Sadık Yemni, Celil Oker, Şebnem Şenyener, Suphi Varım, Barış Uygur, Ahmet Ümit, Esmahan Aykol, Çağatay Yaşmut, Armağan Tunaboylu, Suat Duman, Sibel Köklü, Piraye Şengel, Osman Aysu, Hakan Yel, Ferhat Ünlü, Çağan Özdikenelli ve Cüneyt Ülsever yanıtlıyor...
Sadık Yemni: Suç, sır ve tatmin
Polisiye benim için 2S merkezli bir elipstir. Suç ve Sır. Suç ve Sır merkezli bir geometrik cismi düşünmemin nedeni, suçu kimin (kimlerin) ve neden işlediğini bulmak için tümdengelim muhakemeyi, akıl yürütmeyi temsil etmesidir.
Kurgusu iyi çatılmış polisiyede okur kendi de detektife, araştırmacıya paralel akıl yürütür ve bazı sonuçlara varır. Oturduğu yerden yer yer risk taşıyan bir vakayı adeta yaşar gibidir. Dozunda verilen heyecan 2S merkezli elipsin içini dolduran, adeta çeperlerin içeri göçmesini ve şeklin deforme olmasını engelleyen bir öğedir. Heyecan her ortamda yetişen bir bitkidir, ama bence en çok etki yaptığı alan olayların sıradan insanların, günlük hayatın içinde seyrederken beklenmedik şeylerin vuku bulmasıdır. En inandırıcı ve dolayısıyla heyecanı bol öyküler bazı istisnalarıyla ortalama hayatların ortamında salınır.
Gelelim elipsin dış çeper çizgilerine: Bu geometrik şekli belirginleştiren çizgiler araştırıcı ve cezalandırıcı karakterdir. Bu olmadan da suç, sır ve heyecan yan yana gelir, ama bundan polisiye metin oluşmaz. Araştırıcının polis olması şart değildir, ama onun azmi, bunu yapmak istemesindeki neden ve edimindeki meşruiyet öyküyü polisiye kategorisine dahil eder. Bazen sır en baştan faş edilir. Suçlunun kimliği bellidir. Bu gibi durumlarda araştırıcı ile suçlu arasında takip, kovalamaca gerilimi kurulur. Bu da iyi kurgulandığında yeterince heyecan yaratarak elipsin çeperinin yapıbozuma uğramasını engeller.
Suç haliyle göreceli bir kavram. Hayali karakterler, Fantoma, Arsen Lüpen, Cingöz Recai normalde suç addettiğimiz eylemleri icra ederken adeta bizi de bu işe iştirak ettirirler. Kendimizi bu kahramanlarla özdeşleştirmekten alıkoyamayız. Onların suça yaklaşımında karşı konulmaz bir cazibe vardır. Herkes kendi karanlık yanını seyreder satır aralarında.
Suç göreceli olunca polisiyenin olmazsa olmazı cezayı 2S merkezli elipste nereye yerleştireceğiz? Fantoma’yı, Arsen Lüpen’i, Cingöz Recai’yi, hatta kendi ülke çıkarları adına ağır suçlar işleyen James Bond’u kim cezalandıracak? Bu kahramanların kitap ve filmlerine rağbete bakarsak hiçkimse diyebiliriz, ama tam da öyle değildir. Maurice Leblanc’ın Arsen Lüpen’i Fransa’da bir milli kahramandır. Onların James Bond’udur adeta. Farkı yazarın yaşadığı devir nedeniyle Birinci Dünya Savaşı sonrası zamanlarda iş tutmasıdır.
Bu tür kitaplarda mağdurun tam olarak kim olduğu pek belirgin değildir. Mağdurlar arası bir mücadele sahnelenmesiyle gözümüz boyanır. Böylelikle ceza beklentisi de askıya alınabilir. Arsen Lüpen hapise düşer, kısa bir ceza çeker; Bond’a düşmanları tarafından işkence edilir, silahla yaralanır, sonra kurtulur. Meslek riski nedeniyle karşılaştığı tehlikeler onun ceza hanesine yazılır.
Klasik polisiyelerde bile suçlu bazen paçayı adaletin elinden sıyırır. Burada okuru tatmin eden iki şey vardır. Kuvvetli ve hafif tatmin. Kuvvetli tatmin, polis, detektif ya da araştırıcının suçluyu hapse tıkmak için elinden geleni yapmış olmasıdır. Hafif tatmin ise bizim kurnaz, işini bilen suçluyla özdeşleşen ya da onun zekâsını, cüretini takdir eden yanımızdan kaynaklanır. Ölmeyi çok hak etmiş maktul dışında cinayeti hoşgörmeyen okur örneğin Robin Hood efektine ses çıkarmaz. Becerikli bir hırsızı bir ölçüde kabullenir. Kaplan ağıldan kuzuyu kapmış ve ateşli silahlarla kovalanmasına rağmen zekâsı ve hızı sayesinde postu deldirmeden sıvışmayı başarmıştır. Ceza öğesi elips alanı içinde nokta kümeleri halinde dağınık olarak bulunur diyebiliriz yani.
Polisiyeyi klasik tanımı içinde sahipleniyorum. Bir tanım girişiminde bulunmam gerekirse, yüksek bir çoğunlukla cinayet şeklinde işlenen ve faili tarafından açıkça sahiplenilmeyen ağır bir suçun, profesyonel ya da amatör bir soruşturucu tarafından soruşturulması ve ortaya çıkarılmasını hikâye eden bir roman türüdür diyebilirim.
Bu anlamda kökenlerini ve ortaya çıkışını, endüstri devrimi ve yoğun şehirleşmenin sonucu, bu tür suçların bireyselleşmesiyle, bu gelişmeye bağlı olarak kamu otoritelerinin “polis” örgütlenmesine ağırlık vermesinin görüldüğü 18. yy ortalarıyla bağlantılı buluyorum. Öte yandan, metodolojisinin şekillenmesinde, aydınlanmanın izlerini görüyorum. Bu şekillenmenin temelinde, insan, doğa ve toplumun akıl yoluyla kavranabileceği öngörüsünün ve bunu sağlayan akıl yürütme tekniklerinin, cinayet gibi en temel insan hakkına tecavüz anlamına gelen bir eylemin de aydınlatılmasında kullanılabileceği düşüncesi yatıyor diye düşünüyorum.
Anlaşılabileceği gibi, polisiye romanı yalnızca anlatı yöntemi, okuma kolaylığı ve sürükleyicilik özellikleri ve merak temelinde ele almıyorum. Edebiyatın bir dolu tema arasında, suç, suçlu, vicdan, intikam, adalet ve polisiyede sıklıkla ele alınan temaları da elbette ele alabileceğini, aldığını, bunun sözgelimi son zamanlarda sıklıkla ileri sürüldüğü gibi, Suç ve Ceza, Hamlet ve benzerleri büyük eserleri polisiye saymaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Böyle bir iç içe geçirme çabasının hem edebiyata, hem polisiyeye büyük haksızlık anlamına geldiğine inanıyorum.
Öte yandan, polisiyenin son derece sınırlı bir tarif içinde, “katil kim?” sorularının peşinde koşan insanların hikâyelerini anlatırken, tüm popüler kültür eserlerinin yaptığı gibi, çaktırmadan, altını çizmeden, kendine temel görev bellemeden, içinde yaşanılan zamanın, toplumun, üretim ilişkilerinin sergilenmesine önemli katkılarda bulunduğunu düşünüyorum.
Son derece pratik bir bakış açısından olsa da, geniş topluluklarda okuma alışkanlığının gelişmesinde de önemli katkılarda bulunduğunu söylemeden de geçemeyeceğim.
Polisiye, bir hikâyeyi en demokratik anlatan yazımdır. Cinayete karşı edebiyatın adalet hayalidir. O nedenle edebiyat içi bir ifade biçimi diye düşünüyorum.
Ölümün Şarkısı Özgürdür’de, mayına basıp ayaklarını kaybeden savaş fotografçısı karakteri Dolunay Kumru’nun ifadesiyle “..insanlar boğaz boğaza en vahşi anlarında, gözü dönmüş kan kusarken köşeden bir muhabir başını uzatacak, yüreği perçemli biri tutmuş o kamerayı, o köşeyi ve geri planı kareye alacak, başka hiçbir şeyi düşünmeden kayda almaktan başka, aklın bir köşesine yerleştirsin dünya diye, işte bu kadar... duygu yükü nefese taşar o an, bütün mekanizma toplu bir hayat mücadelesinin içine kayar. Ya yaşayacak ya yaşayacak oluruz, ya hep ya hiç oluruz...”
Roman yaşanan ânı edebileştirerek sonsuza ulaştırır. Polisiyede tersine, aynı an, elin bir silahı ateşleme eyleminin bilince dönüştüğü yüz milisaniyelik karar şansıdır, yaşanıp bitiverir. Polisiye bu yüzden rahatlamaya, barışa ve huzura susamış yüreği zihinle takviye ve deva niyetine gevşetmek üzere önce geren, gerçeğin taklidi methodlu ve “hızlı” hikâyedir.
Benim Kalbim Çırılçıplak üçlemesinden oluşan Detektif Simontaut’nun maceraları ve New York Sanat Polisiyeleri yaşarken gördüğüm, duyduğum, izlediğim New York’un anadilimle ve hasretimle beslenen hayallerimle oluşan kaydıdır. Sonuçta romanlarım gibi polisiyelerim de aşk mektuplarından ibarettir. Hayatın zenginliğine bir kaçıştır. Dolayısıyla, her şeyden çok okunduğunda keyif veren, yazarken benim duyduğum heyecanı okuruyla paylaşan, yüreğimizi gündelik sıkıntılardan, alıp veremediğimiz hesaplardan sıyıran bir tatil imkânı diye düşünüyorum.
İnsanın zaman zaman durup bir düşünmeye, nefes almaya, rahatlamaya ihtiyacı var. Bazen, mavi bir ufka bakarken, siyah bir göktaşına dokunduğumuzda, yüksek bir kayanın gölgesinde serinlerken ya da bir yelken direğinin altında sert bir rüzgârı göğüslediğimizde, karanlık bir mağarada damlayan suyun yankısında, yabani bir sesin tınılarında ya da gece karanlığında bazen bir kadınla bir erkek arasında giderilebilir bu ihtiyaç. Vaktiyle, milyonlarca yıl önce, atalarımızın yaşadığı vahşi topraklardaki hayatın yankısıdır bizi çağıran. Bu mercekte medeniyet ile tanışıklığımız henüz çok taze, hala çok genç. Yeni pabuç gibi dar. Yüreğimizi sıkıp sıkıştıran türden. Alıp veremediğimiz pek çok hesap içindeyken, vakti zamandan çalınacak bir nefes, kısa bir tatil bedenimizi kökenine yaklaştırır, özvatanına yatırır. Orada boşaldığının hiç farkına varamadığımız, tarih öncesine ait bir yığın his yeniden dolar, tatmin bulur. Orada, onca sürede birikip de medeni karakterimize vuran deneyimin aksini görme, merhabalaşma imkanına kavuşuruz kısa bir anlığına da olsa. Şansımız varsa bu ziyaretten beş aşağı beş yukarı, yarım yamalak, belli belirsiz bir ifade yakalarız. Esip geçen bir koku, akıp giden bir su, düşüp eriyen bir kar tanesi türünden varlığı ile yokluğu kısacık anlara mahsus bir ifade. Belki kökene ait bir ifade. Beynimizde hani adresini hâlâ bir türlü bilemediğimiz, anahtarları, kilitli kapılarının arkasında asılı duran yığınla köşkten birisine nihayet bir giriş yolu açan ifade.
Bunun için birbirleriyle bağlantılı birkaç unsuru ortaya koymak ve tanımlamayı o şekilde yapmak gerek. Çünkü olgu ve olayları açıklarken ne kadar ayrıntılı bir tanımlama yapılırsa konu o oranda açılım kazanır, içeriği ve özellikle sınırları o kadar belli olur. Tanımlamanın açılım kazanması derken o tanımda yer alan unsurların açıklanmasını kastediyorum. Unsurlar açıklanmadan tanımlama yetersiz kalır, daha da ileri gideyim, tanımlamanın bir anlamı olmaz. Sınırları belli ayrıntılı tanımlama polisiyede önemlidir, çünkü polisiyeyi gerilim, korku, serüven ve aksiyon gibi benzer türlerden bu şekilde kolaylıkla ayırt edebiliriz.
Şimdi bu çerçevede polisiyeyi kendimce tanımlayayım:
Polisiye, suç-suçlu-kurban-suçu araştıran kişi-çevre-mekân-zaman bağlantısına dayalı, gizemi ve gerilimi içeren bir türdür. Bu unsurlar, elbette birçok romanda veya öyküde kullanılır. Ancak polisiyede kendine özgü bir gizemi içerirler. Örneğin; iyi bir polisiyede olağan diyaloglar bile okuyucuyu gerilime sürükler. John Dickson Carr’ın İmparatorun Enfiye Kutusu adlı klasik polisiyesine bakalım… Basit bir olay hakkındaki diyalog bile gizem yüklüdür, okuyucuyu gerer. Romanın ana karakterlerinden Dermot Kinross’un ortaya çıkıp basit bir konu hakkında konuşması bile okuyucunun dikkat kesilmesine neden olur. Edgar Wallace’nin detektifi Reeder, başlı başına bir gizem sembolüdür. Aynı etkiyi Chesterton’ın kahramanı Peder Brown’da da görürüz.
Şimdi yanıtımın başında söylediğim unsurları biraz daha açayım:
Suçun niteliği, suçlunun psikolojik yapısı, suçu niçin ve hangi yöntemle işlediği, suçlunun kurbanla arasındaki ilişki, suçu araştıran ve suçluyu bulmaya çalışan kişinin bilgisi ve becerisi polisiyenin ana modelidir. Tabii, bunlar, polisiyede çeşitli dozlarda kullanılırlar. Örnek vermek gerekirse, kimi yazar suçlunun psikolojisi hakkında sayfaları doldururken kimisi de ağırlığı suçun yöntemine, suç araçlarına verir. Suçlunun peşine takılan polisi, özel detektifi öne çıkaran yazarlar da vardır. Mesela Conan Doyle’un yapıtları Sherlock Holmes’un tek kişilik gösterisine dayalıdır. S.S. Van Dine’ın Philo Vance’ı cinayetin çözüm aşamasında tam bir gösteri ustasıdır.
Söz detektiflerden açılmışken şunun altını çizmek isterim:
Polisiyede kurban, suçlu gibi karakterler önemli olmakla beraber eserin sürükleyici gücü, suçun nedenlerini araştıran ve suçlunun peşine takılan karakterdir. Bu karakter resmî polis, özel detektif, gazeteci, savcı veya avukat olabilir.
Bazı polisiyelerde de kendini birdenbire olayların içinde bulan sıradan bir insan suçlunun peşine takılır. Böylece “Sıradan bir insan hiç beklemediği bir anda kendini bir suç olayının içinde bulsa ne olur” sorusuna yanıt aranır. Böyle bir durum, sıradan bir kişi olan okuyucuyu daha çok etkiler.
Tabii, okuyucu kendini bazı detektiflere de yakın hisseder ve onlarla özdeşleşir. Kişisel düşüncemi soracak olursanız; Earl Derr Biggers’ın alçakgönüllü Charlie Chan’ı böyledir. Aslında Charlie Chan’ın serüvenlerini okumadan önce biraz Budizm ve Zen kitapları karıştırılırsa detektifin davranışları daha keyifli izlenir.
Herhâlde, hareketten pek hoşlanmayan, rahatına düşkün okuyucu da cinayetleri oturduğu yerden çözen, dışarı pek çıkmayan detektif Nero Wolfe’u sever. Bu arada, bu kahramanı pek gerçekçi bulmadığımı vurgulamak isterim.
Kadın polisiye okurları da Agatha Christie’nin Miss Marple’ından hoşlanabilirler. Bayan Marple’ın sohbet ederken, dedikodulara kulak verirken ve örgüsünü örerken cinayet üzerine odaklanması birçok okuyucuya cazip gelebilir. Değişik bir soruşturma yöntemidir ve olağanüstülük içermez. Her şey doğal akışında ilerler.
Kaba kuvvete meraklı okuyucunun da Shell Scott’tan ve Mike Hammer’dan hoşlanacağına eminim.
Polisiyede okuyucuyla özdeşleşmesi zor olan detektifler de vardır. Bana göre S.S. Van Dine’ın Philo Vance’ı buna örnektir. Entelektüel, ukala, kendini beğenmiş, karşısındakini aptal yerine koyan Vance, pek sempatik sayılmaz. Onu çok rahatsız edici bir karakter olarak görürüm. Holmes bile kendini beğenmişlikte onun eline su dökemez. Ancak olayları çözümü, gözlem gücü ve analitik zekâsıyla okuyucuyu kendine hayran bırakmaması mümkün değildir. Belki kendisini her şeyin merkezinde gören, egolarının tutsağı olmuş bir okuyucu Vance’ı kendine yakın bulur.
Konuyu fazla dağıtmadan devam edeyim… Polisiyenin ana modelinde çevre, mekân ve zaman oldukça önemlidir. Fonksiyonel anlamda suçu bağımlı değişken olarak nitelendirirsek çevre, mekân ve zaman bağımsız değişkenlerdir.
Çevre ve mekân derken neyi kastettiğimi kısaca açıklayayım:
Çevre, roman kahramanlarının yaşadığı sosyal ortamdır. Beşeri ilişkiler sistemidir. Suçlu-kurban-suçlunun ve kurbanın sosyal sistemdeki statüleri arasındaki bağlantı bu ortamda şekillenir. Kahramanın çevreyi nasıl etkilediği ve çevreden nasıl etkilendiğinin irdelenmesi polisiyeye derinlik kazandırır.
Ders vermek gibi olmasın, bence ideal bir polisiyede karakterler sosyal sistemden soyutlanmamalı, karakterlerin davranış kalıpları ve rol modelleri sosyal sistemin özellikleri dikkate alınarak oluşturulmalıdır. Sadece vakit geçirmek için okunan bestseller tarzı sabun köpüğü polisiyelerde bunun dikkate alınmadığını görüyoruz.
Mekân ise suç yeridir. Suçun ne şekilde işlendiği ve kanıt bulunması açısından polisiyenin odak noktasıdır. Suçu araştıran kişi, araştırma sürecinde bunları dikkate alır.
Olay yerinin incelenmesi, delillerin toplanması ve bunların suçlunun ortaya çıkarılmasındaki belirleyici rolü, polisiyenin hayati unsurlarındandır. Mekândaki cesedin pozisyonu, mekândaki hasar, mekâna girip çıkanlar vb. hususlar polisiyede önemlidir.
Polisiyenin modern toplum koşullarına göre gelişmesiyle mekânın rolü zenginleşmiştir. Metro istasyonları, dev alışveriş merkezleri, gökdelenler gibi insanların sürekli girip çıktığı yerler de suç yeridir.
Mekânla ilgili şu da önemlidir:
Bilirsiniz, klasik polisiyelerde detektif olay yerini inceler, kanıt toplar, mantığını kullanır ve suçlunun peşine takılırdı. Günümüzde ise psikolojideki ve kriminolojideki ilerlemeler sayesinde mekânın seçimi veya cesedin pozisyonu veya suçlunun ruhsal yapısı gibi unsurlar detektiflere rol gösterici oluyor. Yani mantık, teknolojiyle destekleniyor, teknolojinin bulgularına göre harekete geçiyor. Agatha Christie’nin Hercule Poirot’su gibi mekânı çıplak gözle inceleyen, sadece beynindeki gri hücreleri kullanarak cinayetleri aydınlatan detektiflerin çağı artık sona ermiş görünüyor. Devir, James Patterson’ın Alex Cross’unun veya Patricia Cornwell’in Kay Scarpetta’sının devri. Ancak ben her zaman eski tarzda çalışan detektifleri tercih ederim. Zaman zaman kriminolojideki, adli tıptaki ve teknolojideki gelişmelerin polisiyenin tadını kaçırdığını, büyüsünü bozduğunu düşünürüm.
Neden derseniz?
Birçok romanın başında bir cinayet işlenir, kanıtlar toplanır, DNA analizleri yapılır. Romanın sonuna doğru analizlerin sonuçları gelir, katil ele geçirilir. Bu süreçte detektif mantığını işletmekten ziyade analiz sonuçlarını bekler. Aradaki boşluk, katilin tüyler ürpertici yeni cinayetleriyle, polisin şüphelileri izlemesiyle, otopsi raporlarıyla, profil eşleştirmeleriyle doldurulur. Araya detektifin karısıyla, kocasıyla, sevgilisiyle ilişkilerini de eklediğinizde oldu işte üç yüz sayfa. Beyin gücü, zekâ ve mantık yerine şiddet, cinsellik ve teknoloji… Günümüzde birçok polisiyede bu şablon var. İyi de satıyorlar. Demek ki okuyucu zekânın ve mantık oyunlarının labirentlerinde dolaşmaktan pek hoşlanmıyor, soluk soluğa okunan tüyler ürpertici olaylar istiyor. Ne de olsa bu tür polisiyeler fazla kafa yormuyor.
Tabii ki detektifler sadece mekânda bulduklarından hareketle suçluları ortaya çıkarmazlar. Zaman zaman kaba kuvvet kullananlar, karşılarına çıkanları hırpalayan detektifler de vardır. Mike Hammer, bu türün klasik örneğidir. Büyük yazarımız Kemal Tahir’in de ABD haritasına bakarak takma isimle Mike Hammer romanları yazdığını bu arada hatırlayalım.
Mekân, polisiyeye gizem de katar. Örnek vermek gerekirse, Conan Doyle’un Sherlock Holmes öyküleri Londra’nın sisli, gotik mekânlarında geçer ve bu ortam okuyucuyu gizeme sürükler. Okuyucu kendini sisin içinde bulur ve sisteki gölgeleri takip eder. Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti gibi polisiye öykülerinde Paris’in kasvetli sokakları vardır. Bakın, öykünün adı bile gizemli ve ürkütücüdür. Gaston Leroux’nun Sarı Odanın Esrarı romanında olduğu gibi katilin girmesinin ve çıkmasının mümkün olmadığı klasik kilitli- kapalı oda cinayetleri de polisiyede mekânın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.
Bence mekân, kasvetli ve ürkütücü olmalıdır. Gerilimi arttırmak ve gizem duygusunu yoğunlaştırmak için önemlidir çünkü. Bu yüzden güneşli tatil kentlerinde geçen, bronzlaşmış, neşeli insanların, yer aldığı polisiyelerden hiç hoşlanmam.
Modern polisiyede son yıllarda ortaya çıkan ve mekânın gizem işlevini kullanan bir akım da mekânın suçlu tarafından sembollerle, gizemli formüllerle donatılmasıdır. Diyelim ki bir katil cinayet işliyor ve olay yerine gizemli, ürkütücü semboller yerleştiriyor, ölü lisanlarla yazılar yazıyor. Böylece polisiyede psikoloji, antropoloji ve gizemcilik paralel olarak kullanılıyor.
Mekân ve sembol bağlantısının Dan Brown tarafından ortaya çıkarıldığı sanılsa da bunu son derece yanıltıcı bulduğumu söylemek isterim. Poe’nun veya Doyle’un öykülerinde çok daha zengin sembol kullanımı vardır. Chesterton’da da öyle.
Modernlerden örnek vermek gerekirse…
Bence Tess Gerritsen’ın en iyi romanı olan Mefisto Kulübü’nde suç, antikçağ kültürü ve sembolizm temaları, çevre ve mekân bağı itibariyle çok iyi kurgulanmıştır.
Ben de Simirna Cinayetleri: Düello’da Tapınak Şövalyelerinin, mistik Gül Haç örgütünün ve Yahudi kültürünün çeşitli sembollerini kullandım.
Bilirsiniz, Baudalaire “İnsan sembol ormanlarından geçer.” der. Çok sevdiğim bir sözdür. Semboller ve alegoriler, çağrışımlardan doğar ve insanın ruhsallığını şu veya bu şekilde etkilerler. Bu bakımdan sembolleri kurguda keyifle kullanırım.
Mekânla ilgili bir diğer konu da birçok polisiyede suçun farklı yerlerde işlenmesi ve romanın heyecan dozunun arttırılmasıdır. Bu, hem polisiye romanın hem de polisiye sinemanın sık kullandığı bir özelliktir. Genel yapı şudur: Detektif, farklı yerlerde suçlunun peşine takılır, böylece romandaki tempo yükselir. Farklı suç yerleri temasında mekânlar arasındaki ve kurbanlar ile mekânlar arasındaki bağlantının nedenselliği üzerinde durulur. Sonuçta tümevarımla suçlu ele geçirilir. Bazen de farklı mekânlardaki ölümlerin aslında cinayet olduğu anlaşılır. Antonin Varenne’nin Düşkünler yapıtı bunun iyi bir örneğidir ve tümevarım yöntemini çok iyi kullanır. Çağatay Yaşmut’un Kadıköy Cinayetleri de farklı yerlerdeki cesetler temasıyla bizden başarılı bir örnektir.
Çevre ve mekân bağlantısı açısından şunu da vurgulamak isterim:
Polisiye roman, okuyucuya bir şeyler hissettirebilme olayıdır. Okuyucu, kurbanın veya mağdurun tedirginliğini, suçlunun suç işlerken yaşadığı duyguları veya diğer kahramanların suç sonrası yaşadıklarını hissedebilmelidir. Dolayısıyla bir polisiye, bu bağlantıyı ne kadar çarpıcı oluşturabilir ve betimleyebilirse o oranda başarılı olur derim. Mesela Ruth Rendell, Cam Hançer romanında bu bağlantıyı psikolojik unsurları da ön planda tutarak öyle canlı kurmuştur ki kanlı şiddet sahneleri olmasa bile okuyucunun tüyleri diken diken olur.
Mark Mills’ın Kuzey Suları romanında insanın kanını donduran cinayet sahneleri yoktur, ama balıkçıların güç koşullarda yaşamı, dalgalı açık denizler, kahramanların ruh durumları, kendileriyle hesaplaşmaları gibi temalar okuyucuyu çarpıcı bir ortama sürükler.
Tabii, polisiye edebiyatımızda da çok güçlü örnekler vardır. Mesela Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası veya Bab-ı Esrar yapıtları böyledir. Celil Oker’in Remzi Ünal’ı bizi modern İstanbul’un karanlık dünyasına, her gün sokakta karşılaştığımız insanların bilmediğimiz yüzlerini görmeye götürür.
Bu arada Zuhal Kuyaş’tan bahsetmeden edemeyeceğim. Yazar, Sonuncu Oda’da cinayetleri ve Türkiyeli rant burjuvazisini çevre-mekân bağlantısı içinde ruh hâllerine göre çok iyi canlandırır. Kahramanı Feridun, dönemin rantiye burjuvazisinin bir prototipidir. Ben böyle yorumluyorum.
Gelelim zaman değişkenine…
Polisiyede zaman; suçun işlenmesi, polisin olay yerine gelmesi, soruşturma süreci ve suçlunun yakalanma sürecini içerir. Bazı polisiyeler suçlunun suça hazırlanması, mekânı belirlemesi, kurbanı takip etmesi gibi aşamaları anlattıkları için suç öncesi dönem de zamanın bir parçasıdır. Şüphelilerin suç anında nerede oldukları da zaman değişkeninin bir diğer parçasıdır.
Zaman değişkeni polisiye içinde tutarlı bir şekilde kurgulanırsa eser o oranda gerçekçi olur. Ayrıca okuyucu, olayları daha iyi izler.
Polisiye yazarları genelde bir bulmaca oluşturur gibi veya okuyucuyu bir labirentte dolaştırır gibi karmaşık bir yapı kurarlar. Bu ortamda zaman faktörü ne kadar açık olursa okuyucu olayların içine daha çok nüfuz eder. Kafası karışmaz. Mesela, Edgar Wallace 13. Oda gibi yapıtlarında zaman faktörünü çok iyi kullanır.
Zaman, değişkeni benim de en çok önem verdiğim husustur. Okuyucunun, olayı kafası karışmadan, sistemli bir şekilde izlemesini isterim.
Kaos Kuramı, her kaotik yapıda bir düzen olduğunu söyler. İşte, zaman faktörü polisiyenin kaotik yapısındaki düzeni sağlar, okuyucunun kafasının karışmasını önler.
Tüm bunlar gerilimle harmanlanır. Gerilim, okuyucuyu esere daha yoğun nüfuz ettirebilmek için gereklidir. Örneğin Agatha Christie’nin bir adada işlenen cinayetleri anlatan On Küçük Zenci romanı, geleneksel gerilimden de öte tam bir dehşet hikâyesidir.
Gerilim derken sadece ürpertici olayları, heyecanlı takip sahnelerini kastetmiyorum. Polisiye karakterleri arasındaki ilişkiler de belli bir gerilim içerirler. Bu, ayrı bir ustalık konusudur ve bence yazarın gerilim yaratma becerisi bununla ölçülür. Mesela Ruth Rendell’ın Çok Gözyaşı Döküldü romanında polis müfettişi Wexford’ın kızıyla arasındaki ilişkinin gerilimi, cinayetlerin yarattığı gerilimden çok daha yoğundur.
Polisiyenin temel unsurlarını açıklamaya çalıştım. Polisiye bunlara bağlı olarak çeşitli temaları da kurgunun merkezine yerleştirir. Örnek vermek gerekirse, polisiye eserde toplumsal eleştiri de önemli yer tutar. Raymond Chandler gibi yazarlar eserlerinde Amerikan politikasından sosyal yaşamına kadar eleştirisel bir tavır takınırlar, sosyal sistemi sorgularlar. Detektif, sadece suçlunun peşinde olan bir karakter değil, toplumsal, karizmatik bir kahraman işlevi görür. Elbette bu detektifin toplumsal düzeni değiştirmek, adaleti toplumsal düzlemde sağlamak gibi bir hedefi yoktur. Onun bütün isteği, mevcut yapı içerisinde adaleti bireysel olarak gerçekleştirmektir. Hele kahraman özel detektif ise amacı kendisini kiralayanın menfaatini korumaktır. Böylece bireysel adaletin korunması, okuyucuya toplumsal adaletin sağlanması şeklinde sunulur. Polisiye yapıtları sosyal sistem ve ideoloji açısından değerlendirdiğimizde böyle bir yapı, kapitalist sistem açısından son derece rasyoneldir elbette. İkinci Dünya Savaşı sonrasının Amerikan polisiyesinin ana modeli budur. Bu modelde İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen kahraman, zamanla Vietnam, Afganistan veya Irak savaşlarından dönen kahramana dönüşür, ama tema hep aynı kalır. Mickey Spillane’in Mike Hammer’ı ile Lee Child’ın Jack Reacher’ı arasında hiç fark yoktur. Bunun dışına çıkmaya kalkışan Dashiel Hammet gibi yazarlar ise kendilerini 1950’lerin Amerika’sında Senatör McCarthy’nin cadı avının içinde ve hapishanede bulurlar.
Bana öyle geliyor ki “polisiye” başlığını kullanarak, dış dünyada “suç edebiyatı” olarak kabul görmüş türe biraz haksızlık ediyoruz. Suç edebiyatı başlığı, polisiye öyküleri de içine alan çok daha kapsamlı bir tanımlama. Dolayısıyla suç edebiyatının dilimize “polisiye” olarak yerleşmiş olması, kimi zaman görüyoruz ki, bu türe olan yaklaşımda da sorunlara yol açıyor. Kelimenin çağrıştırdıklarını bir kenara bırakacak olursak polisiye edebiyat bana insan suç ilişkisini yeniden gözden geçirmenin ve bunu yaparken de toplumun dinamiklerini son derece özgür bir şekilde sorgulayabilmenin iyi bir yolu gibi geliyor. Biraz uzaklaşıp baktığımız zaman suç, hayatın olağan akışı içerisinde ona şahit olan insan için sıra dışı ve kesinlikle duygu durumunu değiştiren bir sapma.
Dolayısıyla suç, ancak toplum içerisinde var olabilen bir kavram. “Mağdursuz suç” diye adlandırılan suçlar bile zarar gören bir ikinci şahıs olmadığı halde, toplumun zarar gördüğü gibi kanımca hayli tartışmalı bir iddiadan yola çıkarak suç olarak kabul görüyor. Suçun toplumsallığının göstergelerinden biri de bu zaten: Bir insan, başka birine hiçbir zarar vermeden nasıl suç işleyebilir? Bunun cevabı modern devletin, insanı feodaliteden özgürleştirdiğini iddia ederken kendisine tâbi kılmasında yatıyor. Bilhassa uzun on dokuzuncu yüzyılda, vatandaşına bir takım haklar verirken karşılığında da bir takım görevler talep eden bir devlet anlayışı oturdu. Vatandaşın hayatına müdahale eden ve hatta o hayata sahip çıkan, o hayat üzerinde hak iddia eden; zorunlu askerlik, karantina, nüfus sayımı gibi uygulamalar ağırlıklı olarak uzun on dokuzuncu yüzyılın eseri. Şehirden kırsala kadar, devlet mekanizmasının hayatın her alanına gittikçe daha fazla nüfuz ettiği ve daha sonra “altyapısal güç” olarak tanımlanacak tahakkümünü yerleştirdiği ve muhtemelen dünya tarihinin en çok yasa yapılan ve bununla beraber doğal olarak en çok yasak koyulan dönemi bu. Olağan kabul edilenin artık olağan olmadığı yepyeni bir dünya var yani. Bir yandan hiç kimseye zarar vermediğiniz halde oturduğunuz yerden devlete karşı suç işlediğinizin iddia edilebildiği, diğer yandan günlük hayat içerisinde yaptıklarınızın bir kısmının da suça dönüştüğü bir dönem.
Polisiye edebiyatın da bu dönemin ürünü olması o yüzden şaşırtıcı değil. İlginç bir şekilde modern öncesi toplumlarda kolektif kabul edilen sorumlulukların bireyselleştiğini, bununla beraber suçun şahsiliği ilkesinin de yerleşmeye başladığını görüyoruz. Artık işlenen bir cinayetten bütün bir mahalle köy vs. sorumlu tutularak ceza kesilmiyor, onun yerine suçlunun peşine düşen ve onu itirafa zorlayarak yargılamak isteyen yeni bir düzen var.
Polisiye işte bu dönemin ürünü, çünkü toplumsal işleyiş içinde yepyeni paradigmalar doğuyor. Polis teşkilatının filizleri bu dönemde atılıyor. Tabii şimdi Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkenin polis teşkilatı için hamasi tarihçeler yazarken kimi zaman iyice cüretkârlaşıp bunu milattan öncesine dayandırmaya kalktıklarını falan görüyoruz ama on dokuzuncu yüzyıldan önce dünyanın herhangi bir yerinde polis teşkilatından söz etmek çok da olası değil. Elbette bizde subaşı, Avrupa’da constable/konstabler gibi görevler var ancak bunları bildiğimiz anlamda polis olarak kabul etmek mümkün değil. Dünyada ve özellikle Avrupa’da polis teşkilatının ortaya çıkması da hayli sancılı bir süreç ve dile getirmek gerek ki modern polisin temelleri aslında tamamen ticari bir girişim olarak başlıyor. On dokuzuncu yüzyıl Londra’sında giderek artan suç vakalarıyla başa çıkmak için özel mahkemeler ve kimi bu özel mahkemelere bağlı olarak çalışan bir tür proto-detektif ajansı diyebileceğimiz ödül avcıları var. Aynı şekilde Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin öncelikle rıhtımlarda kendi mallarının güvenliğini sağlamak için kurduğu özel güvenlik birimleri mevcut ki bunlar da tıpkı diğerleri gibi yüzyılın ikinci yarısında günümüzün modern polis teşkilatının temellerini oluşturuyor. Polislik mesleğinin doğuşundan itibaren bir “hür teşebbüs” var yani ve polisiye edebiyat da suç ve ceza ilişkisine dair ortaya çıkan bu yeni paradigmaya koşut olarak gelişiyor. Buradan hareketle hem polisiyenin esin kaynağının oluşan bu yeni paradigma olduğunu hem de bilhassa başlangıçta bu yeni paradigmayı arkalayan, meşru kılan ama bir sonraki yüzyılda da sorgulayan ve eleştiren bir işlev üstlendiğini söylemek mümkün.
Ben elbette polisiye edebiyatın, bu zamanında yeni, günümüzde kanıksanmış güvenlik/ asayiş modelini sorgulayan kısmından hoşlanıyorum. Ayrıca yirminci yüzyılın ortalarından itibaren baktığımızda da polisiye edebiyat içerisinde ağırlık kazanan yaklaşımın bu olduğunu söylemek mümkün.
Benim için polisiye gizemli suçu anlatan edebi metinlerdir. Gizemli suçun cinayet olması gerekmez, bu bir hırsızlık olabilir, çözülmemiş bir vaka olabilir, kayıp olayı olabilir, yahut mahallede, şehirde gerçekleşen tuhaf bir olay da olabilir, ama bunun içinde mutlaka suç olması lazım ve bu suçun da çözülmemiş olması lazım. Ama bu çözülmemiş olmak, finalde çözülmesi anlamına da gelmiyor, romanın ortasında da çözülebilir. Şöyle düşünmek lazım, ilk başlangıçta, klasik polisiye anlamında Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti alınır 1841 yılında. Ama elbette cinayeti ve suçu anlatan gizemli metinler ondan çok önce de yazılmıştı. Çünkü cinayet, suç, öldürmek bunların hepsi insanlık tarihinden beri var. Suç, insanın varoluş biçimi, insandan ayrı düşünülemeyecek bir şey ve suç dediğimiz şey göreceli bir şey, her döneme, her devre, her ülkeye göre değişiklik gösterebilir. İran’da suç sayılan şey bizde suç sayılmayabilir, bizde suç sayılan şey Amerika’da suç sayılmayabilir. Suç böyle bir şey. Esas olarak bir tanımlama yapacak olursak, polisiye için genelde gizemli suçları anlatan metinler demek yeterli, çünkü bu çok geniş bir kapsam ve bunun içerisine her türlü suç giriyor, para suçu da giriyor, banka dolandırmak da giriyor, devlet suçları, casusluk suçları da giriyor. Bütün bu genişlik içerisinde polisiye roman dediğimizde bu romanın iyileri de var kötüleri de var. Roman dediğimizde içine ne kadar iyi ve kötü roman giriyorsa, polisiye romanda da bu iyiler ve kötüler hep var ve var olacak. Ama kötülerin var olması polisiye edebiyatı ikinci sınıf edebiyat haline sokmuyor. Böyle bir yanılgı vardı, bu yanılgı giderek ortadan kalkıyor ve dünyada yavaş yavaş bu algı kırılıyor. “Polisiye edebiyat, edebiyatın gayrimeşru çocuğudur” gibi söylemler kırılıyor artık. Polisiyenin ikinci sınıf sayılmasının nedeni belki bu da değildi. Polisiyenin ikinci sınıf sayılmasının nedeni bir yanılgıydı dünya edebiyatı açısından. Çünkü onlar cinayeti ve insanın kötücüllüğünü bayağı olan, iğrenç olan, rezil olan, aşağılık olan, estetik olan diye nitelendirdiler. Bunların edebiyatın bir konusu olamayacağı, edebiyatın meselesi olamayacağı şeklinde bir algı vardı. Bu da estetik bir kavram olarak güzellik denen meselenin ne olduğuna dair tartışmadan çıkıyordu ve Rönesans döneminin ve insanın iyi, güzel, şahane bir varlık olması, onun yaptığı her şeyin olumlu erdemli ve doğru şeyler olduğu yanılgısına yol açmıştı. Dolayısıyla “sanat güzel olanı anlatır” düsturuyla, güzel olan yüksek olan şeylerde gizlidir, anlayışıyla edebiyat ya da sanat gerçek hayata girmedi. Oysa edebiyat ya da sanat, hayatı anlatır. Hayatın içerisinde güzel olduğu kadar yüce olan, kahraman olan varsa, aşağılık olan da bir o kadar var. II. Dünya Savaşı’nın ardından insanın başka bir yönünü, bütünsel olarak insanın kötü taraflarını, nedensiz kötülüğünü, nedensiz yıkıcılığını anlatan romanlarla kırılmaya başladı bazı anlayışlar ve polisiye bu anlayışın aşılmasıyla gelişti. Saygın edebiyattan örnek vermek gerekirse bunu Umberto Eco’nun iki romanında, Borges’in hikâyelerinde görüyoruz. Aslında daha önce de Dostoyevski’nin eserlerinde bu polisiye unsurları görebiliyoruz.
Polisiyenin ben romandan çok ayrı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aşk romanı, polisiye roman vesaire olarak bir roman ana başlığı altında olduğunu düşünüyorum. Polisiyede de farklı olarak bir kurgu var. Daha sağlam bir kurgusu var polisiyenin sair romanlara göre giriş gelişme sonuç diye belki birbirine karışabilir ama strüktürel bir yapı polisiye. Polisiyenin tanımından çok roman tanımını söyleyeyim. Bir kurgu sanatı roman benim için. Ben romanı okurken kurgusuna dikkat ediyorum. Bir bulmaca gibi polisiye. Okuru düşünmeye davet eden, okurla birlikte yazarın düşündüğü bir bulmaca aslında.
Ben, klasik polisiye anlayışından yanayım. Klasik polisiyede romanın başında bir cinayet işlenir, bu cinayetle ilgili bir sürü şüpheli- aralarından biri mutlaka katildir- bulunur, soruşturmayı yürüten zeki bir detektif vardır. İşlenen cinayetin ardından soruşturmacı veya detektif şüphelileri tek tek sorguya çekerek onların hayatlarına girer, sorduğu sorularla davranışlarını gözler, ipuçları aracılığıyla sorgulana kişilerin verdikleri yanıtlar arasındaki tutarsızlıkları bulup boşlukları doldurur ve akıl yürüterek hedefe ulaşır. Descartes’in Yöntem Üzerine Konuşma’sında dediği gibi, ele alınan konuyu olabildiğince çok parçalara ayırmak, bu parçaları dikkatle ve ilişkileri kolay kavranır biçimde, basitten karmaşığa doğru ilişkilendirip birleştirmek ve akıl yürütmenin her aşamasında, atılan adımları saymak, hiçbir şeyin atlanmaması için gerekli kontrolleri yapmak gerekir. Burada Descartes, basit ve açık olan doğrudan hareket etmek ve araştırma boyunca açık ve seçikliği kaybetmeden her adıma dikkat ederek doğru sonuca ulaşmak amacındadır. Detektifin de yapması gereken bana göre tam budur. Buradan hareketle polisiyenin en genel tanımı; muamma ile harmanlanmış suçun anlatıldığı ve akılcı yollarla çözüme ulaşılan romanlar polisiye romandır. Suç ve muamma kilit kavramlardır. İyi bir polisiye roman ikisini de içerir. Sadece suçun anlatıldığı yazına ‘layıkıyla bir polisiye’ diyemeyeceğimiz gibi, suç barındırmayan bir polisiye de düşünülmemelidir. Buradaki suçtan kastım, esrarlı bir cinayettir. Bu bağlamda tüm roman boyunca olaylar, bu cinayetin çevresinde ve katil kim, cinayet nasıl işlendi, neden işlendi sorularına cevap bulmaya çalışan bir detektif etrafında şekillenir. Detektif, katil ve kurban üçgeni içinde gelişen olaylar detektifle birlikte okurun da zihnini zorlamalıdır. Romanda katilin kim olduğundan ziyade romanın kurgusu önemlidir. Bu yüzden polisiye romanın eylemci ve akılcı bir içeriği olmalıdır. Gerçek dünyadan kopuk olmamalıdır. Anlatılan suçun nedenleri, aşk, intikam, nefret, kıskançlığın yanı sıra insanların ulaşmak için uğruna her şeyi yapabilecekleri para, iktidar, hırs ve güç olmalıdır.
Polisiyeyi tanımlamak gerekir mi? Polisiye polisiyedir.
Madem böyle bir soru geldi dilimiz döndüğünce yanıtlamaya çalışayım: Polisiye bir gizemi çözümler. Gizem genelde işlenmiş bir suçtur ve bir şekilde çözülmesi gerekmektedir. Polis, detektif, gazeteci gibi gözde meslek gruplarından biri ya da suç başına kalmış kurban kendi suçsuzluğunu kanıtlamak için bu suçu işleyenleri bulur. Aslında bu cümlede anahtar kelime ne suç, ne polis ne detektiftir. Anahtar kelime “bulur”dur. Çünkü her polisiye roman sonunda okur suçun nedenini öğrenip suçlunun yakalanmasıyla rahatlamak zorundadır.
Bu konunun üstatlarından Erol Üyepazarcı en sevdiği polisiye olarak Karamazov Kardeşler’i gösterir. Bir söyleşisindeydi sanırım, Ahmet Ümit ise dünyanın en eski polisiyesi olarak Habil ile Kabil’i söylemiştir. Her ne kadar o zamanlarda ne polis ne de roman yoksa da gene de doğrudur. Ama bence polisiyede patlayan tabancalar, kızıl saçlı seksi sekreterler olmalıdır. Eğlencelik bir “aktivite” olan polisiye, müşterilerine eğlence ve mutluluk ve de hayattan, gerçeklerden ve hayatın gerçeklerinden bir kaçış vaat etmelidir. Yalnız ve yeterince güvende olmayan okur yarın öbür gün kendisine karşı bir suç işlenecekse o suçun cezasız kalmayacağını bilmelidir. Yani rahatlatmalıdır.
Bir yerde polisiye ile soap opera, hatta yerli dizileri aynı kefeye koymuş gibi oldum, -ki doğrudur da. Edebiyatın bir alt türü, ya da edebiyatın bir türü değildir. Edebiyatın türleri, şiir, roman, öykü vesairedir. Bir sanat yapıtının yaptığı gibi bir kavramı alıp onu tartışmaz. O kavram üzerine yeni açılımlara ulaşmaz. Yeni bir dili yoktur. Suçu ya da nedenlerini masaya yatırmaz. Sadece baştan sona devam eden bir entrikayı anlatır.
Bu yüzden polisiye roman, edebiyat, dolayısıyla sanat ürünü değil de, boş zamanları doldurmaya yarayan hayal satıcısıdır.
Polisiyeyi tanımlamak istemem. Bu işime gelmez. Edebiyat eseri yazarın kendine koyduğu sınırların yine yazar tarafından sınanmasıyla ortaya çıkar. Hariçten tanımlar yapıp yazarın etrafını tel örgülerle çevirmenin anlamı yok, eninde sonunda firar edilecek duvarlar örmenin! Muammanın varlığı polisiye için olmazsa olmazdır deniyor. Katılıyorum tabii. ‘Muamma’ gördüğümüz her yapıta polisiyedir demek doğru değil belki ama muammanın olmadığı bir hikâyeyi de polisiye saymak doğru olmaz. O halde ‘muamma’ polisiyenin tayin edici unsurlarından biri diyebilirim. Belki şu da söylenebilir, diğer türlere nispeten polisiye hikâyede suç/ suçlu/ adalet üçgeni bütün fonu kaplıyor, diğer tüm kişi ve hikâyeler bastırılıyor, küçük detaylara dönüşüyor. Ana karakteriniz, başka özellik ve hikâyeleri ile değil, okurun karşısına koyduğunuz problemi çözme yöntemi ile ve çözebildiği kadar anlam kazanıyor. Bu türden şablonlar polisiyenin sınırını çiziyor. Yine de edebiyattan söz ediyoruz, polisiye sönüp yitmiyor. Kalıpları kıran yaratıcı yazarlar, polisiyeyi türün ve tanımların dışına taşırıyor. Örnekleri çoktur.
Polisiye türünü genel olarak bir suç ve suçlunun anlatıldığı, suçluyu bu davranışı veya eylemi gerçekleştirmeye iten nedenlerin araştırıldığı ve tabii ki sonuca bağlandığı; yani bir tür adaletin sağlandığı, suçlunun yakalandığı veya suçun ortaya çıkartıldığı bir anlatı olarak tanımlıyorum. Polisiye bir anlamda suç edebiyatıdır ama her polisiye olayda cinayet olmasına da gerek yoktur. Konusu polisin ilgilendiği alanlarda geçen ve gizemli bir olayı anlatıp çözen roman iyi bir polisiyedir ve aynı zamanda iyi bir edebiyattır.
Tabii polisiyenin olmazsa olmazları vardır. Cinayeti ya da gizemli olayı çözmeye çalışan bir polis veya detektif ile romanın bir başkahramanı olmalıdır. Klasik polisiyelerde yazar olayı anlatırken, bir yandan da ipuçlarını romanın içine serpiştirir, ama asıl suçluyu son ana kadar işaret etmez. Burada amaç okuyucuyu da gizemli olayın içine dâhil etmek ve bir nevi detektif haline getirmektir. Polisiye romanlarda heyecan ve gerilimi en üst düzeyde tutmak esastır. İşlenen suç veya cinayetten çok kesintisiz devam eden olaylar zinciri önemlidir.
Polisiyeyi, edebiyat türlerinin içinde en heyecan verici olanı, olarak tanımlıyorum. Geçmişte polisiye üzerine yazmış olduğum bir kitapta da belirttiğim gibi, okuyucu tavşan gibidir, ürkektir ve yakalanmaya çok hazırdır, bu yüzden polisiyenin damarı okuyucuyu daha ilk sayfadan yakalar ve o kitabı bitirtmeye zorlar. Bu yüzden polisiyeler hem okur için hem yazar için çok eğlenceli serüvenlerdir. Ama bunu salt polisiye mi yoksa politik polisiye mi, fantezi polisiye mi, bilim-kurgu polisiye mi diye ayırmak gerek. Benim söz ettiğim polisiye bildiğimiz klasik polisiye. Polisiye kitapları çok kolay yazılacakmış gibi görünen ama inanılmaz zor yazılan kitaplardır. Nedeni; bunun çok iyi bir kurgu gerektirmesidir. Çünkü kitabın başında –tıpkı Çehov’un söylediği gibi- duvarda bir silahtan bahsediyorsanız kitap biterken o silah patlamak zorunda. Dolayısıyla polisiyede romancının işi çok zordur, hiçbir ayrıntıyı boşuna kullanmamak zorundadır. Bu yüzden polisiye kitaplar için söyleyeceğim şey; onların büyülü olduğu kadar zor, ama bir o kadar da değerinden kaybetmeyen edebiyat türü olduğudur.
Eleştirmenler ve edebiyat dünyasındaki insanlar arasında yaygın bir kanaat vardır, sanki polisiye, edebiyat değil de edebiyatın bir alt kategorisi, üvey evladıdır. Bu saçma tabii. İyi polisiye iyi edebiyattır. Bütün iş, yazdıklarınızı iyi bir edebi şekle sokabilmektir. Ben polisiyeyi o nazarla görmüyorum, bence iyi yazılmış bir roman zevkle okunabiliyorsa, okura zevk verebiliyorsa, iyi bir ifade yeteneği varsa, akıcılık varsa güzel bir edebiyattır. Polisiyeyi tanımlamak için katı terimler kullanmak bence hiç şart değil. Hayat bir komplekstir, bunun içinde hayatın her türlü davranışını görmek mümkün. Polisiyeyi sadece suç romanı veya suçu anlatan bir tür olarak görmek bence hata olur, bu “Bir aşk romanını nasıl tarif edersiniz” sorusuna benziyor; aşk nasıl hayatımızda bir davranış özelliğiyse suç ve suçluluk da hayatımızda yer almış bir kategoridir. Ben suçlu psikolojisini, suçun mahiyetini iyi bilirim, bana polisiye roman sadece suçun ve suçlunun tezahürü gibi gözükür.
Hiç lafı dolandırmadan yekten söyleyebilirim; polisiye hakkında net bir tanım yapmam mümkün değil. Bunu yapabilmek ve “işte bunu ifade eder” diye kesin bir cevap verebilmenin boyumu aşan, çok çetrefilli bir konu olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen böyle bir denemede ben bu tanımlama çabasının altında kalırım. Çünkü bu türün ilk görünmesinden bu yana izlediği yolu incelediğinizde sıradan bir tanımla yetinmeyecek kadar zenginleşip geliştiğini, değiştiğini ve alt dallar ortaya koyduğunu görebilirsiniz. Bu kadar büyüyen ve evrimleşen bir yazı türünü birkaç kelimeyle anlatmaya kalkmak, pek beceremeyeceğim gibi tercih etmeyi arzuladığım bir yol da olmaz. Belki sadece “suç edebiyatı” diye bir rumuz kullanarak ölçülü bir şekilde ilerlemek bu dev modelin sağına soluna bakarken kelimeler ve kavramlar arasında kaybolmamı bir nebze engelleyebilir.
Net olarak polisiye şudur demek yerine en başta biraz kavramın etrafında dolanmayı, onun hakkında konuşurken ona bakmayı tercih edeceğim. Belki de buna başlamanın en iyi yolu sebep sonuç ilişkisine girmektir ki bu da üzerinde günlerce tartışılabilecek bir giriş konusu gibi görünüyor. Suç edebiyatının sebeplerini düşündüğümüzde fikirler ve görüşler havada uçuşmaya başlıyor. Öncelikle “Neden böyle bir yazım ihtiyacı doğuyor” sorusunun peşine düşmek gerekir diye düşünüyorum.
Konunun temelinde insan olunca zaten her şey bir anda karmaşıklaşıyor. Fakat biz yine de basit metodlarla ilerlemeye, sebeplerin neler olabileceği konusunda fikir yürütmeye çalışalım. İnsanlar yapmaya cesaret edemedikleri ya da yapıp da başarılı olamadıkları eylemlerden vazgeçmediği gibi bunları yapanları izlemekten de kendilerini alamıyorlar.
Önce belki de masumâne bir merak hâsıl oluyor akla -ki insanın ilerleyişini tetikleyen, devinimi hızlandırıp onu modernleşmeye doğru tüm buluşlara hareketlendiren bu karşı konulamaz meraktır aslında. Başkalarının suçu nasıl işlediğini, eylemi yaptığını, nasıl tepki verdiğini, adaletten kaçarken hangi yöntemleri kullanarak iz kaybettirmeye çalıştığını ve sonunda ne sebepten yakalandığını anlamak ister insan. Bu dürtüyle harekete geçtiğinde de etrafındakilere hissettirmeden ilgi alanına gireni izlemeye başlar. Odağına yerleşen olayı yaşayanları arar, bulur. Bulunca da öz karakterini gölgelerin ardında saklayıp sabırla izleme faslı sökün eder ki burada süreli ya da süresiz bir içselleştirrmeden bahsedilebilir. Röntgencilik mi bu merak denen başa bela dürtüden beslenir yoksa özgüven eksikliği mi röntgenciliği besler bilemem. Ancak ruh – beyin yapılanmasında, yapamadığını izleme üzerine derin bir istek olduğunu, genelin buna kodlandığını insan türüne baktığımızda kolayca görüyoruz.
Tabii meseleye böyle yaklaştığımızda “Suç edebiyatını takip edenler suç işlemek isteyip de işleyemeyenler midir” gibi kışkırtıcı bir soru akla gelebilir. Şüphesiz böyle bir tezi ileri sürmek çok iddialı olacaktır. Sanırım işi bu kadar büyütmeden de daha ölçülü bir şekilde üzerinde düşünmeye devam edebiliriz.
Suç dünyasını izleme faslına dönersek, bu pek renklidir. Kişi, meşrebine göre bilinçli ya da bilinçsiz ya suçludan ya da onu kovalayandan yana olur. Bir kısım suç edebiyatı düşkünü insan, polisiye kitap okurken çoğu zaman suçlunun yakalanmasına hayıflanır hatta peşindekilerin işine yarayacak basit bir ipucunu geride bırakmasına, hatayı ilk fark eden olduğunu sanıp kızabilir. Belli belirsiz bir ruh haliyle suçluya koyu taraftar olma durumunun ortaya çıktığını kim inkar edebilir?
Bugünün garip dünyasında suçluların bazı zayıf karakterler ya da kafası karışıklar tarafından şarkta ya da garpta, kültür fark etmeksizin ilahlaştırıldıklarını biliyoruz. Özellikle utanma duygusunun Asya ve Ortadoğu kültürlerindeki kadar güçlü olmadığı, bireyselliğin toplum yapısında belirleyici olduğu gelişmiş Batı’da suçluya hayranlık duyan, onun adına kitaplar yazan, internette siteler ya da bloglar açan, hatıralık eşyası peşine düşen tuhaf bir kitle olduğunu görebiliriz. Hatta hayatını hapisteki suçlulardan biriyle birleştirme tutkusuyla hareket eden karşı cinsleri de sıradan gelişmeler olarak kaydedebiliriz. Bu tip öne çıkan vakaları ülkemizde de zaman zaman görüyoruz. Belki de çevresinde güçlü bir karakter bulamayan insanın toplumun kendisine pompaladığı yenilmişlik duygusunu aşmasının, buna saklı isyanının bir sonucudur, bilemem.
Bireyselliğin yoğun olduğu modern dünyanın, suçluya ilgisini uluorta sergileyip hatta buna bir de topluma başkaldırı yorumu katarak kahramanlık kisvesi giydirmesi de işin cabası. Bunun da yansımasının izlerini yine ülkemizde görebiliriz. Bize özgü o meşhur pohpohlama sayıklaması “Türkiye seninle gurur duyuyor” söylemi de muhtemelen böyle bir dürtünün tezahürü olmalı.
Sebeplerini bulmak için arayışımızı daha büyük bir pencereden sürdürmek istersek zaman içinde geriye doğru bakmamız gerekiyor. Tarihin ilerleyen dönemlerinde, birarada sulh içinde yaşamaya karar veren insanın, adalet kavramını evrimleştirerek bireyin, birarada yaşamaya çalıştığı topluma karşı var olan özgürlüklerini kısıtlaması ilginçtir.
Daha basit bir anlatım için örnek vermek gerekirse modern toplum öncesi zamanlarda, gözden ırak bir yerde başka bir insan tarafından sebepsiz saldırıya uğradıysanız, kendi kararınızı verebilir, saldırganı dilediğiniz oranda tabii gücünüz yeterse cezalandırabilirdiniz. O zamanlarda bunun için size kimse hesap soramazdı. Ancak insanın ilk toplulukları oluşturmaya başlamasıyla bir kural koyma ihtiyacı oluştu. En güçlü üyenin sözünün geçtiği bu ilkel topluluklar, zaman içerisinde kas kuvveti baskın olanın her şartta en adaletli olmayabileceğini de keşfetti. Bu keşif de peşinden bir başka ihtiyacı; “herkes için adalet” arayışını getirdi.
Elbette herkes için adalet arayışının olmazsa olmazı da bireysel hürriyetlerin kısıtlanmasıydı. Gözleri kapalı adaletin terazisinin kefelerini eşlemesinin başka yolu yoktu. İlk başta cezalandırma hürriyetinin kısıtlanması olarak görülen bu karar, tarih zamanları içinde ilerlerken evrimleşti. Bugüne vardığınızda modern toplumlarda, bir bireyin basit bir eylemi, örneğin yere tükürmesi bile çevresindeki diğer bireyleri rahatsız edebildiğinden yasaklanabiliyor. Bu yasaklamalar günümüzde o kadar detaylanıp, kişi üzerinde o kadar büyük bir baskı unsuruna dönüştü ki doğal olarak kendi karşıt cephesini, karşıt fikrini oluşturmaya başladı. Aksiyon ve Reaksiyon.
Diğer yandan tüm özgürlük kısıtlamalarının haklı bir genel gerekçeye dayandırılması suç kavramanın modern toplumun kazanımlarını kaybetmeye neden olabilecek kadar büyük bir karmaşa tetikleyicisi olduğu ve buna dikkat çekme çabaları da işe yaramadı. Düzene karşı çıkma cüretini göstermek seyreldiğinden suça ve suçluya hayranlık gitgide yükseldi.
“Bir suçun nasıl işlendiğini yazmakta ne amaç olabilir” sorusunu düşündüğümüzde ise akla birkaç ihtimal geliyor. Belki yazar, var olan sisteme muhalefetini bir hayal alemine sığınarak yüceltiyor. Düzene muhalif sempatizanları cesaretlendirebilecek, adalet sistemine rağmen yakalanmadan işlenebilecek iyi hesaplanmış mükemmel cinayeti arıyor. Ya da belki de sırf topluma ya da kişilere olan kızgınlıklarından ötürü rahatlamak için, bireysel gerekçelerle yazıyor. Yapamadığı ya da asla yapamayacağı bir cinayeti kelimeleriyle işleyip egosunu parlatmanın doruğuna çıkarken, kitabın sonunda da kendini yakalatarak vicdanını soluklandırıyor da olabilir.
Tabii diğer tarafta düzenin gerekliliğine inanan bir yazar da kelimelerle inşa ettiği o garip dünyada, suçun kötülükten beslendiğini ve kötülüğün eninde sonunda adaletin terazisinden kaçamayıp cezalandırılacağını anlatıyor olabilir, bilemiyoruz.
Yazar, hangi duygularla bir suçu kaleme alıyorsa okur da şüphesiz akraba duygularla harekete geçmekte ve polisiye edebiyatı diye nitelenen kitabı alıp arzı beslemektedir. Böylece o fikrin katılımcıları, destekçileri ilgili kitap sayesinde bir araya gelmeye başlar. Sanırım her polisiye okurunun her polisiye yazarına bayılmaması, bazılarını ısrarla takip etmesinin sebebi de budur. Herkes kendi işleyeceği suça kendi imzasını atmak, diğerlerinden farklılaşmak ister. İşte bu yüzden de her okur işleyeceği suç için farklı silah seçen suçlu gibi farklı yazarı seçer, ona ilgi duyup yüceltir diye düşünüyorum.
Netice itibariyle polisiye edebiyat yazmak ve okumak belki de en zararsız asayiş vakalarıdır.
Polisiyede öncelikle bir gizem var. Zaten batı terminolojisinde “mystery literature” diye ifade edilir. Gizem edebiyatı başlığı altında Edgar Allen Poe’dan beri oluşmuş bir şey var. Bir olay ekseninde katilin kim olduğu sorusu merkez alınarak olay örgüsünün merak edilen bir sonuca ulaşması şeklindeki gerilimdir polisiye. O gerilim, çatışma olay örgüsü boyunca diri tutulur ve en nihayetinde belki de polisiye okuru açsından hazzın doruğunda final dediğimiz kısımda o cevabı size vererek o ana kadarki çabanızın karşılığını hediye olarak veren bir türdür. “Neden polisiyeye yönelinir ” sorusu “Polisiye nedir” sorusuyla devreye giriyor. Gerçek yaşamda çok riskle cevabı bulunacak soruları polisiyede az bir riskle ya da hiçbir risk olmadan kurmaca üzerinden cevabını buluruz. Edebiyatı hayatın bir yansıması olarak düşünürsek -kimi zaman mikro düzeyde kimi zaman olabildiğince geniş- cinayet olgusundan mütevellit, polisiye olaylardan mütevellit bir taklit durumu öne çıkıyor ve bu taklitte de diğer türlere göre hiçbir risk yok, bu iz düşüm üzerinden bir gizem arıyorsunuz, gizemin sonucunu arıyorsunuz, haz burada tabi yüksek seviyede. Polisiye genel olarak bu yüzden ilgi çekici bir tür gibi geliyor bana ve bence en önemli unsuru da gizemi son âna kadar diri tutması ve en sonunda size bir cevap vermesi. Bu biraz da şununla benzeştirilebilir belki, yaşam bir öyküdür ve bir sonu vardır, onun ölüm olduğunu biliriz ama ölümün ne olduğunu bilmeyiz, yaşamadığımız ve tecrübe etmediğimiz için. Yaşamdaki bu ölüme dair –özlem diyemeyeceğim ama- merak duygusunun edebiyattaki izdüşümünün polisiyedeki cinayet hikâyeleri ve sonunu bilmediğimiz hikâyelerde tezahür ettiğini düşünüyorum. Biz o yoldan girdiğimiz zaman sonu çok tehlikeli de olsa o yoldan mutlaka çıkmak istiyoruz. Bu yüzden polisiyenin anlamı bu ve bizi bu yüzden cezbediyor.
Bir polisiye roman asla sadece polisiye roman değildir.
İçinde akıl oyunları, psikolojik deneyler ve çok bilinmeyenli denklemler barındıran bir bulmaca-yazındır. Yaratımın laboratuvarında küçültülmüş mekânlarda büyük arayışların kitabıdır. İnsan psikolojisinin gizemlerini çözmek, peşindeki beyinler için bir deney tüpüdür. Bireye yöneltilmiş tüm haksız eylemlerin, iddialı kabıyla raflarda gözlere sırıtan bir küçük kitaba tıkıştırılıp cezalandırıldığı bir rahatlama terapisidir. Büyük sorunları rahatlıkla çözen kahramanın rehberliğinde, alt benliğimizde her gün biraz daha kabarıp şişen kompleks girdabının önüne konulmuş bir kap çikolatadır. Gizlenme yeteneğine sahip, matematiksel adımlarla ilerleyen taşlara sahip bir satranç oyunudur. İnanılmaz olayları ciddiyetle, sadece kurulan atmosferin inandırıcılığıyla gerçek kılma sanatıdır. Yazarın, okuyucusunu da en az kendisi kadar akıllı varsayarak yazması gereken bir türdür ve onu aldatmak, geciktirmek, yanıltmak, dikkatini dağıtmak için her yanına tuzaklar yerleştirilmiş, ormanlık bir av bölgesidir. İşin doğrusu, ormanın içinde gezinildiği olgusu bile bir yanılsama olmalıdır.
Agatha Christie için polisiye, Shakespeareyen güç çatışmalarının, kişilik buhranlarının şatolardan alınıp malikânelere, teknelere, aristokratların küçük buluşma alanlarına indirilmesiydi.
Arthur Conan Doyle için; insan ruhunun derinliklerine bilimsel teknikler kullanılarak gerçekleştirilen bir araştırma gezisiydi.
Dashiel Hammett için; güce hapsolmuş bir toplumda, bir diğerini ezmekten başka bir şey bilmeyen bıçkınlar, politikacılar, para babaları arasında daha zeki ve daha cesur biri tarafından atılmış bir varoluş çığlığıydı.
Raymond Chandler için, dalgacı bir karakterin ince bir toplum eleştirisiyle, kanser hücreli yamuk yumuk bir sistemin simgesel minyatürlerini hallaç pamuğu gibi atmasıydı.
Henning Mankell için ekip çalışmasının, çıkardan arınmış rasyonel aklın ve ahlakın her alanda başarıya ulaşacağını kanıtlamanın bir yoluydu.
Eduardo Mendoza için tarama ucuyla her köşesini her tiplemesini birer karikatüre dönüştürdüğü Barcelona’da sistem tarafından boyutlarından biri alınmış komik insanların arasında bir delinin gerçeği arayışıydı.
Richard Levinson’ın Columbo’su için; Platon soru-cevap tekniğine dayanan ve ardı arkası kesilmeyen zekice sorularla bir koca bina inşa edip; sistemin tüm olanaklarını kullanarak gücün gökdeleninde, ihtişamın sisleri arasında suçu gizleyebileceğini sanan kapitalizm artığı “kötü”nün savunma duvarlarını aşmasıydı.
Philip K. Dick için; system tarafından yaratılması muhtemel bir evrende, büyük kuramsal açmazlar, çözümsüz etik tartışmaların labirentinde gezinmekti.
Umberto Eco için, tarihin belli bir noktasında, çağların gizli bilgilerinden oluşmuş bir piramitte, entelektüel adımlarla biricik hakikate tırmanıştı.
Benim için ise; klasik polisiye, kokuşmuş emperyalist dünyada, politikayla, satılmışlarla, çetelerle, güç ağlarıyla, mistik dokunuşlarla, rahatsız hayallerle sarmalanmış, doğrunun ne olduğunu hissedebilmenin gücüyle ayakta kalsa da kafası aşırı karışık bir karakterin, düşmanların putlarını adım adım yıkarak, içeriklerini pazara çıkararak başarıya doğru ilerlemesi. Katillerse yanlışın alegorileri…
Polisiye biraz palyatif bir isim olarak geliyor bana. Bence Türkçede tam karşılığı yok, “mystery” demek lazım. Yani kurgu iddiası taşıyan bir romanda sonunun ön görülmesi ile ilgili okurda merak yaratmaya çalışan bir tür. Pekala bunun içinde hiç polis olmayabilir, bunun içinde hiç cinayet olmayabilir. Türkiye’de yazılmıyor ama büyük bir hırsızlık vakası yazılsa olabilir. Hiç kimse öldürülmese ve iş daha hiç polislere varmadan başka türlü bitse de bu da polisiye tür içindedir. Polisiyenin en büyük özelliği iddialı bir kurgu taşımasıdır. Benim temel polisiye tarifim, okurla arasında akıl oyunu kurma niyetindeki romandır. Benim bütün romanlarımda cinayet ve kan var, ama olması şart değil.