“Olmayan sürüklenen örtülü”

"Yetmiş yaşına kadar yaşayan şair azdır. Yetmişinden sonra şiire devam eden şair daha azdır. Yetmişinden sonra en iyi şiirlerini yazan şair dünyada tektir: Wallace Stevens. Bu durumda Süreyya Berfe’nin kahramanca çabasına hayran olmamak mümkün değil. Tabii Cevat Çapan ile Hilmi Yavuz’unkine de."

14 Temmuz 2022 21:30

 

Yetmiş yaşına kadar yaşayan şair azdır. Yetmişinden sonra şiire devam eden şair daha azdır. Yetmişinden sonra en iyi şiirlerini yazan şair dünyada tektir: Wallace Stevens. Bu durumda Süreyya Berfe’nin kahramanca çabasına hayran olmamak mümkün değil. Tabii Cevat Çapan ile Hilmi Yavuz’unkine de.

***

Biçimsel dönüşüm ve ustalaşmayı bir yana bırakırsak Berfe’nin olgunluk şiirini iki döneme ayırabiliriz. Hayat ile Şiir’den (1980) Seni Seviyorum’a (2002) kadar süren “şehir-içi” dönem ve en geç Foklar Söyledi Ben Yazdım (2005) ile başlayıp bu son kitabı da (Yavaş Yavaş Bilemiyorum, 2022) içine alarak devam edeceğe benzeyen “şehir-dışı” dönem. İlk yarıda şair şehrin içinde, şehirlilerle konuşuyordu, bazen de şehrin içinden dışına doğru söylenerek. Bu dönemin doruklarından biri, ‘70’li yılların ortalarında Birikim dergisinde çıkan ve sonra Ufkun Dışında (toplu şiirler, 1986) kitabına alınan “Yazı” ve bir de “Önemli Değil” başlıklı uzun şiirlerdir. İkinci dönemde, Foklar Söyledi Ben Yazdım başlığının da belli ettiği gibi, şair kendini ve şehri aradan çıkarıp dolaysızca “Doğa”nın sözcüsü veya çevirmeni olmayı üstlenmiş gibidir. Eskiden de alay ve şikâyet konusu olan şehirlilik (“insan ilişkileri”, “Sibel Egemen toplum” vb), şimdi basbayağı bir nefret nesnesidir.

Kaskatı bir ayrım değil bu: İlk dönemde ikinci yarıyı haber veren örnekler olduğu gibi, ikincisinde de eskinin şehirli hırçınlık ve tartışmacılığını hatırlatan parçalara rastlarız. Başka bir yerde de söylemiştim, gençlik döneminin en güzel şiirlerinden olan “Kasaba” (1966, Ufkun Dışında), şehir olmayan ama tarihsiz dümdüz bir doğa da olmayan bir varoluşa sevgiyle bakıyordu. Konu dışında çıkmak pahasına, bazı kısımlarını aktarmak (tekrar okumak) isterim:

Yalınayak bir çocuk koşuyor caddede
Buğdaysı sesiyle öğleyi ürpertiyor
Sarı duvar diplerinde köpekler uyuyan
Yağ kokularıyla baygınlaşan öğleyi titretip
Arnavut kaldırımlı sokaklara dalıyor

Yanık yüzlü kısa saçlı
Çatlak topuklu bir çocuk
Tek başına koşuyor

Bakışlarında değirmenin ağır dönüşü var
Aklında saçları örgülü ablalar
Giremediği kır kahvesi
Kucağında koca bir kasaba
Dalıyor sokaktan sokağa
Koşuyor durmadan koşuyor. 

Kasabayı götürür gibi gözden kaybolurken
Tam önümde pencerede
Kasaba yavaş yavaş başlıyor
Çünkü üzüm dolu kerteller
Tütüncüler çeltikçiler
Akşamla kasabaya dönüyor 

Akşam sessiz bir tören gibi başlar
Ve dönenleri
Tozlu yorgun bir özlemle dönenleri
Sevinçle karşılar
En temiz rüzgârı saklamıştır onlara
En yıldızlı geceyi

(…) 

Kovalarla su taşıyan
Gür bıyıklı geniş omuzlu ihtiyarla
At sırtında kasabaya dönerim 

O her seferinde kasabayı unutur
İstanbul’u anlattırır bana
Resimlere bakar
Denizi köprüyü camiyi anlattırır
İstanbul’un artık başka bir yere taşınması gerektiğini söylerim.
O yine bana İstanbul’u sorar

(…) 

Otobüs kalktı gidiyorum
Ilık kanlı ege rüzgârı
Belli belirsiz yüzüme değiyor
Uzayan kolları
Çam tozlarını
Ve tabiatın o andaki definesini toplayıp
Kasabaya varıyor 

Yol üstündeki biraz içerdeki
Kasabanın biricik kutsal annesi
Serviliklere otağ kurmuş susuyor
Hayattan dönecekleri bekliyor sanki 

Oysa kasaba arkamda uzakta
Gerilmiş manzarasındaki heybet azalıyor
Sesi kahvesi insanları yok
Damla damla soluyor.
(…)

Berfe’nin askerliğini öğretmen olarak yaptığı Manisa’dan dönüşünü sahneleyen bu şiirde bir de “çatık kaşlı kalleş yüzlü anne” motifi var ama hem bütünle bağı biraz karanlık olduğu hem de konuyu çok dağıtacağı için üzerinde durmayacağım.[1]

Öte yandan, Yavaş Yavaş Bilemiyorum’da bile şehirle o eski şehir-içi tartışmanın izleri, uzantıları bulunur. Mesela, kitabın en iyi parçalardan biri: “Denize // atılmış gibi duran akşam / gürültüden dumanlardan / kokulardan çöp izlerinden kaçtı / Çıplak huysuz kendini yadırgayan / bir karanlıkla baş başa kaldık.” Hepsi ama özellikle son iki satır ancak şehrin kesinliksiz hayhuyunun içinden gelmiş olabilir. Bence şu da şair ile doğanın dolaysız temas iddiasını çürüten nefis bir örnek: “Bir // okumazyazmazın / otlardaki sulardaki / dağlardaki yellerdeki izlere baktığı gibi / bakıyorum sana // Buralarda olmasan da”.

Öte yandan ödüllü Seferis ile Üvez (2010) kitabının “Bugün Salı mı Şimdi” bölümü, en çok da “Sabah Sabah” başlıklı parça, merkezine silikozis hastası kot taşlama işçilerini (şehrin kavgasını) almasıyla eski dönemin en güçlü şiirleriyle aynı hizadadır bence.

*** 

Şiirin doğa ile, daha çok da tarımsal değil el değmemiş doğa ile özel bir ilişkisi olduğunu inkâr edecek değilim. Anday, Oktay Rifat, Edip Cansever en bağlı olduğum şairler arasındadır. Herkes şehir konuşmalarının içinden yazmak zorunda değildir, kendileri de dahil herkes Turgut Uyar, İzzet Yasar, Necmi Zekâ veya Ömer Şişman gibi yazmak zorunda da değildir. Ama iş doğanın dolaysız tercümanlığı iddiasına gelince farklı bir durum ortaya çıkıyor.

Oktay Rifat, Anday ve Cansever’in şiirindeki “doğa”, ancak kendi yitirilişi içinden görülen, duyulan, çağırılan bir doğadır. Cansever’in bu doğrultuda en iddialı (ve internette birtakım görüntülerin yanına iliştirilerek epeyce istismar edilen) dizeleri ancak bir kopuş ve yenilginin ardından söylenmiş olabilir: “Doğasın sen / Bir sen beklersin beni, bilirim / Sesimi, düşlerimi, kırık parmaklarımı”.

Doğanın dili yoktur, bize bir şey söylemez. Doğanın birimlerinin, parçalarının son derece gelişmiş iletişim sistemleri olabilir, uzak ağaç köklerinin bile birbiriyle “konuştuğunu/gönderiştiğini” öğreniyoruz. Ama ancak bir soyutlamayla (tek tek yapraktan, taştan, esintiden, tümsekten, çukurdan, saksağandan, fareden, mikroptan soyutlamayla) varılan o “doğa” düşüncesi bir suskunluğa işaret eder. “Doğa” insanın ondan ayrılışının kavramıdır, onunla dolaysız yakınlığını yitirişinin. Emekle, şiddetle ve dile geçmekle doğadan kopuşunun. İnsanın konuşmasıyla doğanın dilsizleşmesi birdir. Doğa suskundur, bize bir şey söylemez, ama çınlayan bir sessizliktir bu, bize bir şey söylediğini hissederiz, Magritte’in resimlerindeki tek beyaz bulutlu masmavi bomboş gökyüzü gibi. Adorno, doğa güzelliğinin “sanki” kipiyle çalıştığını söyler Estetik Teori’de:

“Doğanın güzelliği kendinden fazla bir şey söylermiş gibi görünmesinde yatar. Sanatın gerisindeki tasarıysa bu ‘artı’yı kendi olumsal, rastlansal çerçevesinden koparıp onu belirlenmiş kılmaktır ki, bu da başka şeylerin yanında onun gerçekdışılığını olumsuzlamak demektir.”

Ama bugünün sanatçısı bu ayrılığı inkâr edip doğanın “sahiden” konuştuğunu ve şehrin gezeveliklerine kulaklarını tıkayabilenlerin de bu konuşmayı işitip öylece aktarabileceğini iddia ederse hem doğaya hem de kendi şairliğine haksızlık etmiş olur (bu tür şiirlerin çabuk eskimesinin, yazıldıktan kısa bir süre sonra biraz “kof” bir tını vermeye başlamasının sebebi de bu değil midir). Doğanın “ağzına” kendi berrak veya bulanık duyuşlarımızı, düşünlerimizi veririz. Bu düşünceler ne kadar kolaycı ve basitse doğa da o kadar saçmalar. Çok karmaşık ve dolaylı olanları da (demek anlık ve keskin his doğurmakla kalmayıp sahiden çeviri ve yorum gerektirenleri) zaten onları öylece aktarmamıza uygun değildir, bizim kadar bulanık ve belirsizdirler, başarılı şiirde bir kıvam ve çeviklik kazanmış olsalar da. Mesela Yavaş Yavaş Bilemiyorum’dan şu nefis şiirde olduğu gibi: “Denize // atılmış gibi duran akşam / kokulardan çöp izlerinden kaçtı / Çıplak huysuz kendini yadırgayan / bir karanlıkla baş başa kaldık”.

***

Şiirin ritüelden henüz tam ayrışmadığı, şairin Pindaros veya Karacaoğlan gibi yumuşak bir ayrılık tonuyla çevresindeki doğayı hâlâ “terennüm edebildiği” (şüphesiz bunu da belli kalıp ve konvansiyonlar aracılığıyla yaptığı) bir çağda yaşamıyoruz, en geç Sanayi Devrimi’nden beri. Bu ülke böyle bir devrim yaşamadan modernleşti/kapitalistleşti; dolayısıyla açık komünist temalar içermediği zaman kısmen devletçe desteklenen bir tür tarımsal sanat/şiir de hep var oldu, çoğu zaman kendi sanatlığını inkâr ederek, “işçilik” sorumluluğundan feragat ederek. Berfe’nin şiiri de “Kasaba” gibi erken lirik parçalardan sonra, Gün Ola (1969, galiba Dev-Genç’in öncüsü Fikir Kulüpleri Konfederasyonu –FKF– ödülü almıştı) ve Savrulan (1971) kitaplarında o yola girmiş göründü, daha çok Meksika tarzı bir sosyalist gerçekçiliği üstlenmişti, “Toprak Reformundan Önce Üç Şiir” gibi parçalarla. Ama Savrulan’da “Salazar Nereye Gömülecek” ve “İspanyol İşçileri” gibi tarım-dışı şiirler de vardı. Berfe’nin yol değiştirmesi tam 12 Eylül’de çıkan Hayat ile Şiir’le olur.

Şiirin “heroik” duruşundan, nutukçu ve hamasi tonundan vazgeçip belli bir kızgınlıkla da olsa gündeliğe “indiği” (“gönül indirdiği” de denebilir) bir dönemdir Berfe için, darbeden önce başlamıştır. Kolay sonuçlardan kaçınılması, karmaşıklığın üstlenilmesi değilse bile kabullenilmesi, kaydedilmesi de aynı yıllarda başlar. “Soru” başlıklı şiir: “Nedir bu aşk / Bu öteki önceki / Olmayan sürüklenen örtülü / Parçaları mı bir göktaşının / Zakkum ağaçları mı / Girilmesi yasak bir bahçedeki.”

Cevabın kolay (belki de mümkün) olmadığı gibi bir düşüncenin son kitabın başlığında da sürdürüldüğü düşünülebilir: Yavaş yavaş bilemiyorum. Ama yanlış olur bu düşünce. Hayat ile Şiir’deki “bilgisizlikte” öznenin gerçek bir çözümsüzlükle, gerçek bir karmaşıklıkla karşılaştığı, bu sınırlanmayı derinden hissettiği, ama onu yüceltmediği, bir övünme vesilesi haline getirmediği besbellidir. Çok daha önce (Seni Seviyorum) başlayıp son kitapta iyice belirginleşen “bilgisizlik” türündeyse bunun ancak “tahsille” elde edilen, onurlandırıcı, özenilecek, övülesi bir mertebe olduğu ima ediliyordur. Bir tür arınma sürecidir, şehrin (demek karmaşıklığın, zorluğun, sınırlılığın) pisliklerinden temizlenme süreci.

Bu tavır bazen güzel sonuçlar da verir: “Bahar da duyar / gelişinin acısını // … // Bahar işte / ne anlatırsın / ne gereği var / Yavaş yavaş bilemiyorum”. Ama bir sorumluluktan, bir zihinsel emekten ve duyuş keskinliğinden kaçınma eğilimi de sezilir: “Bahar akşamlarının yalnızlığı / neye benziyor / Yavaş yavaş bilemiyorum.” Ve pek ikna edici olmayan şu dizeler: “Otlar / İnsanlardan daha iyi bilir / bahar yorgunluğunu”. “Melih Cevdet ise sanki kendi ölümüne hızla koşarken “Benzerim otlar için özlem” deyip geçiyordu.

Ama bu tavır bazen kendini aşan, kendini yadsıyarak öteye geçen çok güzel sonuçlar da verir: “Sabaha doğru / bahar yağmuru // Şiir bazen görülebilir”. Ve en çok da şu: “Daha bir şey görmedim / yeni geldim diyorsun // Dünya da böyledir.” Herhangi bir şerhle, yorumla ihlal edilmemesi, kirletilmemesi gereken bir… ne? Safiyet veya içtenlik değil. Olsa olsa, zorluğun, sınırın içerilmesiyle elde edilmiş bir muafiyet, bilginin yükünden muafiyet.

Bu kitapta göndermeler, ara-metinler var. Başta Cemal Süreya’nın Güz Bitiği kitabına: “En hassas olduğum / âşık olduğum bir zamanda / önce Jose Cardoso sonra I Musici / Keşke yalnız bunun için / sevseydim seni // Akşam iniyor / yüzleşmek istiyor / Yukarılarda yaşayamaz / siner aşağılara içerilere / Bunun için mi // Yarı karanlık yarı aydınlık / sonbahar demek / Dile getirebildiğin tek gerçek buydu / buydu çerçeveden taşan ışık / Bunun için mi.” Kitabın en etkili parçalarından biri.

Ama kendi en güçlü şiirine de (“Eski Sis”) gönderme var: “Sisi küçümsemeyelim / az mı sanatçı hediye etti / bu dünyaya”. Şiirin ardında Fikret, onun da ardında Süreyya.

*** 

Galiba daha önce de yapmıştım, Berfe’den bahis açılınca 1974 tarihli şu şiiri “terennüm etmekten” kaçınamıyorum, “Kıbrıs”:

4250, Kıbrıs’taki çarpışmalardan sonra Yunan ve Türk resmi makamlarının açıkladıkları ölü sayısıdır.

1 darbe 3 emir 10 çıkarma gemisi
4250 asker 4250 kimlik 4250 mezar

5 muhrip 50 ton bomba 100 makineli
4250 asker 4250 ölü 4250 tabut

10 jet 100 dalış 1000 isabet
4250 asker 4250 haber 4250 ilan

100 uçaksavar 1000 korugan 10000 cephe
4250 asker 4250 nüfus kâğıdı 4250 baş

1000 tank 10000 cemse 100000 malzeme
4250 asker 4250 tören 4250 dua

4250 insan 4250 komşu 4250 kardeş yok
Diğerleri şimdilik hayatta

Yine Galiba Adorno’nun bir yerde söylediği gibi, şiir çok zaman tahakküm ve şeyleşmenin kendi lisanını “taklit ederek” elde eder en büyük gücünü. (Ama son beyitteki kreşendo ve diminuendoyu da işitmeye çalışalım.)

 


[1] Kendisi de Süreyya’ların kuşağından birkaç yıl sonra yazmaya başlayan şair ve romancı Tahir Abacı eski Radikalİki’de çıkan bir yazısında (“Ne Şehir Ne Köy İllâki Kasaba”, 6/9/1998) kasabalılık haliyle ilgili kendi eski şiirlerinden birine değiniyor, ama Berfe’nin “Kasaba”sından hiç söz etmiyordu.