Orhan Koçak ve Maelström

"Orhan Koçak yazısı da Maelström üslûbuna meyilli değil midir? Dünyanın ve tabii kendisinin gün be gün gözüne giren 'bura'nın, memleketin girdapları karşısında, felâketzede bir yazı. Kırımların, yıkımların, kayıpların, darbenin, zulmün… tanığı."

11 Mart 2021 10:30

Orhan Koçak’ın Ur-makalesi, “Maelström üslûbu”dur bence. (Defter, Sayı 5, 1988, s. 7-12.) Terimi uyduruyorum; kök-makale, ilksel-makale diye de söyleyebilirim. Öznel açıdan Urerlebnis yani ilksel yaşantı, ilk tanışma hükmündedir bu makale; benim bir düşünme yordamı olarak “Orhan Koçak yazısı” ile ilk karşılaşmam. Nesnel açıdan da, Orhan Koçak yazısının temel niteliklerini, dertlerini, “davasını” ihatalı biçimde ortaya koyan makale olduğunu zannediyorum. Programatik diyebileceğimiz bir makale.

Eleştirel Teori veya Frankfurt Okulu üzerine yol gösterici bir makaledir bu; Orhan Koçak’ın dönüp dönüp konuşacağı, temasını hiç kesmeyeceği, ayrıca temel metinlerinden birini çevireceği (Minima Moralia – Ahmet Doğukan’la birlikte) bu okula bir giriş kapısıdır. Maelström’ün bir kök-makale olmasını, adeta programatik nitelik taşımasını sırf buna bağlamıyorum ama. Makale, yaklaşım tarzıyla, üslûbuyla Orhan Koçak yazısının formatını atar. Çiçek dürbününün merceğini bu yazıyla yerine yerleştirmiştir, gibi gelir bana.

Eleştirel Teori’nin yine temel metinlerinden olan Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Horkheimer ile Adorno’nun düşünsel mizaçlarının gerilimine dikkat çeker Orhan Koçak yazıda. İki düşünürün düşünsel-siyasal mizaçlarını mukayese eder. Sözlerinin edâsını, söylerkenki niyetlerini inceler; elbette biyografik bilgiyi hesaba katar, fakat “karakter tahliline” veya eski tabirle “şahsiyyata girmek” gibi bir iş değildir yaptığı; söze, söyleyişe içkin bir hal ve tavrın analizidir. Tam manasıyla, habitus.

Adorno’nun üslubunu, onun yorgun, durgun, donmuş ya da donmaya yatmış Marksistliği için bir sığınak olarak görür Koçak. Bağlaçlardan arınmış, “vakitsiz” bağlantılar kurmamaya çaba harcayan kompakt anlatımı, “üslupçuluğa karşı verilen mücadelenin bir ödülü” olarak kazanılmış bir üslup sayar. Başka bazı yorumcuları gibi, “depresif” de der, Adorno yazısı için. Sebebi vardır. Makaleye adını veren sebep. Makale adını Edgar Allan Poe’nun “Maelström’e iniş” hikâyesinden alır; korkunç bir girdabın açtığı uçuruma bakakalmış, bakmak zorunda kalmış, o girdabın kardeşlerini yutuşunu görmüş, kendisi hayatta kalmış ama o korkunç tecrübeyle ölesiye değişmiş birisini anlatan bir hikâye. Adorno, bazı emsalleri gibi, Nazi cehennemi ve Holokost’un tecrübesini görmüş olarak yazıyordur. Yazısının ses tonunda, üslûbunda, bunun çıkmaz izi vardır.

Ur-makale dememin bir nedeni de şu: Orhan Koçak yazısı da Maelström üslûbuna meyilli değil midir? Dünyanın ve tabii kendisinin gün be gün gözüne giren “bura”nın, memleketin girdapları karşısında, felâketzede bir yazı. Kırımların, yıkımların, kayıpların, darbenin, zulmün… tanığı. Bir allaturcalık, bir Doğu Akdenizlilik, bir Ortadoğululuk, her ne ise, bir “yerlilik” farkı arayacaksak, –gerçi Koçak kızar buna–, Adorno’nun bakmış olduğu kadar azametli olmayan, buna karşılık mükerrer ve mütemadî bir girdap ekotopundan söz edebiliriz. Birçoklarının da görmediği, veya bakmaya alıştığı, dahası bakmamaya alıştığı… 

Girdapları saymayı denemeyelim. Aralarında muhakkak, 12 Eylül’de ve sonrasında ve 1989-1991 sonrasında, sosyalist hareketlerin yenilgisi ve sanırım Koçak açısından daha önemlisi, “yenilgiye emek vermemesi” var.[1] Emek derken, kastettiği tabii avara kasnak çalışma veya futbolla ilgili bildiğim tek yazısında Alman futbolu üslûbunu teşbih ederken kullandığı tabirle “böceksi gayret” değil.[2]

Orhan Koçak’ın “yerli”ye takılmaya, yerliliğe kısılıp kalmaya kızdığından söz ettim ya... “Tek ülkede…”ye, oldum olası karşı. Yerlilik, hele millîlik “hassasiyeti,” siyasî kötü timsali olduğu gibi, zayıf düşünce alâmeti. Bir dipnotta, geçerken yaptığı milliyetçilik tanımına bakalım: “kendi yetersizliğimizi sevmek (…) toplu varoluşumuzun yetersizliğine (bir yetersizlik olduğunu tam da unutmaksızın) saygı duymamızı, bağlanmamızı sağlamak.”[3] Daha veciz bir milliyetçilik tarifine rastlamadım.

Birçok konuda, birçok vesileyle Orhan Koçak’ın Türkiye’nin vakaları, figürleri, fikirleri hakkında mukayeseli düşünmeye kışkırttığını, mukayesesiz, ‘mahallî’ ve biricik düşünmenin darlığını hatırlattığını biliriz. Mukayesede, çoğunlukla yapıldığı gibi efradını arama pratikliğiyle yetinmez, ağyarıyla da ölçer.

‘Yetersizlik hoşgörüsü’ karşısındaki tahammülsüzlüğü, milliyetçilikle sınırlı değil. Yetersizlik, yetersizliklerimiz, Orhan Koçak yazısının sabitlerinden. Meselesi, yetersizliklerimizle yüzleşmememiz, onları taşımadaki sakilliğimizdir: Onlarla barış içinde bir arada yaşamamız… Yakasını bırakmadığı kavramlardan “haysiyet”le ilgili makalesinde, ”ahlâksızlık bir ihlâldir, haysiyetsizlikse bir yetersizlik,” demişti – veya “ahlâkî bir yetersizlik.” Defter’in 40. sayısındaki (Yaz 2000) “Haysiyet” dosyası içinde “İlişmeyelim” başlığıyla yayımlanan bu makale, doğrudan doğruya ebed-müddet Maelström davasıyla ilgilidir. Haysiyetin ütopikliğini, adeta imkânsızlığını imler; şöyle (uzun aktarmaya değer):

“Bir dokunulmazlık (ve insan haysiyeti) fikrinin ortaya çıkması için dokunulmaz olana çoktan dokunulmuş olması gerekir. Başın dikliğinden çok, bir an yükseltilmesi vardır burada. Tarih, içerik, deneyim – bunlar zorunlu bir haysiyetsizleşmeyse eğer, haysiyet de kendini ancak zorunlu bir soyutluk ve formalizm olarak kurabilir. Hukuk, bu zorunlu soyutluğun bir direnç kazanmasıdır. Kişinin tanıksız kalabilme gücünün yetersizce öngördüğü şeyse ancak herkesin hakkının tanındığı bir dünya olabilir.”

Yetersizlik bahsi, bizi Nurullah Ataç’a yaklaştırdı. ‘Henüz’ Maelström makalesinde de laf arasında geçiyordu Ataç, “ben”siz Adorno’nun tam zıttı, “öznelci-itirafçı anlatımın” mümessillerinden olarak zikrediliyordu. Orhan Koçak, Ataç’la aralıklarla paslaştı hep. Genellikle Ataç’ı duvar olarak kullandığı kısa verkaçlar. (Keşke ona bir kitap hasretse!) Şüphesiz en verimli, en fazla ilham bağışlamış makalelerinden biri olan “Ataç, Meriç, Caliban, Bandung, Evrensellik ve Kısmîlik Üzerine Bir Taslak”ta.[4] “bizim” (millî/Doğulu/buralı…) Batı karşısındaki yetersizliğimizin ‘amblematik’ ikrarını temsilen yer alır Ataç. Koçak, onun Oryantalizmi ‘üstlenmesini’ aşikâr bir kompleks sayar gibidir, aşikâr olanda fazla eğleşmez; Ataç’ın yetersizliklerimizle ilgili komplekslerimizin üzerine gidişini daha fazla önemser.

Bir yazar arkadaşım, “Orhan Koçak tarafından azarlanmak şereftir” demişti. Onun bir değerlendirmesine, eleştirisine konu olmayı bir ayrıcalık, bir nasip olarak görmekte yalnız değildir. Koçak’ı Ataç’la birlikte anmayı buradan da aklına getirenler olabilir. Orhan Koçak galiba en Ataç-haline, Virgül’ün lakonik takdim yazılarında varmıştı! Ne yazık ki 1997-2009 arasında çıkan o güzel kitap dergisinin arşivi el altında değil, “gereksiz taramalardan kaçının!” diye özetlenebilecek o kızgın ikazlardan örnek veremiyorum.

Maelström’de Adorno’nun “kendi düşüncesini dinleyerek iyice arıtılmış” üslûbundan söz ediyordu. Ataç’ın aradığı arı-durulukla bağ kurabiliriz. Koçak’ın mesela kısa cümleciliğe, hele öz-Türkçeciliğe falan hiç iltifat etmediğini biliyoruz ama fikrin sahihliğine halel getirecek süslemelere ifrit olduğunu da. Bu konuda benim de yumuşak bir azarla şereflenmişliğim var: Birikim-Haftalık’taki bir yazısında Adolf Loos’un “Süsleme ve Cürüm” yazısını okumuş olduğumu varsaydığını yazmıştı – o halde, sözgelimi “başvurdu” yerine “müracaat etti” demenin ne kârı vardı?[5]  

Orhan Koçak yazısının yalın, “düz” olduğunu söyleyebilir miyiz peki? Tezyinata yeltenilmiş değildir, fakat “süsçülüğe karşı verilen mücadelenin bir ödülü” olarak, süslüdür pekâlâ! Hatta bazen, devrimci rokoko. Eleştirel dikkatiyle, –gözü yetersizliklerde–, sağlamalar yaparak, şerh düşerek ilerler. Yan yollara sapar. Hem şerhlerin, hem mukayeseciliğin icabı olarak, olmadık yerlere uğrar. Adolf Loos’tan Valéry’ye, Avishai Margalit’e, ama birçok “yerlilere” ve bu arada Rauf Tamer’e, Fatih Altaylı’ya falan da “atıfta” bulunarak konuşur. Akademik “dediği gibi” stilinde atıflar değildir ama bunlar – her zaman değildir. Çok zaman da, kimi lâfızları, söyleyişleri, kalıpları, onları bir skandalı temsil ettikleri yerlere veya “sadece lâf” durumuna düştükleri yerlere mıhlamak içindir.

Bol malzemeli Orhan Koçak yazısı, –bir Turgut Uyar’ın genesis’ine eğiliyor olması gerekmez–, bir soykütüğü çalışmasını içerir. Foucault’nun öğrettiği gibi, yani düzçizgisel bir gelişmenin, seyr-u sülûkun otomatik pilotuna bağlanmak yerine, saçaklanana, dallanıp budaklanana, kopup gidene, kopup gelene bakarak işlenen bir düşünsel soykütüğü. Etimolojiden de yardım alan, ama dil içinde hapis kalmayan, siyasî düşünce tarihinin jargonlaşmış silsilelerini dağıtan, bazen başka soydan düşünsel geleneklerin kütüklerini birbirine çatan bir soykütüğü çalışması. Kısa yazılarında bile bu etütleri görürsünüz.

Turgut Uyar’ın eseriyle ilgili soykütüğü çalışması niteliğindeki Bahisleri Yükseltmek’in başlarında bir yerde, “Bir düşünceyi bir düşünce haline getiren, bir soru nesnesi olarak belirmesini sağlayan şey, sadece kendi karşıtıyla karşılaşmış, kendi farklısı tarafından sınırlamış olmasıdır,” der. [6] Yoksa, “kültürel eriyiğe karışıp kendi karşıtından yoksun kalan” düşünce, güdük kalır – veya şöyle diyelim: düşünce olma haysiyetini kazanamaz.

“Kendi düşüncesini dinleyerek iyice arıtmak” iyidir, Koçak’ın sözleriyle ona “diriliğini, canlılığını, teyakkuzunu verecek olan, “kendi üstüne kıvrılarak kendi hakkında düşünme yeteneği”dir. Bu icabı, polemikle ilgili üç seri makalesinden birinde söylüyor.[7] Zira bahsettiği yeteneğin işlerliği için, cedelleşme lâzımdır: polemik. Tartışma adı altında, –solda da, hatta bilhassa solda–, öteden beri aslında “paralel monologlar” cereyan ettiğini söyler. Burada problem sadece kimsenin birbirini dinlememesi değil, anlamaması, anlayacak durumda olmaması, çünkü anlayacak çalışmayı yapmamasıdır. Sadece bu da değil, –biz yine haysiyet kavramıyla tercüme edelim–, düşüncenin kendi haysiyetine düşkün olmamasıdır; polemik eksikliği, buna delâlet ediyordur. ‘Sahici’ polemik. Yanlış anlamaya mahal vermeme dikkatiyle, kastettiğinin “müzakere, uzlaşma ve orta yol” olmadığını vurgular Orhan Koçak. Bu üç polemik makalesinin ilkinde, şöyle diyor:

“Düşüncelerin merkezkaç yönelişlerine bir parça saygı duymak zorundayız: oralara gitmeksizin, kendi karşıtlarını kışkırtmaksızın gelip varacakları ‘orta,’ adı üzerinde, tam öyle oluyor çoğu zaman: orta.”

Daha duygu yüklü söyleyişle: Vasat. Polemik, “avunusuz kayıpları… telâfisiz kör noktaları,” “ancak ‘anlaşmazlığın payı’ diye adlandırabilmiş olduğunu” söylediği “zihinsizlik noktasına doğru ilerlemeyi” göze almalıdır. Düşüncenin tembelleşmesine karşı bir savlet, bir “büyük ileri atılım”…

Böyle söyleyince, Koçak’ın polemik ‘arzusu’ veya polemik ‘yoksunluğu,’ 1980’ler-90’lar geçişinde bazı sol muhitlerde –onun hazzetmediği muhitlerde– tesirli olan “entelektüel şiddet” tartışmasını hatırlatabilir bize. Şiddetin dönüştürücü gücüne güvenen bir “putları yıkıyoruz!” tezahüratı, sağlamasını keskinlik jestiyle, öfkesiyle yapan “düşünce.” Koçak’ın polemik arayışı elbette o yolun yolcusu değildir. Orta yolculuğa karşı uyarırken, “muarız” tarafından belirlenme riskine karşı da tetiktir, polemikler hakkında polemik yapar gibi ilerletirken tartışmayı. Andığım üç yazısının üçüncüsünde,Valéry’nin “sadece yalnızken, muhatapsızken, tribünsüzken dürüst; sadece kendi düşüncenizi kendi mantığı doğrultusunda ilerletirken… o mantığın içsel zorunluluğu dışında hiçbir şeye cevap vermek zorunda olmadığınız saatlerde namuslu” olabileceğimize dair uyarısını zikreder; “muarızınız bile size içsel, sizin iç tartışmanızdaki ‘uğraklardan’ biri, onun adına da siz mantık yürütüyorsunuz”dur o ideal durumda. Ama o idealin imkânsızlığı da ortada: Kendi içimize aldığımız, düşünce akışımıza kattığımız muarız öğe, “hiç tahammül edemeyeceğimiz, yok etmek istediğimiz bir öğe” olursa ne olacak? Koçak’ın sorusu: “Duyguların, düşüncelerin, kısaca ‘içselliklerin’ berisinde bir çatışma (bir hakaret isteği) cereyan ediyorsa ne yapacağız?”

Orhan Koçak deyip duruyoruz. Bizim kuşaktan ve daha genç birçok arkadaşı gibi ona “abi” diye hitap ediyoruz aslında, bazılarımız “üstad” da diyoruz, ben bol keseden kullanılan bu hitabı galiba sırf onun için kullanıyorum…  Üstad, –bir ucundan polemiksizlik derdimizle de alâkalı–, son yıllardaki yazılarında sinirli sinirli gülen bir tonda “iyi geçinme” meşrebine çatıp duruyor. Düzenli aralıklarla ‘bu satırların yazarına’ ve Akif’e [Kurtuluş] sataşarak. Ataç da, 1957’de bir yazısında, “Kişinin ilk ödevi, sevmediği, beğenmediği kimselerle iyi geçinmekten kaçınmaktır,” dememiş miydi? Ne diyebiliriz? Orhan Koçak tarafından azarlanmak şereftir.

Maelström’e, Adorno’ya dönelim. Depresif, menfi, karamsar, “karanlık simsarı” olmakla itham edilen Adorno, Tuncay Birkan’ın geçen yıl yazdığı bir yazıda hatırlattığı üzere, insana faillik imkânı bırakmayan bir umut düşmanı değildi; “nihâî yıkımın önlenebileceğine” dair bir umut momentine inanıyordu.[8] Orhan Koçak yazısında umut momenti var mı? Yetersizliklerimizle cebelleşme ve yetersizliklerimizi mazur görme eğilimiyle cebelleşme çabasında buluruz bence o momenti. (İsterseniz, “iyi geçinmeme” azminde, diyelim!) Bu cebelleşmedeki kara mizahın negatif diyalektiğinde buluruz; kendi kendini de çimdiklerken, sinizmini ‘verimli’ kılan bir kaynaktır bu. Ve asıl, son andığım polemik üçlemesini bitirirken selam verdiği haysiyet ölçüsüne bağlılığında, kötülük karşısında, vahamet karşısında “elektriklenme” kabiliyetimize seslenmesinde buluruz.

 

NOTLAR:


[1] Bahisleri Yükseltmek, Metis 2011, s. 130.

[2] “Feyyaz’ın tekmesi,” Futbol ve Kültürü (derleyenler R. Horak/ W. Reiter/ T. Bora), İletişim 2014 (ilk basımı 1993), s. 319.

[3] Bahisleri Yükseltmek, Metis 2011, s. 47.

[4] Sabahattin Şen’in derlediği Türk Aydını ve Kimlik Sorunu içinde, Bağlam 1995. 2018’de Zoom Kitap tarafından ayrı bası olarak yayımlandı.

[5] "Ataç'a Saygı"Bu azarı işittiğim sıralarda çevirmekte olduğum kitabında Oryantalist Thomas Bauer ise, Adolf Loos’un “süslemeyle cürümü bir nefeste birlikte zikredişini,” modernliğin müphemlik hoşgörüsünden yoksun kesinlikçiliğinin ‘mücrim’ bir örneği sayar! (Thomas Bauer: Müphemlik Kültürü ve İslâm. Çev. Tanıl Bora. İletişim, İstanbul 2019, s. 242.)

[6] Bahisleri Yükseltmek, Metis 2011, s. 14.

[7] "Polemik derken", "Polemiğe Dair", "Polemiğe Dair II". Metis’ten 2019’da çıkan Polemikler risalesinde, başka polemik girişimleri de yer aldı.

[8] Tuncay Birkan: “Sözler değil, eylem.” Sol: Evin Reddi, Metis 2021, s. 103.

 

GİRİŞ RESMİ:

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu