Prince’in ölümünden üç buçuk yıl sonra Eylül 2019’da yayımlanan anı kitabı The Beautiful Ones tamamlanamamış, eksik bir metin olsa da niteliğinden kaybettiğini sahiciliğinden kazanıyor.
02 Şubat 2020 11:00
Prince denince akla hep zıt imgeler geliyor değil mi? Bir mıknatıs gibi sanki iki kutbun kusursuz bir birleşimiydi o. Popstar olarak anılmak için fazla üretken ve mükemmeliyetçi, ama ne vakur yıldızlar gibi sıkıcı ne de müzik dünyasının alışılmış klasiklerini besteleyenler kadar tekdüze. Sahneye çıktığı zaman dünyevî sorunları umursamayı asla tenezzül etmeyecek uçarı bir Eros’u andırırdı Prince. Sonra bir de bakardınız, yanağına “slave” (köle) yazarak müzik endüstrisine başkaldırırdı. Uhrevî ama aynı zamanda ayakları yere basan, ikonluğa indirgenemeyecek kadar çığır açıcı ama etkisi funk müziğinde bıraktığı izle sınırlandırılamayacak kadar da ikonik.
Bu zıtlıklar meğer onun da kafasını kurcalıyormuş. “Hayatımın ikilemlerinden biri de şuna bakmak oldu,” diyordu editörü Dan Piepenbring ile son telefon konuşmasında. “Düzen, netlik ve gerçeği seviyorum. Ama ne zaman dışarıda gösterişli bir partideysem ve DJ funky bir parça çalarsa…”
“O zaman da çıkıp dans etmeden duramıyorsun…,” diye tamamlıyor Piepenbring. Babasının ciddiyeti yerini annesinin coşkulu spontanlığına bırakıveriyordu birden. Biraz da bu yüzden anılarını yazmak, anne ve babasının bu çok farklı kişiliklerinden nasıl beslendiğinin izini sürmek istiyordu…
The Beautiful Ones (Güzel Olanlar) “sadece” bir anı kitabı değildi onun için. Kendini öylesine adamıştı ki ölmeden önce üzerinde çalıştığı en büyük, en iddialı projesi haline gelmişti kitap. Bir kere çok güzel bir nesne olmalıydı. Ama otobiyografiden daha fazlasını hayal ediyordu. Müzik endüstrisine karşı isyan bayrağını açacaktı mesela. Hatta editörüne, neoliberal düşüncenin başucu kitabı, Ayn Rand’in Hayatın Kaynağı’nı (The Fountainhead) “lime lime etmeleri” gerektiğini tembihliyordu. Mutlaka ırkçılık üzerine de yazmalılardı. “Üstünlük fikrini bir bütün olarak hedef almalıyız” diyordu. Otobiyografi görüntüsü altında funk bir manifesto... Neden olmasın? Hem funk yalnızca bir müzik türü değildi ki onun için. Bir titreşimdi. Funk söyleyen bir şarkıcının seslerini konuşurken bile bir melodi sarıp sarmalardı. “Yalnızca konuştukları zaman içinizden dans etmek geliyorsa, bu funk’tır” diye yazmıştı anılarında. Madem funk her sayfasına sinmeliydi, üzerinde dans edilecek bir kitap olmalıydı bu. Eğer tamamlayabilseydi, muhtemelen piyasaya çıkandan bambaşka bir yapıt olacaktı.
Anı kitabı projesi için ölümünden dört ay önce kolları sıvadı. Önce kitaba bir editör aranacaktı. Prince, yayıncılara şok geçirtme pahasına önüne gelen listedeki en deneyimsiz isimlerden, 28 yaşındaki Dan Piepenbring’i seçti. Daha kolay etki altında bırakabileceği, yönlendirebileceği birisini mi arıyordu dersiniz? Aslında sayılmaz, zira tanıştıktan sonra Piepenbring’e kitabı birlikte, iki sesle yazmayı önerdi. Bugüne kadar tek bir kitabı yayına hazırlamamış Piepenbring birden eş yazar olarak buluvermişti kendini. Prince aslında basmakalıp düşünmeyen, yaratıcılığının önünü kesmeye çalışmayan, farklı fikirlere açık, projeye biraz daha özgürce yaklaşabilecek, hevesli birisiyle çalışmak istiyordu.
Ölümünden bir ay önce, 18 Mart 2016’da kitap projesinin lansmanı New York’ta özel bir davetle yapıldı. Purple Rain albümünden bir şarkının adını taşıyan kitabın başlığını Prince kendisi seçmişti. “Bu ilk kitabım” demişti heyecanla – evet, başka kitaplar da yazmayı hayal ediyordu. Yazmaya müzik bestelemekten daha çok hevesliydi. Ne var ki 21 Nisan’da aniden hayata veda ettiğinde hazırda sadece çocukluk ve ergenlik dönemi üzerine yaklaşık 30 sayfalık bir el yazısı vardı. Tonlarca da uçsuz bucaksız fikir… Ölümünden üç buçuk sene sonra yayımlanan The Beautiful Ones, Prince’in o güne kadar yazdıklarıyla beraber Dan Piepenbring’in projeye nasıl dahil olduğunu, büyük bir hayranlık duyduğu Prince ile tanışmasını ve kitap üzerine sohbetlerini anlattığı bir girişten ibaret. Bunlara ek olarak Prince’in ilk albümünü hazırladığı dönemden Purple Rain öncesine kadar çekilmiş ve bazı günlükleri arasında bulunmuş fotoğrafları bir araya getiriyor. The Beautiful Ones henüz çimlenmemiş bir metin olabilir belki ama kusurlarıyla sunulan birçok iş gibi, niteliğinden kaybettiğini sahiciliğinden kazanıyor.
Prince yatağında gitar çalarken, Nisan 1978.
Piepenbring’in sunuşu ve anılar bölümü Prince yapbozuna biraz daha farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor. Topluma dair bugüne kadar bu ölçüde tutarlı bir biçimde ifade edilmemiş çok sayıda düşünceleri ile derli toplu bir portre ortaya çıkıyor. Yapbozun uyumsuz gibi görünen parçaları, Prince’in oynamayı sevdiği o farklı kişilikleri tek bir insanda birleşiveriyor yeniden. Hatta an geliyor, sanki müziğe bakış açısı bile onu özetliyor diye düşünüyorsunuz.
“İki nota arası, en güzel yeri orası” demekten hoşlanırmış Prince mesela kendisine yalnızca piyanosunun eşlik ettiği son turnesi “Piano & a Microphone”da. “Bu mesafe ister uzun olsun ister kısa, (herhangi bir parçanın) ne kadar funk olduğu ya da olmadığı o arada belli olur.” Bir notanın duygusu silinirken, diğer notanın keşfedilmesinin beklendiği o heyecanlı, muammalı an: Prince sanki en çok kullandığı tema olan arzuyu tanımlıyor. Arzunun da yeri “iki nota arasında,” önceki notadan alınan hazzın tekrarı için karşı konamaz istekte değil midir? Arzu hazdan önceki beklenti ve bir hazzın teyididir aynı zamanda. Daha önce deneyimlenmiş ya da genlere kodlanmış o içgüdüsel hissin gerçekleşmesinden önceki duygusal ve bedensel arafta genişler müzik Prince’in tanımına göre. Ve tabii iki notanın arasına tünemekten hoşlanan bir dizi kelime içinde de Prince’i tarif eden sıfatlardan biri daha var – gizem.
“Gizem diye bir kelime varsa, bunun bir sebebi var,” diyor Prince, Piepenbring’e. “Bir amacı.” Kelimeler özenle seçilmeli Prince’e göre. Rastgele kullanılmamalı. Mesela Piepenbring’in editör adaylığı için yazdığı metindeki bazı kelimelere uzun itirazlarda bulunuyor. “Prince dinlediğimde, kanunları çiğnediğimi hissediyorum” diye başlıyor genç editörünün yazısı. Onu durduruyor. “Neden böyle dedin? Yaptığım müzik benim için kanunları çiğnemek değil,” diye düzeltiyor hemen. Bulundukları odayı gösteriyor. “Ahenk içinde yazıyorum. Ahenk içinde yaşıyorum.” İki notayı bağlayıp ezgiye dönüştüren ahenk.
Prince’in tüm zıtlıklarını kusursuzca birleştiren iki kelime işte bunlar: Gizem, ahenk. İnsanlara karşı daima mesafesini koruyor. Ne zaman yeniden arayacağını, hatta tekrar görüşüp görüşmeyeceklerini dahi söyleme ihtiyacı hissetmiyor asla. Gardını nadiren düşürüyor. Gizem. Ama mutlaka geri dönüyor. Güven ilişkisine, sadakate saplantılı bir önem veriyor (güvene dayalı olmadıkları için asla sözleşme imzalamıyor örneğin). Bütün enstrümanları çalmayı bilen biri olarak çalıştığı diğer müzisyenlerin fikirlerine de kulak veriyor, onlara özgürlük alanı tanımaya özen gösteriyor. Ahenk.
Piepenbring’e verdiği yegâne öğüt ya da “yol haritası” da bu: “Bir kelimeye bak ve benim kullanıp kullanmayacağımı düşün. Mesela büyü benim kullanacağım bir kelime değil,” diye onu uyarıyor metnindeki başka bir bölüm için. Prince’e göre “funk büyünün zıddı, çünkü funk kurallara tabi.” Büyü ise “Michael’ın [Jackson] kelimesi. Onun bütün müziği büyü.” Prince, hem kendi köklerine düşkündü hem müziğinin. (İspanya’da yaşadığı kısa bir dönem dışında doğup büyüdüğü gösterişsiz Minneapolis’ten hiç ayrılmadı). Oysa müziği, kariyeri kadar tüm varlığı da bir illüzyondu Michael Jackson’ın – "çocukluğunu yaşayamamış popstar" illüzyonunun ardına saklanarak bütün şöhretini küçük çocukları istismar etmek için kullanan bir pedofil...
Burada duraklayalım. Surviving R Kelly ve Neverland’i Terk Etmek (Leaving Neverland) belgesellerin ardından artık ikonlara naifçe tapındığımız çağ da geride kaldı. Yetenek denen şey, sanatçıları işledikleri suçlardan toplumun gözünde aklamaya yetmiyor. İşin düşündürücü tarafı Michael Jackson ve R Kelly aile onaylı müzisyenlerdi, biri şarkılarına eşlik eden müthiş koreografilerle diğeri ise romantik besteleriyle… Peki, ya Prince? Ailelerin çocuklarının kulaklarını kapatacağı Do Me Baby, Dirty Mind, Sexuality hatta ve hatta ilk single’ı Soft -n- Wet gibi şarkılarında ve sahne performansında cinselliğe açıkça göndermelerde bulunan bir sanatçının şöhretini kötüye kullanmadığına güvenip ona sorgusuz sualsiz hayranlık duyabilir miyiz?
Neyse ki The Beautiful Ones Prince kültünü olur olmadık şişirme çabalarına girişmiyor, aksine kitabın demoyu andıran hali onu daha da insani kılıyor. Tüm kaprislerine rağmen nazik ve anlayışlı, entelektüel diyemeseniz de duyarlı, aykırı sayılmasa da muhalif tavrını önemseyen, yer yer narsistliğe varan tuhaf davranışları olsa bile yaptığı her işe kendini adamış ve tutkusunu başkalarına bulaştırmak isteyen bir figür var karşımızda.
Prince’in anılarında da ergenlik aşklarından, kendi güvensizliklerine de değinerek çok yalın bir şekilde bahsedebilmesi, arzuları hakkında açık açık konuşabilmesi şunu da sorgulamamıza yol açıyor: Günümüzün toplumu arzuyla ne kadar barışık?
Cevabını Prince’ten alacağımız bir soru değil bu tabii. Ama onun müziğe bakış açısında funk’ın bedenle uyumunun arzuyu da kapsaması, arzunun tabulaştırılmasını ne denli içselleştirmiş olduğumuzu hatırlatıyor bizlere. Örneğin Byung Chul-Han Eros’un Istırabı kitabında Eros’un Tinder çağında can çekiştiğini savunurken, acaba poligami, görücü usulü evlilikler, namus cinayetleri ve köleliğin kol gezdiği toplumlarda mutlu mesut yaşadığını mı varsayıyor diye düşünmeden edemiyorsunuz. Arzunun metalaştırılması insanların bilincini elbette etkiliyor ama bu tek başına, aşkın büyük mücadeleler sonucu giderek özgürleştiği, heteroseksüel sosyal normun dışındaki arzuların da nihayet ifade edilebildiği bir ortamda Eros’un dünden daha fazla ıstırap çektiği anlamına gelmeyebilir. Kim bilir, Eros ıstırap çekmiyordur da, playlistini beğenmediği için Han’a nispet yaparcasına yüzünü ekşitiyordur belki sadece. Bir başka “prens”in, adını Swahili dilinde “kutsanmış prens” anlamına gelen Amiri Baraka ile değiştiren funk şair LeRoi Jones’un “Funk Dünyasında” şiirinde yazdığı üzere: “Eğer Elvis Presley / Kralsa / James Brown kim, / Tanrı?”
İki arzu tahayyülü arasında aslında daha da önemli bir fark var: Prince’i esas öncü kılan, tam da Han’ın dijital teknolojilere atfettiği ve zararlı bulduğu ötekiyi görme kapasitemizle ilgili. Han dijital teknolojiler yüzünden “Başka”yı giderek kendimizin bir uzantısı olarak gördüğümüzü savunuyor. Oysa bu teknolojiler bugüne dek hiç olmadığı ölçüde kendimizi “başka” olarak kurmamıza, –tıpkı “Ben, başkasıyım” diyen Arthur Rimbaud gibi bir “kendimiz” yaratmaya– imkân tanımıyor mu aynı zamanda? Yaratmak, yine Prince’in sevdiği kelimelerden biri – onun yaptığı da buydu işte. Bir düşünün: Prince’in adını telaffuz edilemeyen sembolle değiştirmesi gibi dijital profil yaratırken biz de istediğimiz ismi ya da emojiyi kullanabiliyoruz artık. Onun seçtiği “isim” aynı zamanda cinsiyetsizlikti, cinsiyet kutucuğunu yok edercesine erkek ve kadın sembolünün birleşimiydi. Devletin verdiği kimliklerde olmasa da dijital platformlarda atanan cinsiyetlerin sizi, bizi tanımlamadığını söyleyebiliyoruz, seçenekleri genişletebiliyoruz.
Kendini yaratmaktan narsisizme kestirme bir yol görenleri kolaycılık sapağına doğru alalım. Kendimizi bir başkası olarak kurabilme hünerini geliştirmeyi, o yansımayı yönetmeyi, yapıp bozabilmeyi –Prince de bir “yapboz” dememiş miydik en başta– kendimizi tanımak, öğrenmek ve nihayetinde olduğumuz gibi olabilmek için bir anahtar olarak da görebiliriz. Hele kim olduğumuz aile, toplum ve devlet tarafından dikte edilen kodlarla biçimlendirildiğinde, kendimizi yaratmak özgürleştirici bir tavır değil mi? Belki de kendimiz olmak, kendimizin en sahici yapıntısını yaratabilmekten geçiyor. Bu yüzden Han nostaljiklere maviş maviş boncuklar dağıtmaya başlamadan yıllar önce, daha 1980’lerin başında Prince sene 1999’muş gibi parti yapıyordu…
The Beautiful Ones’ı elimize alırken en çok merak uyandıran aslında bu: Kendini sürekli yeniden yaratan, farklı personaları birleştiren biricik bir ikon anılarını nasıl kurar? İşte, daha ilk iki paragrafında hayatının iki çapasıyla, kök alıp gövdesinde birleştirdiği iki insanla tanışıyorsunuz:
“Annemin gözleri. Hatırladığım ilk şey bu. Bir insanın yalnızca gözlerine bakarak güldüklerini anlayabilirsiniz ya… İşte annemin gözleri de öyleydi. Bazen gözlerini sanki size bir sır verecekmiş gibi kısardı. Daha sonra annemin birçok sırrı olduğunu öğrendim.
“Babamın piyanosu. Duyduğumu hatırladığım ilk şey de bu. Gençken yoğun ama akıcı bir şekilde çalardı piyanoyu. Neşeli bir tınıydı.”
Solda: Prince anılarında lisedeyken “tıpkı Jimmy Hendrix’in Woodstock’ta çaldığının aynısı vanilya rengi bir stratocaster gitarı” olduğunu yazıyor. Ortada, Prince, lise birdeyken, Minneapolis 1973. Babası bu resmi çerçeveletip piyanosunun üzerine koymuştu. En sağda, Prince’in lise döneminden sakladığı çizimler: “Hey, fazla seksin saç uzattığını biliyor muydun?” “Kuir nedir baba?” “Şimdi sana cevap veremem, oğlum.”
Prince’e göre gözlem ve doğal müzik yeteneğini bunlara borçlu olmalıydı. “Bir bestecinin gözleri ve kulakları ne kadar övülse azdır. Bir şeylerin nasıl göründüğü ve nasıl duyulduğu, sözlerle aktarıldığı zaman, bir şarkıya hacim ve ağırlık katar.”
Prince’in el yazısı da nev-i şahsına münhasır. Alfabeyle de cilveleşiyordu sanki. Şarkı sözlerini bilenler bilir, örneğin İngilizce “I” – ben – yerine aynı sesle okunan “Eye” – göz – yazardı, hatta zamanı olduğunda kâğıda bir göz resmi çizerdi (“Eye No” veya “Eye Hate U” parçalarında olduğu gibi). Anı kısmında, Prince’in bu huyuna saygı gösterilerek “I” diye yazdığı yerler bir göz resmiyle baskıya aktarılmış. “You” yerine “U”, “to” yerine 2, “for” yerine 4 ve “why” yerine “Y”, “are” yerine R ve “and” yerine & gibi tüm tercihlerine metinde saygı gösterilmiş.
Anne ve babası, birbirlerinden gündüz ve gece gibi farklıydılar. Annesi oyunbaz, eğlenceye düşkün, kıpır kıpırdı. “Göz kırpmanın ne demek olduğunu ismimden önce öğrendim. Göz kırpmak, gizli saklı bir şeylerin döndüğü anlamına gelirdi.” Baba Prince senior ise dindar, ciddi ve ağırbaşlıydı. Birlikte olduklarındaysa etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. “Çok güzellerdi” diye yazıyor Prince. “Giyinip süslenerek gece vakti birlikte şehre gitmelerini izlemek en sevdiğim şeylerden biriydi. Her ne kadar annem döndüğünde biraz komik yürüse de onları mutlu görmek buna değiyordu.”
Ama güçlü çekim kadar şiddet içeren kavgalara da sahne oluyordu evlilikleri. Prince babasının annesine vurduğunu, annesinin çığlıklar atarak ve ağlayarak onu kucağına alıp kalkan olarak kullandığını anlatıyor. Bunun kendisinde yarattığı travmalara girmiyor ama şu notu düşüyor:
“Müzik iyileştirir. Bazı sırlar o kadar karanlıktır ki onları açığa çıkarmadan önce şarkıya dönüştürmek gerekir.”
Sayfanın kenarında da dikey olarak, şifre misali “When Doves Cry” diye yazıyor. Yine Purple Rain albümünden bir şarkı. Hikâyeyi tamamlamak için de şarkının sözlerine yeni bir gözle bakmak gerekiyor:
Belki tıpkı babam gibiyim, fazla cüretkâr
Belki de tıpkı annem gibisin
Asla tatmin olmuyor
Birbirimize neden bağırıyoruz?
Tam da buna benziyor
Kumrular ağladığında
Anne babası boşandıktan ve annesi yeniden evlendikten sonra Prince 12 yaşında babasının yanına taşınıyor. Anı kısmı da Prince’in babasının yanında yaşarken ilk grubunu kurduğu dönemle noktalanıyor. Duygusal olarak ne annesinden ne babasından kopabildi, her ikisinde de kendini görüyordu çünkü. Babası gibi düzeni seven, çalışkan hatta dindardı. Dindarlığını, maneviyata düşkünlüğünü her döneminde açıkça dile getirdi, kimi zaman dini imgeleri biraz kitsch bir şekilde şovlarına ya da kliplerine taşıma pahasına olsa bile. Babası müziğe olan tutkusunu anlıyordu, ilk gitarını o hediye etmişti.
Ama günün sonunda “aşırı testosteron”la kendini asla özdeşleştiremiyordu. Kadınlarla kendini daha rahat hissediyordu. Daha çocuk yaşlarında bile evcilik oynamaktan mutluluk duyuyordu. Annesinin birçok huyu ona da geçmişti ve asıl ilham perisi de oydu. Muhtemelen annesine olan sevgisi hakkında daha çok şey yazmaya niyetliydi. Kitabını ona adamak istiyordu. Yazamadıklarının yankısı Ocean Vuong’un bir dizesindedir belki de: “Vücudunun en güzel yeri annenin gölgesinin düştüğü yer.”
Tıpkı Prince gibi şiirlerinde ve ilk romanında da anne ve babasının hayatındaki yerinin izini sürer genç kuşağın en önemli şairlerinden biri olarak gösterilen Vuong. Aynı zamanda en güzel şiirlerinden birinin başlığı olan romanının adında, On Earth We're Briefly Gorgeous (“Dünyada bir anlığına muhteşemiz”) bir Prince tınısı vardır sanki. Vietnam’da doğan ve küçük yaşlarında ABD’ye göç eden Vuong’un şiirleri savaş, silah ve çatışma imgeleriyle dolu. Romanının otobiyografik öğelerle donattığı kahramanı ise annesine mektubunda şöyle der:
“Tüm bu zamanlar hep savaştan doğduğumuzu düşündüm – ama yanılıyordum, annecim. Bizler güzellikten doğduk. Kimse bizi şiddetin meyvesiyle karıştırmasın – o şiddet, içinden geçerken, meyveyi çürütemedi.”
Prince de sanki güzelliklerden yaratır kendini. Yarım kalan anıları bile belki yaranın etrafında dolanıyor ama ne anlatmak istediğinin bu hikâyede gizli olduğunu anlıyoruz. Piepenbring’e de anılarında yazdığı bir şeyi tekrarlıyor: “Müzik iyileştirir, bunu bir kenara yaz.” Dallanıp budaklanan fikirleri birleştiren gövde bu. “Müzik her şeyi bir arada tutar.”
Anılarıyla kitaba biçtiği, kendi hayat hikâyesini de aşan misyonla arasındaki o bağ da müzik. Piepenbring’e anılarıyla birlikte eline tutuşturduğu notlarda şöyle yazıyor Prince: “Eğer bu kitap öncelikle tek bir şey üzerine olacaksa, bunun özgürlük olmasını isterim. Ve de bağımsız bir şekilde yaratma özgürlüğü. Kimseler ne yapmanızı, nasıl yapmanızı veya niye yapmanızı söylemeden.” Çünkü, diyor Prince, bilincimiz başkaları tarafından biçimlendiriliyor. “Küçük yaşlardan itibaren dünyayı belli bir bakış açısıyla görüyoruz – bunu bu şekilde yapmaya devam etmeye programlanıyoruz. Sonra tüm yetişkinliğini bunu aşmakla, programları okumakla geçiriyorsun.”
The Beautiful Ones Prince’e dair kusursuz bir anlatı sunmuyor. Aslına bakarsanız çok az şey öğreniyoruz. Prince yaşasaydı nasıl bir kitap olurdu diye de düşünmeden edemiyoruz. Ama yıldız tozundan arıtıldığında amaçladığı şeyin özü birkaç kelimeye sığıyor: “Yaratmaya çalışın. İnsanlara sadece yaratmalarını söylemek istiyorum” diyor Prince. Bu mesajı vermek için kitabın samimiyeti, ulaşamadığı gösterişten de etkili galiba. Bırakmak istediği duyguyu daha bir berrak bırakıyor sanki: Güzellikler – Prince’in de yadırgamayacağı bir kelime – yaratma duygusunu. “Önce gününüzü yaratmakla başlayın. Ardından da hayatınızı yaratın.” •
Prince’in Parade dergisinin kapağı için verdiği pozlar, 1986. Çekimlerden birkaç ay sonra pasaportunun yenilendiğinde,
Prince yüzü makyajlı fotoğraflardan bir tanesini kırparak kullanır.