Rachel Cusk'ın birbirine bağladığı sayısız hikâyenin bütününden ortaya çıkan hayatımız, kendimiz, benliğimiz dediğimiz şeyin pek de sabit bir şey olmadığı, “geçiş” hâlinde olduğu. Hatta belki de bir “çerçeve"den ibaret olduğu...
19 Nisan 2018 14:04
Rachel Cusk’un romanları anlatıcının karşılaştığı, buluştuğu, sohbet ettiği, bir kısmı yeni tanıştığı bir kısmı öteden beri tanıdığı kişilerin ona anlattığı yaşantılardan oluşuyor – kimi zaman bu kişiler başkalarının onlara anlatmış oldukları yaşantıları da aktarıyorlar. Yaşantıların peş peşe aktarılması nedeniyle Svetlana Aleksiyeviç’in kitaplarını hatırlatıyor olsa da Çerçeve ve Geçiş’teki yaşantılar belgesel değil, kurgu. Beri yandan bunların da belgesel olduğu hissine kapılmak mümkün yine de. Bunun birkaç nedeni var: Öncelikle kendisi de bir yazar olan romanların anlatıcısı Faye, roman boyunca süren kendi hikâyesine daha az değinip sözü sürekli olarak başkalarına bırakıyor. Öyle ki Faye’in kendi hikâyesinin handiyse öbürlerinin hikâyelerinin peş peşe dizilebilmesi için ilerlediği izlenimi bile doğabiliyor. Faye’in, kendisine hayat hikâyelerinden önemli kimi parçaları anlatan bu kişilerle farklı yakınlıkları, tanışıklıkları var ve onları birbirinden alakasız yerlerde dinliyor. Romanların temel bir olay örgüsü var – Faye’in başından bir hafta on gün içerisinde geçenler, Çerçeve’de bir Atina seyahatinde görüyoruz, Geçiş’te de yeni satın aldığı döküntü hâlindeki evde tadilat yaptırırken. İşte, romanın bu temel olay örgüsüne kronolojik olarak eklenmiş parçaların peş peşe dizilişi, edebî bir kurgu niyetinden ziyade bir kayıt altına alma çabası hissi uyandırıyor. Sanırım, bu romanların farklı kişiler tarafından anlatılan yaşantıların peş peşe aktarılmasından oluşan kurgusu bildiğimiz ve alışageldiğimiz roman kurgularına pek uymadığı için metnin belgesel olabileceği fikrine kapılıyoruz. Buna, anlatılan yaşantıların çok temel bir bağlam ya da sorunsalla (“çerçeve”yle) öyle ya da böyle ilgili olması da eklenebilir. Faye’in üst üste karşılaştığı herkesin aynı meseleyle az ya da çok ilgili anlatacak bir şeyleri olması –bu büyük rastlantı– da pek “edebî” değil – gene bildiğimiz anlamlarda. Şunu da eklemek lazım, yukarıda “temel olay örgüsü” şeklinde tanımladığım olaylar silsilesinin (roman boyunca Faye’in yaşadıklarının) aman aman bir gerilim içerdiği de söylenemez; gene romanlarda görmeye alıştığımız ve romanlardan beklediğimiz ölçülerde. Bir büyük rastlantı daha eklenebilir: Faye’e başlarından geçenleri anlatanlar, neler yaşadıkları hakkında basbayağı düşünüp taşınmış, kendileri, başkaları, hayatları, geçmiş ya da şimdileri ve bazen de varoluş hakkında tumturaklı saptamalar yapmış kişilerdir. Romancıdan beklediğimiz tanım ve saptamaları kendileri ifade ederler çoğunlukla.
Anlatılanların aynı konu çevresinde dolanıp durması handiyse “tezli” romanlarla karşı karşıya olduğumuz hissi uyandırmıyor değil. Gelgelelim, Rachel Cusk’ın romanlarını bildiğimiz roman tanım ve kalıplarını kerteriz alarak tartmak doğru olmaz; bunun nedeni bu romanların kendine özgü yapısı. Son yıllarda birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşan romanlara daha çok rastlıyoruz, ne var ki Cusk’ın romanındaki anlatı parçaları böyle de değiller, bu parçaların esas anlatının içinden çekip alınabilecek bağımsızlıkları yok, özerk değiller, daha çok Faye’in hikâyesinden oluşan “çerçeve”nin içinde anlamlılar. Bunun nedeni, sanırım, Cusk’ın anlatılanların yanında anlatma edimini ve anlatma ânını da sorunsallaştırıyor olması. Bu yanıyla Cusk’ın romanları temel bir sorunsal çerçevesinde yapılandırılmış olmakla birlikte edebiyat üzerine de düşünen metinler olarak görülebilir. Tezli romanlarda rastlayabileceğimiz bir nitelik değildir bu.
Anlatma ediminin sorgulanmasını sağlayansa Faye’in edilgen bir dinleyici olmaması. Kendisine anlatılanlarla yetinmeyip bunların üzerinde düşünüyor ve anlatıların içerisinde açık-gizli başka bir şeylerin var olduğunu, olabileceğini sezdiğinde bunları sormamazlık etmiyor. Onu bazen bir belgesel için röportaj yapan kişi konumunda hissetmemiz de bundan sanırım. Beri yandan, yorumluyor da dinlediklerini, yorumlarını anında muhatabına söylediği gibi, bazen bu yorumlar daha sonra kendisine anlatılan olaylar hakkında düşünürken aklına gelebiliyor – hatta bazen yazarken. Romanın yapısıyla ilgili olarak şunu da eklemek lazım: Faye, bize olanları ve dinlediklerini yaşanırken aktarmıyor; üzerinden zaman geçtikten sonra yazdıklarını okuyoruz. Çerçeve’nin daha ikinci paragrafında “Şu anda aslında…” diye başlayan cümlesi hatırladıklarını yazmakta ve yorumlamakta olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla yazar daha baştan olayların yaşanmasının ardından masa başında yazdıklarını bize sunduğunun altını çiziyor. Bu nedenle diyaloglardaki tumturaklı ifadeler, dört başı mamur saptamalar gözümüze batmıyor. Günümüz romancılığında sık rastladığımız bir eğilimi hatırlayabiliriz burada, denemeye yaklaşan ya da denemeyle arasındaki sınırları ihlal eden romanları.
Faye’e anlatılan yaşantıların bazısı sıradan, gündelik hayatta sıkça karşılaşılan olaylar, bazısıysa oldukça ilginç, ama her durumda ağırlıklı olarak yakın insan ilişkileri, evlilik, ebeveynlik, yetişme sorunları hakkındalar. Gelgelelim, anlatan kişilerin ya da Faye’in bunlara ilişkin yorum ya da saptamaları oldukça parlak. Bununla birlikte, Cusk’ın mahareti ilginç ya da sıradan olaylar bulmasında ya da bunlara ilişkin şaşırtıcı yorumlar yapmasında değil, aktarılan yaşantıları birbirine ulamasında. Parçalar birbirine belli belirsiz teğellendiği gibi kimi zaman yapbozda olduğu gibi tam oturabiliyor. Aralarında bağın niteliğinden çok varlığı önemli. Çerçeve’den bir örneği uzunca aktaracağım – özetlemeye çalışarak: Oyun yazarı Anne, “bir şey yaşamıştı[r]” ve sonrasında yazamaz olmuştur. Bu sorununa “özetleme” demektedir.
“Ne zaman yeni bir eser tasarlasa, henüz çok ilerlememişken, bir bakıyordu, yazacağı şeyi özetlemiş. Çoğu kez tek bir sözcük oluyordu bu: Mesela gerilim ya da kayınvalide […]. Bir şey özetlendi mi, amacın ve niyetin ne olursa olsun, artık ölmüş sayılırdı, kolay bir avdı artık ve o işe devam etmesine imkân yoktu. Kıskançlık meseleyi tamamen özetlediğine göre, bu konuda kocaman, uzun bir oyun yazma zahmetine katlanmanın ne anlamı vardı?” [Vurgular metinde var.]
Bunu sadece kendi yazdıklarına, yazmayı tasarladıklarına değil, başkalarının eserlerine de yapıyordur. “Tanrısı Beckett bile anlamsızlık tarafından tamamen yok edilmişti[r].” Üstüne üstlük bunu insanlara da yapmaya başladığının farkındadır: “Geçen akşam bir dostuyla birlikte bir kadeh bir şey içiyorlardı ki, masanın karşısına bakmış ve dost diye düşünmüştü, bunun sonucu olarak da, kuvvetle tahmin ediyordu ki, dostlukları sona erecekti.” Bu bakış açısının varacağı uç nokta da Anne’i yavaştan didiklemektedir. “Anne’in hayatı hemen her şeyi özetlediğine göre neden günbegün var olmaya devam ettiğini sorgulamaya başlıyordu.”
Sadece Anne’in bu sorunundan çok güzel bir öykü çıkacağı kesin (Cusk’ın roman kişileri öykücüleri kıskandıracak ilginçlikte bir hayli olay anlatıyorlar), ama Anne’in hikâyesi bundan ibaret değil, bu soruna neden olan “olay”dan ya da bu olay sonrasında neden ilk olarak eski kocasını aramış olmasından da ibaret değil. İşin içinde bir de uçak yolculuğunda yan yana oturup sohbet ettiği diplomat var. Anne, bu adamın kendisi “ne değilse onu tasvir” ettiğini söyler Faye’e. Bu diplomatın da ilginç bir hikâyesi var. Yabancı dilleri çok rahat öğrenebilen bu adam nedense Yunancayı bir türlü öğrenemiyordur. Adamın bunun nedeni olarak düşündüğü şey bu dilin pek bir işine yaramayacak olmasıdır. Anne ise bambaşka bir nedeni olabileceğini iddia eder, adamın önceki dilleri öğrenirken ailesinin hep yanında olduğunu ama Yunanistan’a tayin olduğunda ailesini getirmediğini öğrenince, bunun bir neden olup olamayacağını sorar. Adam kesinlikle kabul etmez ve Anne’la konuşmayı bırakıp “kendisini mühürle[r.]” Anne’in koltuk komşusu hakkında onun hiç aklına gelmeyen ve duyduğunda çok rahatsız olduğu saptamayı yapmasını sağlayan kendi deneyimidir. Boşanmasının ardından kendisini evlenmeden önceki pozisyonunda bulduğunu anlatır Faye’e. Beri yandan “eski kocasından önceki hayatıyla bağlantıları da tamamen kopmuştu[r]”, bu nedenle içinde bulunduğu durum kim olduğu sorusuna yanıt bulmaya çalıştığı bir kimlik krizi hâlini almıştır, “ana dilini unutmuş birine benziyordu[r].” Bu nedenle başına gelen olay hakkında kendisine ya da başkalarına doğru dürüst söyleyecek söz bulamamıştır.
İşte “özetleme” sorunu da, Anne bu hâldeyken başına gelen “olay”ın ardından ortaya çıkmıştır. Anne, bütün bunları yeni tanıştığı Faye’e anlatır anlatmasına ama “olay”ı gene özetler. Uçakta gelirken o diplomatla sohbet etmese, o sohbet adamın kaba sessizliğiyle kesilmese, Anne muhtemelen ne özetleme sorununu ne de eşinden ayrılmasının ardından yaşadıklarını henüz tanıştığı birine anlatabilecektir. Diplomatla sohbetlerinin başlarında duyduğu karmaşa şöyle aktarılır romanda:
“Anne kendini bir şekil, bir çerçeve olarak görmeye başlamıştı: Tüm ayrıntılar şeklin dış hatlarını belirten çizginin etrafında yazılıp belirtilmiş, ama şeklin içi boş kalmıştı. Ama bu şekil, içeriği hâlâ belirsiz bile olsa, yaşadığı olaydan beri ilk kez ona kim olduğuna dair bir his vermişti.”
Diplomatın keskin suskunluğu ertesindeyse “hayat boyu sürmüş olan açıklama yapma alışkanlığını” ve “sessizliğin insanları birbirine ulaşamaz hale getiren gücünü” düşünür. “Olay” ertesinde en yakın dostları bile başına gelen şey hakkında konuşup durmamasını salık vermişlerdir, “özetleme” sorunu bununla ilgilidir anlaşılan, ama diplomatın sessizliği onun iki şeyi fark etmesini sağlamıştır. “İnsanlar başlarına gelenler hakkında sessiz kalırlarsa, bir şeye ihanet ediyor olmuyorlar mıydı – bu şey yalnızca o tecrübeleri geçirmiş olan eski halleri bile olsa?” diye sorar Faye’e. Daha önemlisiyse olayların yanlış ve taraflı sunulmasıdır.
Uzun bir özet oldu, ama Rachel Cusk’un ne yaptığını, daha doğrusu nasıl yazdığını anlamak için uygun bir örnek Anne. “Özetleme” sorunu, başına gelen olay, eski eşinden ayrılmasının ertesindeki hâli, diplomatın hikâyesi… burada değinmediklerim de var, Faye’le Anne’in nerede, nasıl karşılaştıkları, Faye onu ilk fark ettiğinde Anne’in ne yapmakta olduğu, bu karşılaşma ve sohbet sonrası için iki kadının planladıkları… Bütün bunları sözü çok uzatıp dağıtmadan birkaç sayfada büyük bir ustalıkla bir araya getiriyor Cusk.
Rachel Cusk’ın bu iki romanındaki parçalar, kimlik sorunları, yakın ilişkiler, aile içi dertler, evlilik, boşanma, geçmişin izleri gibi konular çevresinde dolanıyor; daha önce de değindim, anlatıcı(lar) bu konularda yorum ve saptamalar yapmaktan da kaçınmıyor, ama onların söz, yorum ya da tespitlerinden mutlak sonuçlar çıkarmamızdan yana değil Cusk. Neden tezli sayılmayacağının bir nedeni de bu. Parçaların ortak bir çerçevesi var, ama vardıkları bir yanıt yok. Yaşantıların ve yorumların sergilenmesi genel bir sonuca varmıyor, daha çok yaşantıların ve deneyimlerin konferansı söz konusu. Çerçeve’deki parçaların ortak meselelerinden biri de şu: Olguların, durumların, yaşantıların, deneyimlerin, hatta kimliklerin içinde bulundukları çerçeve içerisinde bir anlamları var, bu anlamı genele teşmil etmek çok da mümkün değil, bulunduğu yerdeki anlamı derinlemesine kavramak önemli. Bu “çerçeve” bir ilişki, bir mekân ya da başka bir şey olabilir. Mesela, Faye bir yerde iki kişinin uçaktaki sohbetleriyle yerdeki sohbetlerinin ne denli farklı olduğunu vurgular. “[Uçaktaki] karşılaşmamız, bir anlamda maddesel değildi, dünyanın üstünde nesnelerin pek önemi yoktu, farklılıklar daha az belirgindi. Yükseklerdeyken komşumun çok hafif gibi gelen maddi gerçekliği burada, yerde somutlaşmıştı.” (Anne ile diplomat gibi, Çerçeve’nin girişinde Faye de bir Yunanlı adamla sohbet eder uçakla Yunanistan’a gelirken. Daha sonra Atina’da da birkaç kez görüşürler. Faye’in uçaktayken “farklılıklar daha az belirgindi” demesine karşın, Anne’in diplomatı dinlerken aralarındaki her şeyin farklı olduğunu düşünmesi de yaşantılardaki anlamların, çıkarılacak sonuçların vs göreliliğinin bir başka örneği sayılmaz mı?)
Anne’in, insanların başlarına gelenleri anlatmamalarını ihanet olarak değerlendirmesi de her zaman ve her yerde geçerli olmayacaktır. Nitekim Geçiş’te Faye katıldığı bir edebiyat festivalinde Julian isminde bir yazarın sunumunu dinler. Julian kendi geçmişindeki acı hatıraları (üvey babası onu eve almamış, ilk gençlik yılları boyunca bahçedeki barakada yaşamak zorunda kalmıştır) bir dönem “herkese anlatıp dur[duğundan]” söz eder, ama bunu olumlamaz.
“İçi işe yaramaz ıvır zıvırla ağzına kadar dolu bir dolap gibiydi: Kapısını açtı mı her şey dışarı dökülüyordu; kendini yeni bir düzene oturtması zaman almıştı. Gevezeliğini yapmak, anlatmak işin en pis yanıydı: Dilini denetim altına almak demek, öfkesini ve utancını denetim altına almak demekti ve zordu, evirip çevirmek, deneyimin pisliğini alıp ondan tutarlı bir şeyler yaratmak zordu. Başınıza gelenlere hâkim olduğunuzu ancak o zaman anlıyordunuz: Öykü sizi denetleyeceğine, siz öyküyü denetlediğiniz zaman.”
Julian, annesinden ve üvey babasından ayrılıp Londra’ya taşındığı ilk zamanlardan söz ederken “kendisi gibi olma süreci” diye bir tabir kullanıyor. Cusk’ın roman kişilerinden sıkça duyuyoruz benzer tabirleri: Kendini bulma, kimliğin yeniden bulunuşu, kendini gerçekdışı, yerinden sökülmüş, hayaletmiş ya da içi boş bir çerçeve gibi hissetme... Çerçeve ve Geçiş’teki anlatılar bu gibi arayışlar çevresinde dolaşır, birbirine değer, teğellenir, birleşir ve ayrılırken aynı zamanda bunları bir başkasına anlatmanın, anlatamamanın ya da sessiz kalmanın da bu arayışlara dahil olduğunu seziyoruz. Tabii, her zaman işe yaradığı söylenemez bunun; kimi roman kişilerinin Faye’e pat pat pat bir şeyler anlatmaları sadece gösterişten ibaret kalabiliyordur.
Rachel Cusk’ın birbirine bağladığı, değdirdiği ya da iç içe geçirdiği sayısız hikâyenin bütününden ortaya çıkan da, sanırım, hayatımız, kendimiz, benliğimiz dediğimiz şeyin pek de sabit bir şey olmadığı, “geçiş” hâlinde olduğu. Hatta belki de bir “çerçeve”den ibaret. Bunun içini türlü çeşit yollarla, en çok da başkalarıyla ilişkilerimiz vasıtasıyla dolduruyoruz – tabii ki kendimize ve başkalarına bu çerçeveyi nasıl doldurduğumuza dair anlattığımız hikâyelerimizle de.
Son bir not: Çerçeve ve Geçiş, Rachel Cusk’ın üçlemesinin ilk iki kitabı, Kudos adını taşıyan üçüncü romanın da İngiltere’de bu Mayıs’ın başında yayımlanacağı duyuruldu. Türkçeye de umarız gecikmeden tercüme edilir.