu, herkesi sevdiğimizi ve her şeyi kabullendiğimizi, bedenlerimizin özgür olduğunu, seyahat ettiğimizi, direndiğimizi ve kavga ettiğimizi, sabıkalılara sığınabilecekleri bir yer sunduğumuzu, Çingeneleri ve Yahudileri kurtardığımızı bilmelerini asla istemeyiz. (…) İnançsız ve bilen insanlar olduğumuzu hiç kimseye söyleme küçük çocuğum. Hayatın bu görkemli gösterisinin ardından geriye filin ayaklarının altındaki tozdan ve maymunun alkışının sesinden başka bir şey kalmadığını biliyoruz. Sana yalvaçları ve Cennet vaatleriyle geldiklerinde, ölmeden önce dünyaya son kez bakan çiçeklerden başka bir şey olmadığımızı hatırla.”
Bessam’ın arkadaşı, “Ne zaman neye inandık ki?” diye sormuştu; Fly’a komşusu Zainab, “Sen neye inanıyorsun?” diye sorduğunda, verdiği yanıt onun inanç dünyasını açık eder: “Yıldızlar neye inanır, Zainab?” diye soruyla karşılık verir, “Ölü atlar nereye giderler, kuşlar neye taparlar ve nehirler ne için yaşar?”
Değerler dünyası dediğimiz şey çok zaman inançlardan doğar ya da onlar tarafından belirlenir. Fly, roman boyunca birkaç kez inançlı insanlarla polemiğe girer. Müslüman komşusuyla şaka yollu tartışır, Fly’ın “özel” biri, hatta “kötü bir tanrı” olduğunu iddia eden rahibe karşıysa öfkelidir.
“Pekâlâ, Peder, ben tek kötünün siz ve kadınlara acı çektiren, Afrikalılara seksten imtina etmelerini ve kendilerini korumalarını söyleyen deli müminleriniz olduğunu düşünüyorum. Uyumsuzlardan nefret ettiğinizi, palyaçoların kahkahalarını bastırdığınızı, dağcıların iplerini makasla kestiğinizi düşünüyorum. Gezginlere zincir, bilenlere göz bağısınız; insandan nefret ediyorsunuz. Fakat kendinizi seviyorsunuz aynı zamanda, gücü ve soytarı diktatörleri seviyorsunuz, silah tacirlerini ve hırsızları koruyorsunuz, yobaz dilli ve kirli elli riyakârları bağışlıyorsunuz.”
Hamamböceği’nde ve Karnaval’da anlatıcılar dışında da pek çok göçmenin hikâyeleri anlatılıyor. Özellikle Karnaval’da peş peşe sıralanan hikâyeler bir karnaval günündeki geçit törenini andırıyor denebilir, bu romanda bir hayli yan karakter var ve hemen hepsi hikâyeleriyle, hikâyelerinin vurucu yanıyla birlikte karşımıza çıkıyorlar. Çeşitli ülkelerden gelmiş taksiciler, hayat kadınları, göçmen işçiler, uyuşturucu satıcıları, siyahi ve solcu eylemciler… Bu yan karakterlerin tamamının göçmen olmadığı, ama büyük bölümünün şu ya da bu nedenle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış insanlar olduğu eklenmeli.
Hage’in başkahramanlarının uyumsuzlukları gittikleri ülkenin yerleşiklerinin yanı sıra öbür göçmenlerle sürtüştükleri zamanlarda daha bir öne çıkıyor. Hamamböceği’nin anlatıcısı kendisi gibi Kanada’ya göçmüş Cezayirli profesör ile bulaşıkçılık yaptığı lokantanın patronu İranlı adama ve benzerlerine öfke duymaktadır. Profesör öbür göçmenlere tepeden bakan, onlardan farklı olduğunun, bir zamanlar Paris’te entelektüel çevrelerde bulunduğunun altını çizen biridir. Profesör, “tıpatıp [onun] gibi biri –bu kapitalizm sevdalısı toprağın cürufu– olduğunu sonuna kadar yadsımakla meşguldü[r.]” Oysa adamımız profesörün de sosyal yardımla geçinen biri olduğunu biliyordur.
“Bu sosyalist herif yoksul biri, benim gibi meteliksiz kalmış, sosyal yardımla geçinen bir marjinal olarak tanımlanmak istemeyişi, tepemin tasını attırmıştı. Ben en azından bu konuda ikiyüzlü değilim. Evet, fakirim, bir asalağım, bir haşereyim, dibe vurmuşum. Ama hâlâ varım. Toplumun suratına bakıyor, şöyle diyorum: Buradayım, varım.”
Patronu ve onun gibi tüccarlarıysa şöyle anlatır.
“Şu göçmenler arasında, sütunlu evleri, hizmetkârları ve kalın purolarıyla çoktan mazide kalmış günleri canlandırmaya hâlâ hevesli olanlar var. Pislikler! En berbatları da bunlar – Üçüncü Dünya elitleri, gezegenin pisliğidir; bunların mücevherleri şıngırdayan karılarıyla, kibirleriyle, geniş ekranlı televizyonlarıyla aramda en küçük bir hısımlık hissetmiyorum. İğrenç! Soyluluk iddiasındalar, oysa sömürge güçlerinin artıklarından başka bir şey değiller. Etrafta aristokrat havalarında, baharat ve bal ülkesinin sahipleriymiş gibi dolanırlar, oysa hepsi de hamalların, sömürge hizmetkârlarının, bahçıvanların ve işgalci imparatorlarla satılmış askerlerin torunları.”
Fly ise kendisi gibi göçmen olan kimi meslektaşlarına karşı benzer hisler duymaktadır.
Bazı [taksiciler] hayatlarını taksi sürüp konuşma programları dinleyerek geçirir. Zamanla, bu ülkede yeterince kaldıktan sonra, kendileri gibi yabancılardan ve tembel insanlardan ve hükümetin gereksiz harcamalarından yakınmaya başlarlar. Ve hiç vergi ödemedikleri halde büyük vergi mükellefleri gibi yürümeye başlarlar, eski savaşlarda savaşıp paralarının yarısını ulus devlete verdikleri için kendilerini yetki bağlamında haklı gören büyük şemsiyeli adamlar gibi.
Karnaval ile Hamamböceği’nin bu gibi paralelliklerinin yanı sıra ayrıldıkları noktalar da var. Öncelikle anlatının tonu farklı. Hamamböceği kederli ve öfkeli bir tonda anlatılıyor. Kendisini başarısız intihar girişiminin ardından bir psikanalistin karşısındayken tanıdığımız Hamamböceği’nin anlatıcısının kafası var olmak ve ölümle, hiçlikle meşguldür. Karnaval’ın ise ironik bir tonu var; Fly, “benim edebi ve mizahi tarzım” diye söz eder bir yerde bundan. Fly’ın karakteristiği kıvrak kelime oyunlarıdır, öbürününse kıvrak beden hareketleridir, bir hamamböceği gibi kolayca kapı eşiklerinden geçmekte, dilediği yere kolayca sızabilmektedir.
Hamamböceği’nden farklı olarak Karnaval’da göçmenlerin yanı sıra içinde yaşadıkları toplumun değer yargılarıyla çatışmayı seçmiş, bunu göze almış yerleşikler de önemli bir yer tutuyor. Özellikle siyahî iki solcu-eylemci, Aisha ve Otto ile okumak için fahişelik yapan ve bir mezbahada çalışan göçmen işçilere düşük ücretle hizmet vermesini, “İnsanın bedenini daha yüksek bir amaç uğruna alçaltmasında yüce bir şey var,” diyerek açıklayan Sally, Fly’a göçmenlerin çoğundan daha yakındırlar, onlardan saygılı bir tonda söz eder, hatta hayranlığını gizlemez. Bununla birlikte, sıra dışı olmaya çalışan, bundan maddi ve manevi rant elde etmeyi düşünenlerdeki yapmacıklık karşısında hiç müsamahakâr değildir. Sert ve müstehcen romanlar yazan kadın buna örnek verilebilir. Kendilerini sert göstermeye çalışan genç müşterilerle futbol fanatikleri de. Bu sonunculara tartıştıkları fahişenin gözlerine biber gazı sıkmasının ardından yardım ederken şunları düşünür Fly.
“Bu ikisi asi değil, diye geçirdim içimden; eylemcilerin ve devrimcilerin barikatlarında hiç durmamışlar, ulus devletin sıktığı biber gazının içinde hiç bayrak sallamamışlar besbelli. Takım elbiseli adamları, yerlilerin toprağının altında altın arayanları, yönetim kurulu toplantı odalarındaki petrol hırsızlarını ve kale duvarlarının arkasındaki siyasetçileri koruyan tel örgüleri yıkmak için taş ve sopayla saldırmamışlar. Direnmenin ilk kuralı, gözlerini açık tutmak ve güç esintisi seni silah arkadaşlarından ayırmak için devreye girdiğinde burnunu yenilginin kokusundan korumaktır.”
Böylesi kendisinin sözümona muhalif ya da uyumsuz olduğunu düşünen gösterişçi tipler Hamamböceği’nin anlatıcısının da siniri bozar. Gençliklerinde Budizme merak salmış, hippimsi tiplerin birkaç seneye varmadan ayakkabılarını göçmenlere boyatan takım elbiseli beyaz yakalılar olacağını biliyordur. Onları yere bağdaş kurmuş gördüğünde, “Bu soluk benizli etyemezlerin küçük kaşıklarını tutuş biçiminden, kendilerine yükledikleri alçakgönüllülükten nasıl da tiksiniyordum,” diye geçirir içinden.
Fly’ın kitap okumaya düşkünlüğü ve edebiyat yapıtlarına yapılan göndermeler de romanın önemli bir eksenini oluşturuyor. Otto’yla birlikte intikam almak istedikleri kişileri kitap okumaya zorlamaları bu eksenin uç noktası sayılabilir. Evet, biraz uçuk, hayalperest bir yoldur bu intikam için. (Bugünlerde yayın dünyasındaki kimi tartışmaları izlemiş Türkiyeli edebiyatseverler için ayrıca matrak bir ayrıntı da var burada. Fly, Otto’nun kitap okumaya düşkün karısına kötü davranan adamı okumaya zorladığı kitabın Finnegans Wake olduğunu öğrenince, “Güzel. Acı çeksin orospu çocuğu,” diyor.) Kötülükleriyle başkalarının dünyalarını altüst edenleri kitap okumaya zorlamak Otto’nun fikridir. İntikamdan çok bu insanları korkutmaktır amacı.
“Ben korku duymaları gerektiğini düşünüyorum. Varını yoğunu yitirmiş insanların neler çektiklerini ancak o zaman idrak edebilecekler. Onlara farklı bir yüz göstermeliyiz. Vatandaşlık haklarından mahrum edilmişlerin yüzlerinden korkmuyorlar artık. Bu yüzden onlara bir maske göstermek zorundayız; dehşet maskesi… ölümün ve açlığın kıyısında durmaya zorlanıp tir tir titremeliler…”
Hayalcilik meselesini Otto’yla da tartışırlar. Otto, radikal bir solcudur, daha dolaysız bir edebiyattan yanadır. “Kurgu fazlasıyla abartılıyor Fly,” der, “Bu romancı orospu çocuklarının birkaç şiirsel bölümü tamamlamaları için gereken zaman zarfında yetersiz beslenmeden binlerce çocuk ölüyor. Dolaysızlık, adamım, önemli olan bu.” Fly, ona katılmıyordur, uzun uzadıya tartışmaya girmez yine de, “Kurgu hâlâ benim ilk seçimim,” der, “hayal gücünü hafife almayalım.”
“Hayal gücünü hafife almayalım” sözünü, Rawi Hage’in kendi edebiyat tarzının bir ifadesi ya da savunulması olarak düşünmek de mümkün. Anlattıklarıyla göçmenlerin hayatlarının hayli gerçekçi bir resmini çizmekle birlikte, Hage’in anlatısının bütünüyle hikâyelerin aktarılmasına dayandığı ya da edebiyatının gücünü anlattıklarından aldığı söylenemez. Kurgu ve anlatım, anlatılan hikâyeler kadar ön planda çünkü.
Rawi Hage, bir macera romanı gibi okunmaya müsait “aksiyonlu” olay örgüsünün içinde anlatıcıların ve öbür roman kahramanlarının fikirleriyle hislerine de yer veriyor, bu insanların hikâyelerini aktarıyor, eşyayı ve mekânı ruh haliyle iç içe geçirerek tasvir ediyor. Satır aralarında benzetmeler, metaforlar: Paltoların, insanların ellerini soğuktan değil başkalarıyla temastan korumak için cepleri var mesela; soğuğun ise “kendine özgü bir sesi, baskın suskunluğun içinde, zar zor duyulan, daimi bir vızıltı[sı.]” Ya da telefon kulübeleri, “insanlar içine girip yaşamlarını anlatabilsinler diye, soğuğun ortasında, dikey, saydam tabutlar gibi dikilmekte[dir.]” Fly’ın iç konuşmalarında böylesi ifadeler daha az olmakla birlikte, onun da kurduğu hayaller çağlar boyunca ve dünyanın herhangi bir yerinde yaşamış bir başka insanın ruh haliyle, hissiyatıyla ortaklaşabilme yeteneğinin derecesini gösteriyor. Hiçbir yere ait olmayan kişinin her yerde bir duygudaş bulması daha mümkün belli ki.
“Şimdi babamın halılarından birine uzanıp dünyanın üzerinde uçarken (…) o eski silah, siper ve kan ülkelerine seyahat ederim; Slavların, Almanların, Latinlerin, Süryanilerin, Arapların, Türklerin, Kürtlerin ve Yunanların sorunlu ülkelerine. Halımı genç insanların askere alındığı, kadınların ağladığı, tehcirlerin yaşandığı ve milyonlarca insanın aç bırakılıp yakıldığı o ülkelere indirir, tanıklık edip durumu düzelttikten sonra tekrar havalanırım.”
Hamamböceği’nin anlatıcısı, “Dünyayı bir böceğin oyun alanına çevirmek zorunda” olduğundan söz eder, Hage de anlatısını gerçekliğin sınırlarını belli belirsiz zorlamayı göze alarak kurguluyor; karmaşık ya da insanın gözüne sokulmuş oyunlar değilse de, romanların kurgusunda oyuncu bir yan var. Küçük bir çalım belki, gerçekliğin kırıldığını gördüğümüz, ama kolayca görmezden geldiğimiz çatlaklar. Hamamböceği’ndeki adamın bir böcek gibi kapalı yerlere sızma ya da kaçma becerisi ile Fly’ın babasının halısının üzerinde kurduğu hayallerde, dünyanın bugünkü haline ve göçmenlerin hayatlarına ilişkin fikirlerin doğrudan ifade edildiği diyalog ve iç konuşmaları dengeleyen bir masalsı yan var. Daha önemlisi, Fly’ın vurguladığı gibi Hage’in de “kurgu ilk seçimi.” Gerek Hamamböceği’nin kahramanının yeraltı tutkusunda gerekse Fly’ın masalsı hayallerinde yaşadığı dünyayla neden uyum içerisinde olmadıklarının nedenleri billurlaşıyor. Bir sirk ya da karnaval olabilecek dünya giderek tekdüzeleşiyor, insanların bu yeni dünyada sirk izleyicilerinin duyduğu coşkuyu, heyecanı ya da karnavalların yarattığı esrikleşmeyi bulabilecekleri yer olarak sadece iç dünyaları ya da kaçıp saklanacakları yeraltı kalmış durumda.
Doğup büyüdüğü yerlerden ayrılan ya da gezginler arasında büyüdüğü için hiçbir zaman kendisini “yerli” hissedemeyecek olan roman kahramanları çağımızın sayıları giderek artan kahramanlarından ikisi. Hamamböceği’ndeki şu cümle göçmenlerin ruh halinin en veciz ifadelerinden biri olsa gerektir.
“Benim sorunum hayata karşı kayıtsız olmam değil, her nedense onun tarafından yok sayıldığımı hissetmemdi.”
Göçmenliğin pek çok sıkıntılı yanı var kuşkusuz, bölgesel savaşlar, kuraklık vs arttıkça yeryüzündeki göçmen sayısı da artıyor. Polyannacılık gibi olacak ama göçmenlik bahsinde olumlu bir nokta da yok değil. Birbirinden çok farklı kültürlerde yaşamanın göçmen yazarlara bu kültürel farklılığı kültürler arası geçişliliğe dönüştürme imkânı sunduğu inkâr edilemez sanırım. Karnaval’da Hage de bunun peşinde görünüyor, pek çok karaktere ait hikâyelerin resmigeçidi Doğu masallarının çok hikâyeli kurgusundan izler taşıyor, beri yandan edebiyat yapıtlarına yapılan atıflardaysa Batı edebiyatındaki yaygın bir eğilime gönderilmiş bir selam var. Böylesi kesişmeler, iç içe geçmeler edebiyatın da hayrına. Bu gibi çabalar edebiyatı da sıkıştığı durağanlıktan ya da oyun-olsun-diye-oyun denemelerinden kurtarmak için de bir imkân çünkü.