"Beni temsil eden mavi noktaya bakıyorum.” 

Hakan Bıçakcı: “Çıkış noktam sansürdü. Keyfi ve ikiyüzlü bir şekilde uygulanan, her geçen gün biraz daha absürd bir hal alan sansür olgusundan duyduğum rahatsızlık. Genelde çıkış noktam bir tür rahatsızlık olur zaten.”

17 Mart 2022 06:20

 

Hakan Bıçakcı’nın Silinmiş Sahneler romanı izlediği sahnelerin sakıncalı taraflarını sansürleyen bir kurgu operatörünün hayatının anlatıldığı olaylar silsilesinin içine davet ediyor bizleri. Bu çağın insanını, mücadelesini, huzursuzluğunu, rahatsızlığını şüpheci bir şekilde yansıtan bu isimsiz kahramanı iyi tanıyoruz. Çağdaş edebiyat içerisindeki yolculuğunun 20. yılında yolculuğuna yeni romanı Silinmiş Sahneler ile devam eden Hakan Bıçakcı ile konuştuk.
 
*
 
İlk romanınız yayınlanalı 20 yıl olmuş Hakan Bey. Toplamda, Silinmiş Sahneler ile birlikte 15 kitap. Edebiyat içerisindeki bu 20 yıllık yolculuk nasıl geçti?
 
Böyle söylenince bana da tuhaf geliyor. Bir yandan “nasıl geçti anlamadım” diyorum, bir yandan da ilk yola çıktığım zamanları bir önceki hayatımmış gibi hatırlıyorum. Kitaplar bir yana, sadece bu vesileyle tanıştığım insanlar için bile iyi ki çıkmışım bu yola diyorum.
 
Kitap sayısına gelince, “şu kadar zamanda bir kitap çıkmalı” gibi bir düşüncem olmadı hiç. Yani ne acele ettim ne özellikle ağırdan aldım. Herhangi bir takvime göre hareket etmedim. Her şey doğal akışı içinde gelişti.
 
Silinmiş Sahneler ile ilgili ilk olarak romanı size yazdıran sebepleri sormak istiyorum. Çıkış noktanız neydi?
 
Çıkış noktam sansürdü. Keyfi ve ikiyüzlü bir şekilde uygulanan, her geçen gün biraz daha absürd bir hal alan sansür olgusundan duyduğum rahatsızlık. Genelde çıkış noktam bir tür rahatsızlık olur zaten.
 
Sonra sinema okuyup yönetmen olma hayaliyle sektöre giren bir kurgu operatörünün, kendini birilerinin “sakıncalı” bulduğu sahneleri kesip buzlarken bulması fikri geldi. Geçinebilmek için kabul etmek zorunda kalıyor korkunç bulduğu bu işi. Tam bir “hayaller-gerçekler” durumu yani. Çağımıza uygun, çelişki yumağı, mutsuz bir karakter. Bu kadarı bir roman için yeterli malzeme olmadığı için bu fikir kenarda bekledi bir süre.
 
Ardından karakterin “tuhaflıklar”la karşılaşması ve bu arızalı durumu kendi içinde çözmeye çalışması akışı eklendi. Bu da zaten romanın omurgasını oluşturdu. “Sakıncalı” bulunan sahneleri filmlerden atarken gerçek hayatta karşısına çıkan, olmaması gereken sahneler. Karakterin bu tuhaflıklar karşısında donup kalması, görmezden gelmeyi ve üstüne gitmeyi denemesi üzerinden üç perdelik yapıyı oluşturdum diyebilirim özetle.
 
 
Romanın çok parçalı yapısı çağımızın günlük hayattaki akışının temsili şeklinde ilerliyor. Parçalı yapının bir kaynağı da kahramanın mesleği mi?
 
Parçalı yapı, mesleği montajcı olan, görüntü parçalarını sıralayıp birleştiren kahramanın merkezde olduğu bir roman için uygun oldu bence de. Şehir koşuşturmasının günlük hayatı bir tür parçalı kurgu gibi algılamamıza neden olması da bu tekniği kullanmam için ayrı bir etkendi. İnsan bazen geriye dönüp baktığında yaşadıklarının sırasını karıştırıyor.
 
Bu kurgu tercihi romanı yazarken beni en çok uğraştıran ama bir yandan da en eğlenceli bulduğum unsur oldu. Ayrıca bir oyun alanı da sağladı bu durum. Örneğin önce aile yemeğinde görüyoruz karakteri. Sonraki bölümde aile yemeğine giderken. Ve sanki yaşanıp bitmiş bir âna bir yerinden eklenmeye gitmekte olduğunu hissediyor karakter. Neler yaşanacağını önceden bildiğini söylüyor. Normalde de yapılabilecek bir tespite ekstra ironik bir hava katıyor bu da. Bu örnekte olduğu gibi, önceden planlamamış olduğum birçok ilginç imkân sundu bana bu karışık anlatma tekniği.
 
“Beni temsil eden mavi noktaya bakıyorum.”  Romanı başlatan bu ilk cümleden yola çıkarak soracak olursam, bize kendi hikâyesinin temsilini anlatan kahramanımız nasıl biri?
 
İlk cümlede, telefon ekranındaki kendisini temsil eden mavi noktaya baktığını söylüyor karakter. Biz de ondan önce, onu temsil eden bu dijital işareti görmüş oluyoruz ilk başta. Romanın yabancılaşma üzerine olacağının ilk işareti sanki bu. Hemen sonrasında haritada olmayan bir süs havuzunu görüyor karşısında. Bu da başka bir işaret.
 
Kahraman tam bir güvenilmez anlatıcı. Kendimizi anlattıklarına gözümüz kapalı teslim edeceğimiz Tanrı-anlatıcılardan değil yani. Edebiyatta sevdiğim bir gelenektir güvenilmez anlatıcılar. Tüm roman karakterlerim de böyle oldu aslında ama Silinmiş Sahneler’in kahramanı o kadar güvenilmez ki, bırakın okurun onun aktardıklarından şüphe duymasını, bizzat karakter kendi zihninden şüphe ediyor. Kendi bile kendine inanmıyor yani.
 
Mekânsal anlatımlar da romanın zıtlıklardan beslenen, zaman kaymalarına ve bilinç yarılmalarına sebebiyet veren yapısını destekler nitelikte. Ne dersiniz?
 
Mekân tasvirlerinde her şeyin birbirine karıştığı, estetik bir erozyon görüyoruz. Bu, romanın arka planına yayılan bir anlayış. Karakter, adına şehir hayatı denen kaosun içinde savruluyor. Etrafındaki hiçbir yapı özenilerek, kendine has bir üslupla inşa edilmemiş. Hepsi el yordamıyla, tüm kişiliksizliğiyle, bir an önce müşteri çekmek için çatılmış. Üniversiteler dahil.
 
İsimsiz kahramanımız çağın tüm “ilişiksiz ilişkilerine rağmen” bir ilişkiye başlıyor. İlişkiler ve cinsellik; bu iki konu bu toplumun sahneye koyduğu hayatın en karanlık, en abartılı, en silinmiş, doğru bir şekilde bir türlü yaşanamayan meseleleri ve bu sebeplerden Silinmiş Sahneler’in de en önemli katman sahnelerini oluşturmuş desem, ne söylemek istersiniz?
 
Cinsellik silinmesi gereken kategorilerden sadece biri. Romandaki ilişki, karakterin hayatını kurtarıyor bir açıdan. Ayağı yere sağlam basan, dürüst ve çelişkisiz bir insan olan Esra’nın varlığı romanı ferahlatıyor, olumlu anlamda hafifletiyor. Karakterin tek başına olduğu anlar yeterince kasvetli ve gerçeküstü çünkü. İlişkinin başlangıcının bize dayatıldığı gibi “romantik” olmaması, ileride mutlu olmayacakları anlamına gelmiyor. Tabii tam tersi de geçerli.
 
Roman boyunca kitaplar, müzikler, filmlerle disiplinler arası bir akış sağlanıyor. Günümüzün değişimlerine de vurgu yapılırcasına sesli kitap dinliyor mesela kahramanımız ya da müzikte dijitalleşme ön plana çıkıyor. Tüm bunlar romana yayılmış ve hikâyeyi doğru yerlerden desteklemiş, hatta bir ritim yaratılmış…
 
Çok teşekkürler… Bunlar, yani bu diğer disiplinler kendiliğinden katılıyorlar anlatıya. Onlara yer vermek için özellikle bir gayretim olmuyor. Muhtemelen günlük hayatımda çok yer işgal etmeleri, karakterin algıda seçiciliğine de yansıyor. Tabii bu roman özelinde karakterin eski bir müzik yazarı olması, memlekette müzik dergisi kalmadığı için bu mesleğinin de buharlaşmış olması ayrıntısı var. Bu nedenle de müzik bu kadar çok radarına giriyor.
 
Silinmiş Sahneler’in belki de tamamını pandemi döneminde yazdınız sanırım. Nasıl bir dönemdi sizin için ve bu dönem edebiyata nasıl yansıyacak?
 
Aslında romanın fikri pandemiden önce aklımdaydı. Ana hatlarıyla da olsa… Salgının başı, evlere kapandığımız, sokağa çıkma kısıtlamalarının olduğu dönem benim için çok verimsizdi. Hayatım boyunca yazmak için en çok vaktimin olduğu ve hayatım boyunca en az yazdığım dönemdi. Donup kaldım adeta. Okuma ve izleme anlamında verimliydi ama üretme açısından tam tersi oldu. İlk şoku atlattıktan sonra, dünyanın dönmeye devam ettiğini görünce yavaş yavaş döndüm klavyenin başına. Bunlar benim yaşadıklarım tabii. Bu dönemin edebiyatı nasıl etkileyeceğini ise zaman gösterecek.