Post-Post-Kemalizm üzerine

"Kitapta çeşitli vesilelerle işaret edilen ‘Kemalizm’in tarihsel bağlamından koparılması’ sorunu gerçekten de post-Kemalistlerin ciddi bir sorunu idi. Ancak bence ‘o dönemde tüm dünyada otoriter rejimlerin hâkim olduğu’nu hatırlatırken, ‘kaçınılmazlık’ tınısından uzak durmak çok daha doğru olabilirdi."

28 Temmuz 2022 20:30

İlker Aytürk ile Berk Esen’in derlediği ve İletişim Yayınları’ndan çıkan Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar başlıklı kitap çok önemli bir tartışma alanı açıyor. Aslında İlker Aytürk’ün 2015 yılında, Birikim dergisinde başlattığı bu tartışmaya katkı mahiyetinde yazılmış farklı makalelerin tümüne ilişkin naçizane değerlendirmemi ben de Kasım 2021’de Birikim dergisinin 391. sayısında “bir eleştiri” notuyla yayınlamıştım. Bu kitapta söz konusu tartışma daha da olgunlaşmış ve hacimli biçimde derlenmiş.

İlker Aytürk doksanlı yıllarda öne çıkan ve hızla sol liberal akademik ve politik yorum yazınında hâkim bir paradigmaya dönüşmüş olan Kemalizm eleştirisi temelli demokrasi söylemini tartışmaya açmıştı. Aytürk’ün ‘post-Kemalizm’ diye tanımladığı bu paradigma, Türkiye’de demokrasi/otoriter siyaset meselesini Cumhuriyet’in kuruluş ve tek parti dönemi çerçevesinde sorgulayan bir çerçevede değerlendiriyordu. Bu değerlendirmeye göre Türkiye’de otoriter siyasetler, Cumhuriyet’in inşa ettiği ve tek parti döneminin otoriter yapısının mirası idi. Demokratikleşmenin önünü açmak için bu mirası sorgulamak gerekiyordu.

Tabii bu sorgulama sıradan bir tarih okuması değil, bu mirasın baskıladığı demokrasi dinamiklerini öne çıkarmak ve bu temelde bir demokrasi siyaseti kurgulamayı hedefliyordu. Aytürk kitabın giriş bölümünde şöyle diyor:

“Hatta denebilir ki, Post-Kemalizmin başlıca problematiği tek parti dönemidir, bu dönemi çözmek, bu dönemde biriken problemleri konuşarak, ifşa ederek, bilinç düzeyine çıkararak tıpkı psikanalistler gibi sağaltmaktır.”

Doksanlı yıllardan itibaren Aytürk’ün ‘paradigma’ adını verdiği entelektüel/politik tartışmalarına hâkim anlayışın daha iyi bir tanımı yapılamazdı. Diğer önemli bir husus, bu çerçevede tanımlanan otoriter siyaset geleneğine karşı demokratik dinamikler yorumu, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana temel siyasi/kültürel/toplumsal sorunu Kemalizm çerçevesinde tanımlayan sağ/muhafazakâr ve İslamcı tarih okuması ve itirazlar ile buluşmasıdır. Bu buluşma, AK Partisi döneminde pekişti, bir yandan doğrudan demokrat/liberal aydınlar ve AK Partisi ittifakı, diğer yandan bu ittifak dışında kalan sol liberal aydın çevresiyle dirsek teması oluşturdu. Bu tablo en görünür ifadesini, 2010 Yargı Reformu Referandumu’na ilişkin ‘Yetmez ama evet’ tartışmasında buldu. Bu kitabı oluşturan makaleler çerçevesinde bu konuya isabetli göndermeler mevcut.

Sonuçta, öncülüğünü İlker Aytürk’ün yaptığı tartışma, aslında AK Partisi iktidarının otoriterleşmesinin belirginleşmesi ardından, boşa düşmüş olan bir siyasi değerlendirmenin arka planının eleştirel okumasını yapmayı öneriyor.

Aytürk ilk makalesinden başlayarak amacının Kemalizmin savunusu olmadığının altını çiziyor. Bu önemli bir not, çünkü bu sorgulamanın demokratikleşme söylemlerini toptan ‘yanılsama’ olarak gören ve/veya çözümün Kemalizmi ihya etmek olduğunu ileri sürenleri dışarda tutması gerekiyor. Gerekiyor, çünkü demokratikleşme karalaması veya çözümü Kemalizme geri dönüş özlemlerinin siyasi istikameti ancak otoriter siyasete karşı başka bir otoriter siyaseti kurgulamak olur.

‘Post-post-Kemalizm’ derlemesi içinde özellikle, İlker Aytürk’ün ‘Erken Cumhuriyet’te Modernleşme, Laiklik ve Milliyetçilik’, Zana Çıtak’ın ‘Post-Kemalizm ve Laiklik’, Berk Esen’in ‘Post-Kemalizmin Vesayet Eleştirisi’, Yüksel Taşkın’ın ‘Post-Kemalist Paradigmanın İslam Çalışmalarına Etkileri’ başlıklı makaleleri bir yandan ‘post-Kemalist paradigma’nın, eskilerin deyimiyle ‘efradı cami, ağyarı mani’ bir tanımlamasını yapıyor, diğer taraftan bu paradigmanın düşünsel referanslarını irdeliyor.

Aslında bu konuyu çok yakından takip eden biri olduğum için bu çalışmada yer alan her makaleyi ayrı ayrı ve uzun bir değerlendirme konusu yapmak isterdim. Ancak bir kitap tanıtımı çerçevesinde bu tür bir değerlendirme, bir kitap tanıtımı için fazlasıyla uzun olurdu. Öncelikle Aytürk ve Esen’in derlemesini konuyla ilgili herkese şiddetle tavsiye ederim. Bu denli geniş çaplı bir çalışma ve tartışma alanında kapsanması gereken pek çok konuyu dikkatimize sunmuşlar.

Bunların başında, Post-Kemalist paradigmanın düşünsel arka planı ve mesela Şerif Mardin’in ‘merkez-çevre’, İdris Küçükömer’in ‘Düzenin Yabancılaşması’, Sencer Divitçioğlu’nun ‘ATÜT’ tartışmaları başta geliyor. Diğer taraftan, bu tartışmayı İlhan Uzgel’in dış politikayla, Berrin Koyuncu-Lorasdağı’nın kadın çalışmalarıyla bağlantılandırdığı yazısı, konunun açılım alanını genişletmek açısından çok değerli katkılar. Kısacası, önemli bir tartışma alanı açmak ve geliştirmek açılarından referans kabul edilmesi gereken bir kitap çalışması olduğunu düşünüyorum.

Diğer taraftan, sorunlu gördüğüm birkaç hususa değinmenin bu tartışmanın izini sürmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında, Aytürk’ün 2015’teki Birikim makalesinde başlattığı tartışmaya dair de bu yönde bir katkı yapmak amacıyla yazmış olduğum değerlendirmede (Birikim 391) sorun olarak gördüğüm bazı hususlara değinmiştim, ama belli ki, bu yazım Aytürk ve diğer yazarların gözünden kaçmış veya isabetsiz bulunmuş.

Öncelikle, Türkiye’de otoriter siyasetlerin kökeni veya arka planını irdeleme konusunda, “Karahanlı, Gazneli, Uygur, Köktürk, Hun yönetici sınıflarının elitizmi” gibi ifadelerin, bir yandan ‘modern’ ile ‘pre-modern’ ayrımı yapmamak gibi ciddi bir sorun oluşturduğundan söz etmiştim. Diğer taraftan, Türkiye’nin tarihini Hunlara, Gaznelilere, vb. geri götürmenin, milliyetçilerin tarih okumasına temel teşkil eden ‘Türk tarihi’ kurgusu çerçevesinde değerlendirmenin izahının zor olduğuna işaret etmiştim. Aytürk söz konusu kitabın ‘önsöz’ bölümünde bu görüşünü tekrar etmiş, dahası vesayet sorununun Kemalist döneme mahsus olmadığının gerek yakın tarih, gerekse ‘kadim Türk tarihi’ tarafından doğrulandığına işaret etmiş. Aytürk başlattığı tartışmaya dair yazılıp çizilenleri keşke dikkate alsa, bu vahim hataya düşmezdi.

Diğer taraftan, Türkiye’de otoriter siyaset mirasını Kemalizm/erken Cumhuriyet tarihine bağlayanların sağ otoriter siyasetleri dikkate almadığı konusuna isabetle işaret edildikten sonra, sağ otoriter siyasetlerin arka planının (1908 öncesi de dahil olarak) Osmanlı geçmişine bağlanması... Yüksel Taşkın bu sorunu “Otoriterliğin kaynaklarını sadece Kemalizm’de aramak ve bunun Osmanlı’da köklerini sorunsallaştırmamak” (s. 440) şeklinde ifade etmiş. Oysa, Türkiye sağının otoriter siyaset söylem ve pratiklerini sorunsallaştırırken, ‘Osmanlı’ gibi modern ile pre-moderni karıştıran kategorik ve boş bir gösterene başvurmak yerine, bu pratiklerin siyasetin modernleşmesi sürecinin ürünleri olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Sağ milliyetçilik, muhafazakârlık, İslamcılık Osmanlı tarihine sıklıkla referans verir, ancak Osmanlı tarihini modern siyasal kavramlar çerçevesinde kurgular. İslamcılık dahil olmak üzere sağ söylemlerin Türk milliyetçiliği ve ulus-devlet kurgusu içinden konuşmasının nedeni budur.

Söz konusu derlemenin benim gözüme çarpan ikinci sorunu, kaçındığını işaret ettiği ve gerçekten de murat etmediğini düşündüğüm halde, yer yer Kemalizm eksenine savrulması. Kitapta çeşitli vesilelerle işaret edilen ‘Kemalizm’in tarihsel bağlamından koparılması’ sorunu gerçekten de post-Kemalistlerin ciddi bir sorunu idi. Ancak bence ‘o dönemde tüm dünyada otoriter rejimlerin hâkim olduğu’nu hatırlatırken, ‘kaçınılmazlık’ tınısından uzak durmak çok daha doğru olabilirdi. Doğrusu, bu tür sorunlar hepimizin yazıp çizdiklerinde söz konusu olabiliyor. Benim bu hisse kapılmamın nedeni, yer yer fazlasıyla güncel siyasi yorumlarla buluşması ve hatta doğrudan CHP’nin güncel siyasetine övgü mahiyetinde yorumların çarpan etkisi yaratması oldu. Bence bu tını özellikle Ersin Kalaycıoğlu, Sencer Ayata ve Yüksel Taşkın’ın makalelerinde fazlasıyla öne çıkıyor.

Doğrusu Ersin Kalaycıoğlu’nun makalesinin tek sorunu da bu değil. Bizim neslin hocasıdır, severiz, ancak Kalaycıoğlu toplum ve siyasete en geç yetmişli yıllarda kalan ‘modernleşme teorileri’ ve ‘pozitivist siyaset bilimi’ perspektifinden bakan birisidir. Bu açıdan Post-Kemalizm tartışmasına, ufuk açıcı olmaktan ziyade geriye dönüş havası katmış. Sencer Ayata için de benzer şeyler söylemek mümkün.

Son olarak, kitaba katkı sunanların çoğu, Post-Kemalist değerlendirmeleri aşmanın yolu olarak, kavramsal sorunların ötesinde, bilgi eksikliğine işaret edip ampirik çalışmalar, siyasi parti çalışmaları ve karşılaştırmalı siyaset çalışmaları gibi pozitivist siyaset bilimi yöntemleri öneriyorlar. Oysa Post-Kemalizm tartışması en baştan Aytürk’ün belirttiği gibi paradigmatik zeminde şekilleniyor, nitekim kitapta yer alan makaleler de mevcut bilgi birikimiyle post-Kemalist yaklaşımları, bu çerçevede bence gayet isabetli noktalarda eleştiriyorlar. Örneğin, Post-Kemalist yaklaşımların sağ otoriter siyasetleri sorgulama dışında tutmasının, 1945-1980 ve sonrasına dair çalışmaların eksikliğinden kaynaklanmadığı ortada, aksi takdirde bu kitapta gayet net biçimde ortaya konan sorunsalı tanımlayamazdı. Post-Kemalistlerin Cumhuriyet’in inşasına ve ilk dönemine yoğunlaşmalarının, çok partili hayat sonrasına dair çalışmaların güdük kalmasına neden olduğu iddia edilebilir, ancak bir yandan bu döneme ilişkin yeni çalışmalara olan ihtiyacı hatırlatırken, bir yandan da devri geçmiş pozitivist siyaset bilimi metotlarının önerilmesi yeni nesil akademisyenler açısından oldukça garip kaçmış. Diğer taraftan pozitivist siyaset bilimi anlayışının kendisi de paradigmatik eleştiriye muhtaç bir alandır. Dahası, bu alanda muazzam bir külliyat mevcuttur, Levent Köker’in İki Siyaset başlıklı kitabı bu konuyu özetlemesi açısından öncü niteliktedir.

Bir nesil önce bizim gibi pozitivist, liberal ana akım Amerikan siyaset bilimi anlayışına dayalı eğitim veren okullarda okuyanlar, siyasal-toplumsal kuram alanında yaşadığımız eksiklikten çok çektik. Kendi gayretimiz olmasa, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası külliyatından, Arendt’den, Habermas’tan, Foucault’dan bile haberimiz olmayacaktı. Doksanlı yıllardan sonra ise bu kuşak kuramcılarının üzerine çok şey katıldı. Post-modern kuramsal alana dair sorunlar üzerine düşünmek başka, bu yeni paradigmayı tümüyle yok saymak başka şeyler. Dahası, post-modern paradigmanın siyasal izdüşümlerinin eleştirileri de ciddi bir külliyat oluşturdu. Siyasal-toplumsal çalışmalar alanında her kitapta uzun uzun siyaset kuramı tartışması yapılmalı demiyorum, bu külliyattan öğrendiklerimizin gerisine düşmemek lazım diyorum.

Nitekim laikliğe dair yeniden ve yeni kavramlarla tartışmayı hatırlatan ve iyi bir özet sunan Zana Çıtak bile, din ve devlet ilişkileri çerçevesinde nihai belirleyicinin seküler devlet olması gerektiğini ileri sürerken, din ve vicdan özgürlüğüne ‘kamu düzeni ve kamu sağlığı adına sınırlama getirilebileceği’ (s. 339) düşüncesini sorgulama dışı bırakıyor. Oysa bırakın ‘kamu düzeni’ gibi fevkalade sorunlu bir tanımı, ‘kamu sağlığı’nın tartışılmaz kabul edilmesi bile çoktan aşılmış bir iddiadır. Bırakalım öncelikle Foucault’nun öne çıkardığı beden politikaları konusunu, neo-liberal sağlık politikalarının eleştirisi bile ancak bu zeminde mümkündür. Bu çerçevede, din ve vicdan temelli eleştiri ve itirazları dışarda tutmak mümkün değildir.

Daha önce de belirttiğim gibi, önemli veya sorunlu bulduğum alanlarda, kitapta yer alan makalelerin tek tek değerlendirilmesi ile tartışma daha da zenginleştirilebilir, ancak bu mecra bu denli uzun ve geniş kapsamlı bir tartışmanın yeri değil. Şimdilik kitabı tanıtmaya çalışmış olayım, Post-Post-Kemalizm derlemesinde, bir okur olarak benim altını çizeceğim pek çok değerlendirme olduğu gibi sorunlu bulduğum pek çok diğerleri de var. Ancak Türkiye’deki entelektüel ve siyasal alanda doksanlı yıllarda öne çıkan ve bugüne kadar gelmiş olan bir paradigma veya ekolün tartışmaya açılması ve bu tartışmanın olgunlaşması açısından son derece önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

•