Ömer Faruk: “Attıklarımıza dönüşüyoruz”

"Kültür-sanat camiası da sürekli krizin bir parçasıdır, ama kendisini sorunun bir parçası olarak sorgulamamaktadır. Oysa sanat uçsuz bucaksız ufuk genişliğinden söz almalı; hayatı kendisine çağırmaktan, bu uğurda saçmalamaktan sakınmamalıdır."

 

Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, Ayrıntı Yayınları’nı kuran ve yirmi yıl yöneten, okurları “yeraltı edebiyatı” kavramı ile tanıştıran, “Yılın Yayınevi” ve “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” ödülleri sahibi yazar Ömer Faruk’un son kitabı. Felsefe, siyaset, masal, hikâye, mitoloji, şiir ve sinemanın imkânlarını aynı metinde kurgulayarak bütün bu ifade biçimlerini birbirine teyelleyen yazarın, Yarabıçak, Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı ve Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos gibi kitaplarının yanı sıra yeni eserleri de Yeni İnsan Yayınevi’nde özel bir dizide bir araya getirilecek. Sunuşunu Besim Dellaloğlu’nun yaptığı, “Fenerbahçe Parkı’ndaki altı yüz yıllık sakız ağaçları ve Gezi Ayaklanması’na katılmış orospulara…” adanmış kitap üzerine Ömer Faruk’la söyleştik.

*

Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp’ün kültürel, siyasi, ekolojik arka planından söz ederek başlayalım…

İnsan olmaya dair seçimlerimiz sürekli kriz üretiyor: Öncelikle krizin bu boyutunda mutabık kalmamız lazım. Artık Antroposen Çağı’nda yaşıyoruz. İnsan diğer hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yaklaşık yarısını yok etti. Bu yok edici karakteriyle yüzleşmektense daha günübirlik sorunlar üzerinde düşünmeyi tercih ediyor, ediyoruz. Örneğin: Marmara Denizi’ni çevreleyen yedi şehirde yaşayan yaklaşık yirmi beş milyon insan bu denizi fosseptik çukuruna dönüştürdü. Üstelik en eğitimli, en çok vergi veren, en çok üniversite ve gökdelenin olduğu, en etkili medya kuruluşlarının merkezlerinin toplandığı ve çok minareli camilere en sık rastlanan bir bölge burası: İmparatorluk tasavvurunun cisimleştiği topraklar… Yüz yıl önce bu denizde yüzden fazla balık türü varken şimdi on-on beş civarına düşmüş durumda. Tek sorumlusu da çöplerini bu denize döken eğitimli ve dindar insanlar.

Böylesi sorunların üzerine gitmektense sürekli cumhur ve millet ittifakının arasındaki ilişkilerin niteliği üzerine konuşulmasından, düşünülmesinden de artık bıkmıştım: Patinaj yapmanın hiçbir anlamı yoktu. Çünkü her ikisi de birbirinin nedeni ve sonucu. Nasıl Lenin ile Putin arasında bir neden-sonuç ilişkisi varsa, Mustafa Kemal ile Recep Tayyip Erdoğan arasında da bir neden-sonuç ilişkisi var.

Bildiğim kadarıyla öne sürdüğünüz tezler Türkiye’de bir kitap olarak ilk kez yayımlanıyor. Bu tezlere nasıl ulaştınız?

Akademisyen değilim. Disiplinli bir okuma alışkanlığım da yok. Hemen her şeyi okumaya, dinlemeye, izlemeye çalışırım: Bir tür merak ve şüphe oburluğu denebilir. Ama epey önce her nesnenin insan zihninin uzantısı olduğunu kabul ettim. Ürettiği, satın aldığı, kullandığı, taşıdığı nesnenin özelliklerine bakarak o kişinin karakter özellikleri hakkında çıkarımlar yapmaya başladım. Bu saç modeli hangi arzuyu taşıyor, şu gömlek rengi ne düşünülerek tercih edilmiş, bu ruj rengi hangi duygunun taşıyıcısı, şu bıyık biçimi hangi erkeklik iddiasının aracı, birden moda olan “tayt”ın arka planında ne var, ebeveynlerin çocuklarına “anneciğim”, “babacığım” diye hitap etmeleri ne tip bir çocuk algısının tezahürü... gibi sorular hep zihnimi meşgul eder. Temsil, temsil eden ve temsil edilen arasındaki ilişkinin niteliği ve sonuçları üzerine düşünmeye çok çaba gösteririm.

Böylesi bir süreç de salt üretim, tüketim ve paylaşım üzerine düşünmenin yeterli olmadığı noktasına evrildi.

Attıklarımıza da bakmamız gerektiğine kanaat getirdim. Attıklarımıza baktığımız zaman da kadim bir sorun karşımıza çıkıyor: Doğa-kültür gerilimi.

Çünkü başlangıçta çöp yoktu. Bizim yapıp etmelerimizin bir sonucu olarak çöp bir tehdit haline geldi. Bugün yaklaşık 130 bin madde doğada çözünmüyor. Anne sütüne, besin zincirine katılarak bedenimize tekrar dönüyor.

Attıklarımıza dönüşüyoruz. Bu da bizi Elias Canetti’nin muhteşem kitabı Kitle ve İktidar’a taşıyor.

“Attıklarımıza dönüşüyoruz!” çok güçlü bir vurgu. Biraz daha açar mısınız?

Devletli toplumsallıkların ilk kıvılcımı olan çit ile başlayan sürecin en eski, en kapsamlı, en istikrarlı ve en etkili örneği Çin Seddi’dir. Yapımı yüzlerce yıl sürmüş, binlerce kilometre uzunluktaki bu duvarın yapım gerekçesi “içeridekileri düşmandan koruma”dır. Ardından Berlin Duvarı, İsrail Duvarı, ABD-Meksika Duvarı, Türkiye-Suriye Duvarı… vb. diğer duvarlar gelmiştir. “İçeriye alınan” ve “dışarıya atılan” gerilimi üzerinden düşündüğümüz zaman duvarın dışarısında kalan atılandır: Çöptür! Duvar yapımını onaylayan her kişi de atandır.

Bu yüzden her devletli toplumsallık bir diğerini “atılması gereken” olarak tanımlar: Sınır çizer ve duvar örerek diğerini aşağılar.

Bu yüzden her devletli toplumsallık varlığını bir diğerine borçludur. Bu yüzden her devletli toplumsallığa kayıt olan her tebaa bir diğer devletli toplumsallığa kayıt olan tebaa için atılandır, atılması gerekendir: Çöptür.

Yakın tarihlerde yaşanan çarpıcı bir örnek olarak Akdeniz’in derinliklerine itilen binlerce mülteciyi hatırlamak yeter.

Biraz fazla soyutlamıyor musunuz?

Hayır! G. Bataille (Lanetli Pay), Z. Bauman (Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları), W. Brown (Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik), C. Levine (Biçimler: Bütün, Ritim, Hiyerarşi, Ağ) ve E. Canetti’yi (Kitle ve İktidar - Körleşme) beraber okuduğunuz zaman ister istemez “her toplumun bir biçimi vardır, o biçim de duvardır!” noktasına geliyorsunuz. Düzenli ordu kurmanın olağan sonucu olarak duvar. Bu da bizi Adorno’nun “yanlış toplum” saptaması üzerine düşünmeye çağırıyor.

Kısaca: Devletli toplumsallıkların tebası olduğumuzda zaman duvarı biçimlendiririz, duvar da bizi biçimlendirir. Varlığımız duvarın bir parçasına, duvar varlığımızın bir parçasına dönüşür.

Kitapta çokça kullandığınız “Dünya Devleti” ve “Tanrı Devleti” kavramlarını biraz açmanızı istesek…

Kavramlara N. Ferguson ile A. Augustinus ve F. Nietzsche’de rastladım. Ve bugünü anlamak için çok kullanışlı olduklarını fark ettim. İlki, gelmiş geçmiş en kapsamlı ve güçlü imparatorluğa işaret etmek için kullanılmıştı. Britanya İmparatorluğu dünyaya ekonomik, kültürel, siyasi ve ekolojik bir model öneriyor ve benimsenmesini sağlıyordu: Ön adı kapitalizm, soyadı da pan-kapitalizm olan bir model bu. Artık bütün dünya pan-kapitalizmin güdümünde. Ve kurallarını da piyasa belirliyor. Aktörleri de devletler değil, uluslararası şirketler.

Kabul edilmesi gereken basit, çıplak gerçek şu: Diğer bütün imparatorluk özlemleri artık siyaset, sosyoloji, felsefe ya da tarihin değil, psikanalizin konusudur.

Ömer Faruk (Fotoğraf: Berge Arabian)

“Ölümden sonra hayat” inancına göre şekillenmiş olan “Tanrı Devleti” ise müthiş bir güç ve prestij kaybı yaşıyor, oyunu pan-kapitalizmin kurallarına göre oynamak zorunda kalıyordu. Sembollerle varlığını sürdürüyor ama pratik olarak sahada ciddiye bile alınmıyordu.

Her ikisi de lokal savaşlara girişiyor ama kimin galip geleceği biliniyordu: Mutlak olarak kazanan her zaman “Dünya Devleti” ya da pan-kapitalizmdi.

Bu durumun adını koyarak hiç olmazsa taşların yerine oturmasını, başlangıca ve sona nüfuz etmeyi amaçlayan bir soyutlama düzeyinin yerleşmesini sağlamak istedim.

Peki, nasıl oluyor da perine merkezi bir yerde duruyor kitapta?

Tolstoy’a atfen çok kullanılan bir cümle vardır: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

Antroposen Çağı ile birlikte gidecek yer kalmamıştır. Tüm yaban alanlar insan denetimine girmiş, insanın hareketli ve hareketsiz canlı türleri üzerindeki egemenliği tamamlanmıştır. Artık yaban yoktur, dolayısıyla yabancı da yoktur, bu yüzden yabancı da gelmez.

Çünkü artık devletli toplumsallığa kayıtlı her tebaa duvar, başka bir devletli toplumsallığa kayıtlı her tebaa ise ötekidir, atılması gerekendir: Çöptür!

Bu yok oluş noktasına itiraz edilemeyecek bir biçimde işaret edebilmek için vajina/penis ile anüs arasındaki bölgeye (perine) işaret etmek istedim. Hem çok yakınımızda hem de çok uzağımızda. Üstelik inkâr edilemeyecek bir biçimde de bize ait.

Böylece başlangıç ve sona, doğum ve ölüme, temiz ve kirliye, üretim ve tüketime, güzel ve çirkine, organik ve inorganik olana, yüceltme ve aşağılamaya aynı anda, eşit uzak ve yakınlıkta bakabileceğimiz bir kürsü oluşturmak istedim.

Evet, perineden bakmanın üniversitelerden, parlamentolardan, gökdelenlerden, AVM’lerden, kanaat önderlerinden, köşe yazarlarından daha ikna edici bir perspektif kazandırdığını düşünüyorum.

“Baharatlı sohbetler sofrası” bölümünü okurken hem eğlendim hem de öfkelendim; çok uyarıcı bir bölüm – şiddete başvuranla sanatçıyı karşılaştırmanız…  

Sürekli krizden söz ediyoruz. Bu krizin kökenleri ve sonuçlarının görünür olması ise tümüyle “kültür sanat camiası” denilen camianın sorumluluğunda. Bu camia hem yaptıkları hem de yayın yönetmeni, köşe yazarı, kanaat önderi… gibi konumlanmalarıyla bu sürekli krizin parçası bence. Marmara Denizi iki günde fosseptik çukuruna dönüşmedi. Deniz salyası (müsilaj) yüzeye çıktığı, görünür olduğu için gündeme geldi. Şimdi yüzeydeki köpük alındı, müsilaj dibe çöktü ve gündemden düştü. Tekrar yüzeye çıkana kadar da gündem olmayacak. Ama deniz fosseptik çukuru olarak kullanılmaya devam ediyor.

Açıkça söylemek gerek: Kültür-sanat camiası da sürekli krizin bir parçasıdır, ama kendisini sorunun bir parçası olarak sorgulamamaktadır. Hayat mı sanatı yoksa sanat mı hayatı taklit eder ikileminde hayatın sanatı taklit etmesi şıkkında mevzilenmiş ve ufkunu sınırlamıştır. Oysa sanat uçsuz bucaksız ufuk genişliğinden söz almalı; hayatı kendisine çağırmaktan, bu uğurda saçmalamaktan sakınmamalı, şiddet kullanılarak dikkat çekme çabasına mahal vermemelidir. Çok mu zor bütün sokak, cadde, meydan, köprü, üniversite, park, orman adlarından kişi adlarının kaldırılmasını istemek? Yaşama alanlarını işgal ederek, yok ettiğimiz hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin adlarını bu yerlere vermek? Ya da “âşık olmadan çocuk yapmak suçtur!” demek?

Yeni bir kitap üzerine çalışıyor musunuz?

Yarabıçak yıllardır kitabevlerinde yok. Genişletilmiş yeni basımını hazırlıyorum. Zihniyeti Rus Devrimi’nin koordinatları içerisinden şekillenmiş bir “Devrimci” ile Gezi’ye tanık olmuş bir “Çok Kalpli Asi”nin dertleşme kitabı olacak. Yaz başında elimden çıkar sanırım.

Son bir cümle!

Artık hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yanı sıra, tarım yapılamadığı için bize başlangıcı hatırlatan dağları ayakta tutan kayalarla da kendimizi eşdeğer kılan bir düşünce ve eyleme hattı izlememiz gerek. Onlarla kendimizi eşit uzak ve yakınlıkta kılan bir yeni kamusal alan tarifine ihtiyacımız var…

Ömer Faruk
Bir Aşağılama Olarak Çöp
Yeni İnsan Yayınevi
2022
256 s.

•