Oğuz Atay’ın uyumsuzlukları ve münzevilikleri yarım kilometre öteden bile belli olan kahramanları, hayatın yaşarken öğrenilecek bir şey değil, öğrenilerek yaşanılması lazım gelen birer mimarî proje olduğunu işite işite büyümüşlerdi...
13 Aralık 2017 13:50
Olay, kentimizin ne tarafına düştüğü bilinmeyen fakat mimarî açıdan hiç değilse bir önceki yüzyılın son çeyreğini tamamıyla kontrol altına alan semtlerden birindeki üç katlı bir gecekonduda geçiyordu. “Üç katlı gecekondu olur mu hiç” diye Hisarbuselik makamında çemkirmek için hazırlık yapan kıymeti de kıyameti de kendinden menkul kalbi kırık okurlara hemen hatırlatalım ki; ülkemiz ve ülkemizin saygıdeğer mimarları, çokkatlı gecekondu yapmak hususunda Orta Avrupalı ve Güney Amerikalı meslektaşlarına ders verebilecek bir donanıma zaten sahipti. Dolayısıyla, kimilerinin “olay,” kimilerinin de “hadise” kelimeleriyle tanımladığı esrarengiz mimarî ve insanî cinayet, o üç katlı gecekondulardan birinde yaşanacaktı.
Kıymeti sonradan bilin-miş gibi yapılan değerli yazar Oğuz Atay’ın sözünü ettiği gecekondu, sadece mimarî açıdan değil, sosyolojik açıdan da tutarlı bir dizayna sahipti. Söğüt ve erik ağaçlarıyla bezeli derme çatma bir bahçeye mi, yoksa Boğaz’a tepeden bakan sundurmalı bir avluya mı açıldığını bilemediğimiz giriş katında, büyük oğlu Hidayet’i vatan savunması için uçsuz bucaksız sınır boylarına hiç tereddütsüz gönderen halkımızdan Nurhayat Hanım, kozalak meraklısı oğlu Salim’le birlikte yaşıyordu. Nurhayat Hanım’ın evi, Türk geleneklerine de sirayet etmekte gecikmeyen gecekondu kültürüne uygun bir biçimde “yağsabuntozter” kokuyordu. Buna mukabil, üst kat, hiyerarşik dikkatlere ve şehircilik teamüllerine atfen, emekli de olsa bir albaya, Hüsamettin Bey Tambay’a ayrılmıştı. Emekli Albay Hüsamettin Tambay, giderek bir koğuşa dönüşen evinde Türk Tarih Kurumu’nun gönüllü gecekondu temsilcisi sıfatıyla Mütercim Âsım/ Mütercim Arif üzerinde çalışıyordu. Hemen altındaki salonda Tehlikeli Oyunlar’la meşgul olan komşusu Hikmet Benol’un ifadesine göre, düşünürken çok gürültü çıkaran Albay Tambay, bir taraftan da, bütün gecekonduyu ele geçirmek amacıyla sarı pirinç levhalardan faydalanıyordu.
Bir önceki paragraftaki ipucundan da anlaşılabileceği gibi, gecekondunun hem alttan, hem de üstten ikinci katında yani orta katta, sevgivesaire türünden modası çoktan geçmiş bir isim taşıyan karısından yeni boşandığı için gecekonduya hicret dışında bir çözüm bulamayan Hikmet Benol Bey kardeşimiz oturuyordu. Yine o dönemin mimarî zihniyetine aykırı düşmeyen bir biçimde “ekstra ekstra zeytinyağı” tenekelerinde dargınlığı yarım metre öteden hissedilen arsız çiçekler yetiştiriyor, tenekeler düşmesin diye pencerenin önüne çıtalar çakmaya da asla üşenmiyordu. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ni dereceyle bitiren mühendis ve müellif Oğuz Atay’ın verdiği bilgiye inanmak gerekirse şayet, Hikmet aslında sorunlarının gölgesinde gezinmek dışında bir kusuru bulunmayan iyi niyetli bir insandı. Üst kat komşusu Hüsamettin Tambay Albay ve alt kat komşusu Nurhayat Hanım’la kurduğu dostane münasebet bir tarafa, kozalak meraklısı Salim’in kompozisyon derslerine yardım ederken izlediği yöntem de bunun somut bir göstergesiydi.
Muharrir Bey evladımızın bu üç katlı gecekonduyu İTÜ yıllarından kalma faydalı bir alışkanlık dolayısıyla mimarlara nazire amacıyla mı seçtiği, yoksa tesadüflerin durgun suyu dahi bulandıran solgun taraflarına sığınarak mı bir akşamüstü oralardan geçtiği henüz bilinmiyordu. Bilinen, sokağın köşesinde servileri uzaktan bile göze çarpan küçük bir mezarlığın mevcudiyetiydi. Sadece bu kadarıyla yetinmek memleketin tabiat şartlarına uygun bir yaşantı türü değildi tabii ki; kaldırımlar arnavut taşlarıyla döşeliydi söz gelişi ve bazı pembe badanalı evlerin kapıları, muhtemelen ahirete yakın olma düşüncesiyle yeşile boyanmıştı.
Dışarıdan böyle bir habitat’ın ortasında yer alan üç katlı gecekondunun eviçlerine göz atmak, hem okurun hem de yazarın ruh ve beyin sağlığı açısından elzem kabul edilebilirdi. Eşyanın insana yardımcı olmadığı eviçleri, Eviç makamındaki acıklı şarkıların hayli ötesinde bir muhtevaya sahipti. Zaten bu yüzden, eşya ile birlikte yaşamasını bilmeyen, mütemadiyen eşyanın sürekliliğinden çekinen insanların sıkıntılarıyla çevrelerini kirlettiği yetmezmiş gibi, bir de gecekondu kültürüne musallat olmaları yadırganmazdı pek fazla. Lâkin, laf aramızda, kentin uzak semtlerinde yatay ve düşey vaziyette dolaştırılan münevver dekorasyona sahip aydınca perspektifleri -eğlence güdüsü dışında- ciddiye alan da bulunmazdı doğrusu. Onlar da, tıpkı Hikmet Benol Bey biraderimiz gibi, “Daha değişik bir dekor ne iyi olurdu. Tül perdeler-krem rengi güneşlikler ‘kompozisyonu’ yerine, mesela hiç olmazsa yeşil-gri armonisi... Sehpalar, camlar, camlı kitaplık, bir sehpa daha, sehpa örtüleri” benzeri hayflanmalarla Kirkor kardeşimizin meyhanesine koşarlardı.
Ne var ki, kahramanımız Hikmet Benol, öyle eviçlerinde yapılması ihtimal dâhilindeki küçük düzenlemelerle yetinecek bir insan değildi. Kimi zaman, bilhassa öfkesi odalara dar gelmeye başladığında, hayli radikalleşebilme yeteneğine de sahipti. Muhtemelen buna benzer samimiyet buhranı anlarında, İstanbul Teknik Üniversitesi koridorlarında beyhude bir çabayla sürüklediği adımları da müdâhil oluyordu müdahale manevralarına. Öyle ki, para zoruyla ayakta duran bütün yapıları yok etmekle kalmıyor, o çirkin binaları çok da sıkıntı çekmeyecekleri birtakım dağ başlarına doğru sürükleyip -gelincikleri hiç sevmediği hâlde- yerlerine olağanüstü genişlikte gelincik tarlaları iliştiriyordu. Tapu ve kadastroda gözle görülür kaymalara yol açması mukadder bu düzenlemelerin, insan zihninde dışarıdan pek de görülmeyen kaynamalara zemin hazırlaması doğaldı: Herhalde bu yüzden, büyük kütlelerin hapsettiği küçük ahşap evleri, tek servili mezarlıkları, yıkılmış duvarların kenarında büyümüş çimenleri, otları ve çiçekleri meşruten tahliye ediyor, kıyıları kapatan yüksek duvarlı yığınları denize itiveriyordu.
Tutunamayanlar’la mukayese edildiğinde hacim ve hücum itibariyle belli bir düşüş sergileyen Tehlikeli Oyunlar’ın sayfaları arasında, Süleyman Kargı ile karıştırılmaması gereken Süleyman Turgut diye birisi de kendi hâlinde geziniyordu. Süleyman Turgut Bey, romandaki fonksiyonu dikkate alındığında Sevgi’nin babası sıfatıyla yetinebilirdi ama mimarlığa meraklı olmak gibi bir başka meziyeti daha mevcuttu. Üstelik, sadece merak kelimesiyle bir köşeye bırakılabilecek bir heves de değildi bu. Süleyman Turgut Bey’in esas amacı mimarlık okumaktı, fakat ülkenin eğitim şartlarında sık sık kendini gösteren kaos onu da yakasından yakalayıp elektrik mühendisliği sahillerine sürüklemişti işte! Zira, Almanya’ya devlet hesabına gönderilecek talebe kontenjanında sadece elektrik mühendisliği kadrosu münhâldi. Bahse konu devlet bursunu kazanan Süleyman Turgut Bey merhum, en azından bir süre mimarlık hayallerini zihninin arka raflarına yerleştirmek zorunda kalacaktı. Ne yazık ki, devlet mensubu teknokratlar ile devlet bursunu tanzim eden bürokratlar, vatandaşlarını uzaktan gözleme imkânından mahrum bulunuyordu. Bu fırsatı başarılı bir biçimde değerlendiren Süleyman Turgut Bey de Berlin’deki büyük binaları hayranlıkla seyretmekten geri durmayacaktı. Bu hayranlık, memlekete dönünce işine yarayacak ve yaptırdığı evde mimarlık merakının mühim bir kısmını tatmin edebilecekti.
Üzerinde buğday başakları misali serpildiğimiz toprakların fikrî ve ferdî yapılanmasındaki önlenebilir aksaklıklar dolayısıyla, ufak tefek sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdı. (Doğrusu bu ya, hem böyle bir ayrım yoktu, hem de önlenmesi neredeyse imkânsızdı!) Bu sorunların mühim bir kısmı, Berlin’de tahsil ve terbiye peşinde koşan mimarlarla, İstanbul olduğunu tahmin ettiğimiz mucizeler kentinde meslekî faaliyet yerine meslek dışı alışkanlıklarını sürdürmekten çekinmeyen oda mensuplarının zihniyet farkından kaynaklanıyordu. Bu çatışmanın dışında kalmaya çalışan Süleyman Turgut Bey, Berlin tecrübesinin verdiği cevvaliyetle, inşâ ettirdiği evi altı metre yüksekliğinde tavana sahip büyük odalar ve salonlarla doldurmuştu. Bütün mimarlık teorilerine inat, kapının önündeki sundurmayı, Bergama’nın girişindeki saçağı süsleyen sütunlar taşıyordu. Ne var ki, inşâ faaliyeti memleketin yoksulluk zamanlarına denk geldiğinden yekpare mermer bulunamıyordu. Bu küçük teferruat, mermer görüntüsü verilmiş ahşap sütunlarla çözülecekti. Ön taraftaki estetik harikası oluşumu gizlemek veya daha fazla ön plana çıkarmak için olsa gerek, sundurmanın gerisindeki cephe, bakla şeklindeki renkli art nouveau camlarla çerçevelenmişti. Hangi tuhafiyeciden alındığı hakikaten bilinmeyen o tuhaf Marsilya tipi kiremitlerin rahatsız edici etkisini ise birkaç yılda her tarafı sarması beklenen sarmaşıklar giderecekti.
Tıpkı Süleyman Turgut Bey gibi, kızı Sevgi de bazı mühim şeyleri zihninde yaşamak dışında pek fazla kabahati bulunmayan bir insandı. Zihinsel faaliyetlerinin bir kısmını mimariye ayırmasının gerisinde, babasının genetik biliminin boşluklarından yararlanarak bunu bir aile geleneği hâline getirmesi gizleniyordu. Bu yüzden, yüksek binaların arasında sıkışmış küçük bir ahşap evin bahçesindeki eski duvarları görünce meseleye el atmasında şaşırtıcı bir taraf yoktu. Şaşırtıcı olan, babasıyla mukayese edildiğinde Sevgi’nin yeteneğinin belirgin bir tarzda öne çıkmasıydı. Önce bahçedeki otları sökmüş, sarmaşığı da duvarların bütün yüzeyini kaplayacak şekilde uzatmıştı. Arkasından sıra palmiyeyi diriltmeye gelmişti. Zihninde bunu da bir güzel becerdikten sonra taşlığın hemen önüne İngiliz çimi ekecek, aynı hizaya sabit bir bank, yanına da küçük bir camlı çiçeklik yerleştirecekti. Bütün bu çalışmaların zihninin çeperlerinde hayat bulması Sevgi’yi zerre rahatsız etmemişti, size ne oluyordu ki?
Üç katlı gecekondunun en üst katında yani Hüsamettin Albayım Tambay’ın ikâmet buyurduğu dairede, binaya firketeyle tuturulmuş gibi yerini yadırgayan bir de balkon bulunabileceğini hiç kimse tahmin etmiyordu tabii ki. Zaten bütün mimarlık ve mühendislik fakültesi talebeleri ancak filmin sonunda, üstelik hiç beklenmedik bir şekilde öğrenecekti durumu. Mevsimlerin birbirini sırayla takip etmekten usandığı günlere denk gelen bir ilkbahar ikindisi ya da sonbahar akşamıydı. Emekli Albay, askerlik günlerinden kalma bir alışkanlıkla Mütercim Âsım/ Mütercim Arif ciltlerinin başına çökmüş, “Tarih bir iptilâdır derûnumda” isimli bir uzun hava peşinde apolet eskitiyordu. Tam da o sırada veya biraz daha önce, Hikmet Benol Bey kardeşimiz, içinden çıkamadığı yaşantıları, dışında kalarak çözebileceğine dair garip bir fikre kapılıvermişti. (Olamaz mıydı?) Bu fikri tatbikat sahasına koyabilmesi için bir miktar balkon parmaklığı gerektiğini okur sıfatıyla biz görebiliyorduk ama roman kahramanı sıfatıyla Hüsamettin Tambay Albay göremiyordu. Sevgibilgenurhayathanım denkleminden yorgun düşen Hikmetciğim Benol pek de kararlı olmayan adımlarla balkona doğru ilerlerken, Emekli Albay’ın fanilalar altında bir top kumaşa dönüşen ellerini uzatıp kendini durduracağını umut ediyordu buna rağmen. Zira, balkon parmaklıklarının hiç de dayanıklı olmadığını, bu yüzden kendisine yaslanan bir insanın ağırlığını çok fazla taşımayacağını bilecek düzeyde mimarî tecrübeye sahip bir mühendisti.
Kentin hayli içerlek bir yöresinde konumlandığını tahmin ettiğimiz bir evin tavan arasında ise daha farklı, müellifin sevdiği kelimeyle söylemek gerekirse, daha elîm bir hadise yaşanıyordu. Mimariye meraklı edebiyat fakültesi mezunlarının hemen dikkatini çekeceği üzre, kentin içerlek yöresindeki evlerde tavan arası bulunması, modern mimarî geleneklerle uyumlu bir gelişme değildi aslında. Çünkü, apartman türü gecekonduların çoğalmasıyla birlikte, arsanın ve binanın her metrekaresi ayrı bir değer kazanmıştı. Bu da evde yaşayanlara serinlik, binanın yerleşme planına derinlik sağlaması bakımından faydalı bir çaba niteliği taşıyan tavan arası olgusundan çoktan vazgeçilmesini getirmişti beraberinde.
Meseleye böyle bakıldığı zaman, Oğuzcuğum Atay Bey’in İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki haylazlık günlerini sıradan amaçlar uğruna harcamadığını söylemek fazla mübalağalı bir tutum olmayacaktı. İnsanların, insanlardan meydana gelen kalabalıkların ve kalabalıkları yeri-yurdu belli bir topluma dönüştüren alışkanlıkların dağılımına dikkat edilirse eğer; tavan arası gerçeğinin farkına varanlarla, o gerçeğin çevresinde dolananların zihinlerinde egemenlik kuran uçurum elle tutulur bir görünüm kazanabilirdi. Hem mimarî hem de insanî yapılanma açısından yabana atılması pek de mümkün olmayan bu ihmal haritası, zincirleme trafik kazalarına yol açmakta gecikmeyecekti.
Trajik yanlarıyla hepimizin çocukluğunun gölgeli taraflarını zehirleyen Kemalettin Tuğcu kitaplarında, vazgeçilmesi mümkün olmayan bir mücevher parçası hâlinde ışıldayan tavan arasının çoktan unutulmuş mimarî değerler müzesine kaldırılmasının sebebi, sadece metrekare açgözlülüğüyle açıklanabilir miydi acaba? Batılı üniversitelerin beşeriyet kürsülerinde yoğunlaşan tartışmalar, hem muhteva hem de mahiyet bakımından bambaşka akarsulara kandil simidi taşıyordu. En basit ve sade yaklaşımla ifade etmek gerekirse, tavan arası olgusunu geri plana itme çabalarının modern mimarî bilinçlenmeyle doğrudan bir ilgisi bulunmuyordu. Bilhassa İngiltere, Fransa, Hollanda gibi modern ile geleneksel yaşantılar arasındaki kesişim çizgilerini ertelemeyen ülkelerde, tavan arası, mimarî varlığını sürdürüyordu. Bir tür kiler, depo, sandık odası yahut unutulmuş eşyalar koleksiyonu atmosferine bürünen söz konusu mekân, orada topaç çeviren yeni yetmeler kadar, yetişkinlerin de zaman zaman ilgisini çeken gizemli bir görünüme sahipti.
Oğuz Atay merhumun “Unutulan” isimli öyküsünde neredeyse bir hikâye kahramanı havasına dönüşerek yeniden karşımıza çıkan tavan arası, daha fazla uzatılmasına ya da tanıtılmasına artık lüzum görülmeyen bir tarihe, coğrafyaya ve hatta yurttaşlık bilgisine sahipti. Hikâyenin, “Ben tavan arasındayım sevgilim” cümlesiyle açılması, sinema kültürüne bir miktar aşina okuyucunun hemen fark edeceği gibi, dört kelimeyle son derece esrarlı, son derece büyüleyici ve bir o ölçüde de merak uyandırıcı bir atmosfer sağlıyordu. Mahcubiyet gemilerine yelken hazırlayan itiraf sahillerine sürüklenmeden söyleyelim ki, görsel hafıza bilgisiyle yetinenler için bu miktar bile kâfiydi aslında. Zira, bu cümlenin hiç de hayırlı bir neticeye doğru evrilmeyeceğini görebilmek uğruna çok fazla gözlük eskitmeye lüzum yoktu. Dediği gibi Necatigil’in, “Gençlerden ölümü gizlemek gerekirdi/ Ne diye zehir olsun şimdiden içtikleri...”
“Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar (...) Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Ve sonra yüzlerce eski fotoğraf.” Artık bir kadın olduğunu anladığımız hikâye kahramanımız, tavan arasında değil, gençliğinin ve çocukluğunun çıkmaz sokaklarında dolaşıyordu anlaşılan. Oralarda dolaşırken de daha önce iki evlilik yaptığını hatırlıyor ve “İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım” cümlesiyle teselli ediyordu kendisini. Hâlbuki, tavan arasına çıkmaktaki asıl amacı, geçmişine doğru yaralı bereli bir yolculuk yapmaktan ziyade, orada olduğunu hatırladığı birtakım kitapları bulmaktı.
“İlerideki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada, kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri, bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orada, oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti yaşantılar arasında. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ve resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta (...) Sol el yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz! Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma.”
Uzun alıntıdan da anlaşılacağı üzere, evlerin tavan arası, tıpkı bireylerde ve toplumlarda olduğu gibi, unutulup bir köşeye bırakılmak istenen, bir daha gün ışığına çıkartılmasında fayda görülmeyen birtakım şeyleri saklamak için ideal mekânlardı. Mimarî fonksiyon ile vicdanî fiksiyon bağlamında bu türden kestirme paralellikler bulunması, tavan arası kültürünün anlam ve önemine de uygun düşen bir değerlendirme tarzıydı. İnsan da tıpkı toplum gibi, işine gelmeyen yaşantıları, o yaşantılara ilişkin hatıraları, o yaşantıların hatıralarını taşıyan eşyaları tavan arasına kaldırıyordu. Modern mimaride artık adı bile anılmayan vicdanî fonksiyon, bunun için gerekliydi zaten. Tavan arası kültürünü yaptırma ve yaşatma cemiyeti kurulamayacağına göre, bunu da mimarlık fakültelerinin üstlenmesi icap ediyordu. Mimarî fonksiyon ile vicdanî fiksiyon arasındaki görünmez bağları çoktan kopartmış bulunan memleket fakültelerinden böyle bir şey beklenebilir miydi sahiden de?
Tavan arasında unutulan eski sevgilinin elinde taşıdığı tabanca, bilhassa böyle durumlarda yabana atılması mümkün olmayan ipuçlarıyla yüklüydü. Bir başka ve muhtemelen daha çarpıcı bir ifadeyle, tavan arası aynı zamanda birtakım cinayet izlerinin gizlenmesine de yarıyordu. Bu cinayetlerin fiilen işlenmesi de şart değildi tabii ki. Sağlam bir cinayet yurdu olan zihin, kimi zaman seri cinayetlere girişiyor, cesetleri tavan arasına gizledikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi evlerin cumbalarına ya da sundurmalarına bakarak ıslık çalıyordu. Bunun giderek bir toplumsal alışkanlık hâline dönüşmesi ise en fazla tarihin tatbikat sahnesine çıkıldığı zaman örseliyordu zihinleri. Arkasından gelmesi muhtemel travmalar, psikiyatrlar ve terapistler dışında kimseyi ilgilendirmiyordu ne yazık ki.
Sadece toplumsal fonksiyonu baz alarak yapılabilecek herhangi bir değerlendirme de aynı akarsuya değirmen taşımaya muktedirdi aslında. İnsanlardan oluşan toplumlar da, tıpkı o toplumun yapı taşlarını teşkil eden fertler gibi, cinayetlerini tavan arasına kilitlemeye eğilimliydi. Ferdî planda kalanla mukayese edildiğinde, toplumsal nitelik taşıyan cinayetlerin daha fazla kan ve can kaybına yol açtığını söylemek mümkündü. Dolayısıyla, bireysel tavan arası ile toplumsal tavan arası denkleminde, hem ulaşım, hem de dolaşım açısından belirgin bir farklılaşma mevcuttu. Hiç kuşkusuz, toplumların devraldıkları mimarî mirasla, devretmeyi umdukları mimarî yas arasındaki nar çiçeklerinin de dışarıda tutulması kolay olmayan bir yörüngesi vardı. Kişisel miras ile kıyaslandığında, toplumsal olanın daha öldürücü bir mahiyet sergilemesinin gerisinde yatan incitici sır, buralarda bir yerlerde aranıp bulunmalıydı belki de.
Haftaların ya da asırların ardından tavan arası gerçeğiyle yeniden yüz yüze gelen hikâye kahramanı, öykünün isminden de anlaşılacağı gibi, eski sevgilisini orada öylece unuttuğunu fark edecekti: “Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı gene; onu, ölüm kalım meselerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı gene. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki (...) Işığın altında kaçmağa çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmağa çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan, zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu, fakat yarı karanlıkta kurşun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu; ışınlar kafatasının iç duvarlarına yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını.”
Hikâyenin dehşet verici ve o ölçüde de olağan bir finale doğru sürüklenmesi şaşırtmıyordu aslında hiç kimseyi. Zira, tavan arası biraz da böyle işlerde kullanılmak için yapılıyordu. Çizdiği planda tavan arasına da yer veren tecrübeli bir mimar, bir gün orasının beyni böcekler tarafından yenilmesi muhtemel eski sevgilileri saklamaya yarayacağını biliyordu söz gelişi. Böyle bakıldığında, geniş camekânlı balkonlarda ya da kentin üzerine öylece uzatılmış mermer döşeli teraslarda beyni böcekler ve örümcekler tarafından beslenen insanlarla, işe yarar tarafları tavan arasını işgal eden hamamböceklerinin insafına bırakılan diğerleri arasında en fazla mimarî yaklaşım farkı bulunabilirdi. Netice itibariyle, insanın beyni öyle veya böyle yenilecekse, bunun tavan arasında ya da Boğaz manzaralı havuzlu bir terasta meydana gelmesi neyi değiştirirdi ki? Hem memleket mimarlarını suçlu kürsüsüne yerleştirme çabası da nereden çıkmıştı şimdi?
Bu sorunun cevabını aramak için “Unutulan” isimli öyküden hemen sonra gelmesi asla tesadüfle açıklanamayacak olan “Korkuyu Beklerken”e de göz atılabilirdi. O hikâyede de, yine şehrin içbükey semtlerinden birinde, münevverlerin şenlendirdiği sosyal muhitlerden bir hayli uzakta yaşayan bir kahraman söz konusuydu. “Dün gece eve dönerken köpekler arkamdan havladı. Bizim mahallenin köpekleri (...) Korkuyorsan, neden bu kadar uzakta yaşıyorsun şehirden? Neden üç evli sokağın en ucundaki evde oturuyorsun? Son kaldırım taşından bile elli beş adım ötede ne işin var” sorusu, tam da bu yüzden meşru ve makul bir zemin kazanıyordu.
Oğuz Atay merhumun adlandırma ihtiyacı hissetmediği öykü kahramanının yaşamak için kentin ücra bir köşesini seçmesi sebepsiz değildi elbette. Temizlik için hizmetçi kullanabilecek lükse sahip olsa da, yalnızlığa yargılı bir anka kuşu kaderini benimsediği ortadaydı işte. Öyle ki, evine girer girmez karşısına çıkan bir zarf dolayısıyla yaşadığı panik, zarfın içindeki satırları görünce değilse bile, hangi dilde yazıldığı belirsiz kelimelerin altındaki imza ile yüz yüze kalınca yepyeni bir vadide gürül gürül akmaya başlayacaktı: Ubor-Metenga!
Mektup ortaya çıkana dek mimariyle ilişkilendirilecek herhangi bir ayrıntı yok gibi görünüyordu, ki bu bakış esasen kuş bakışıydı! (Bir de baykuş bakışından söz edilebilirdi ama en azından şimdilik konuyla doğrudan bir ilişkisi mevcut değildi!) Kaldı ki, muharrir bey evladımıza inanmak gerekirse eğer, “Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardı.” Buna karşılık, hangi amaçla gönderildiği meçhul olan mektup, o eğlencelerden birisine benzemiyordu pek fazla. Zira, söz konusu mektubun okuyanı oralarda bir yerde kuşkulu nazarlarla bize baksa da, yazanı, yedi köyün yabancısı türünden bir belirsizlik denizinde kulaç atıyordu. En azından, öykünün buraya kadar olan bölümünde meseleyi açıklığa kavuşturacak herhangi bir ipucu yer almıyordu. Kahramanımızın, klasik yani ölü diller uzmanı arkadaşını hatırlaması da böyle bir boşluğa denk geliyordu zaten.
Ölü diller uzmanı öğretim üyesi ile can çekişen mimarî yapılar arasında bağlantı kurmadan önce bir miktar durup düşünmesi gerekiyordu insanın. İki ölüyü birden diriltmek mümkün müydü acaba, yoksa her ikisini de mezarlığın iki ayrı ucuna defnederek bütün bu tozlu topraklı tren yollarından ebediyyen kurtulmak daha sağlıklı bir çözüm yolu muydu? Ölü veya diri, herhangi bir dil, bambaşka bir gevezelik yöntemi anlamı taşıyan mimarî mirasla kıyaslanabilir miydi? Yoksa Ubor-Metenga, bu mukayese kültürünün ölü dillerdeki karşılığı mıydı? Elimizdeki erzak ve aklımızdaki bilgi, sadece bu miktarda fikir geliştirmemize yetiyordu ne yazık ki.
Sonra bilinmez neden, kendi üstüne kapanıp Ubor-Metengacıları bekleyen kahramanımız, yaşadığı evin planını çizmeye soyunacaktı. (“Soyunma” fiilini görür görmez erotik bir yananlam hevesine kapılan memleket mensuplarını rencide etmek pahasına söylemek zorundayız ki, bu soyunma, o soyunma değildi!) Oturup çizerken bir iki çıkıntıda, bazı köşelerde yanılmalar olacaktı fakat o da doğaldı. Galiba bu yüzden, salonu, girişe göre solunda kalan köşeden itibaren inceleme kararı alacaktı. Ubor-Metengacılara gününü göstermenin hem zamanı hem de zemini bulunmuştu işte! Planlama faaliyeti de gayet iyi gidiyordu, evin her tarafını kâğıda geçirdiği anda, işler tam anlamıyla yoluna girecekti muhtemelen. Aşureler bir şeye benzememiş olabilirdi ancak bunun konuyla ilgisi yoktu. Şimdilik!
Kahramanımızın beklentilerinin aksine, Ubor-Metengacılar yerine, yıkım ekibi gelecekti bir süre sonra. Hayır, hedef kahramanımızın planını daha yeni çizdiği ev değil, bitişiğindeki binaydı. İyi ki de öyleydi. Yoksa, Türk edebiyatının en eğlenceli, en çarpıcı ve belki de en gereksiz ev yıkım tasvirine tanık olmamız engellenecekti durup dururken. Öyle bir tanım ki, ancak İstanbul Teknik Üniversitesi koridorlarında gezinirken canı fena hâlde sıkılan birilerine musallat olabilirdi: “Yandaki evi parça parça ediyorlar. Kasap gibi: Etleri (cam, çerçeve, kapı, kiremit gibi işe yarayan parçalar) bir kenara güzelce ayırıyorlar; kemikleri (tuğla, sıva, harç gibi) kamyona doldurup ileride bir yere döküyorlar. Bu benzetmeyi baş yıkıcıya söyledim (kendisi bulunmadığı zaman yerine yardımcı yıkıcı bakıyordu; güldü, ‘Nerden akıl ettin bey?’ dedi. (Tabii, ben aydın bir kişiyim; böyle küçük buluşlarla ayakta duruyorum.)”
Öykü kahramanı münevver muhitlerden kaçıp kentin içbükey mahallelerinde aydınca oyunlar oynayarak kendini avutsa bile, yanı başında yaşanan tam anlamıyla bir inşaat faaliyetiydi. Mimarlık geleneklerine uygun bir biçimde, bina yıkıldıktan sonra sıra arsanın kazılmasına gelmişti mesela. Başta baş kazıcı olmak üzere, ameleler işlerinin ehli insanlardı ve topraktan anlıyorlardı. Ne var ki, devletin resmî kurumlarıyla karşılaşmalarını zaruri kılan ruhsat işinden anlamıyorlardı. Ruhsat meselesinde çıkan zorluk dolayısıyla inşâ faaliyetlerinin bir süre ertelenmesi bunun bir göstergesiydi söz gelişi. Ubor-Metengacılar belki de günlerdir bu fırsatı bekliyordu, kazıcılar gider gitmez kapıya dayanmalarını kim engelleyebilirdi ki? Azı dişi gibi duran boş bir çukurun yanında beş parasız bir hikâye kahramanı sıfatıyla bir başına kalmıştı işte.
Para meselesi, bankadan çıkan büyük ikramiye sayesinde çözülecekti çözülmesine ama kazıcılar yüzünden evin duvarında gözüne çarpan çatlak da sinirlerini çizmekte gecikmeyecekti. Çatlakla birlikte kahramanımızın aklına, Bizanslılardan kalma bir kiliseyi gezerken gördüğü yöntemin gelmesi sadece tesadüfle ya da mühendislikle açıklanabilirdi: Bizanslı yapı ustaları, çatlağın ilerleyip ilerlemediğini, çatlağın tam üstüne yapıştırdıkları bir cam parçası ile izliyorlardı. Camın çatlaması, çatlağın ilerlediği anlamına geliyordu ve kahramanımızın duvara yapıştırdığı cam daha ilk geceden çatlamıştı bile. Böyle çaresiz durumlarda, mimar ya da mühendis sıfatını taşısalar da, okumuş yazmış insanların kendine acıyıp içkiye başlamak dışında pek fazla seçeneği kalmıyordu. Neticede, bütün bu endişelerin ve tedirginliğin ağırlığına dayanamayan kahramanımız içten, ev ise dıştan yıkılıp gidecekti.
Bir de emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş gibi birileri vardı Oyunlarla Yaşayanlar isimli acıklı bir güldürünün sayfaları arasında. Gizli gizli tuhaf piyesler yazdığı yetmezmiş gibi, benzer bir hassasiyetle birtakım mimarî projelerle de ilgileniyordu. Üstelik, böyle durumlarda Cemile Hanım’ın sesine kulak vermek yerine, genç tiyatro oyuncusu Emel Hanım’a dikkat kesilmek gibi garip bir alışkanlık geliştirmişti. Emel Hanım’ın toplumsal yanı ağır basan bir mimarî proje misali yanı başında duruşunu, nefes alıp verişini, rolüne uygun olmasa da muhtelif serüvenlere girişini seviyordu galiba. Kimsenin kimseye yeterince ilgi göstermediği, görüntü gürültüsü adı altında sergilenen günübirlik ilişkilerle yetindiği bir yeryüzü parçasında, reklamlara çıkmaktan başka marifeti bulunmayan amatör oyuncu adayı Emel Hanım’a gönül düşürmek, emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş cephesinden bakıldığında az cesaret sayılmazdı doğrusu.
Buna rağmen, ilahiyat kadar uluhiyeti, sosyoloji kadar morfolojiyi, antropoloji kadar jeolojiyi de ilgilendiren modern mimariyi gelenekle birleştirme önerisini gündeme getirebilmek için Saadet Nine’nin ölmesi gerekecekti. Saadet Nine, bu gibi meselelerde itiraz etmeyecek ölçüde Osmanlı terbiyesine sahip bir insan olduğundan, piyesin müellifi Oğuz Atay’ın direktiflerini aksatmadan birdenbire ölüvermişti zaten. Muharririn kendisine tanıdığı bu fırsatı iyi değerlendiren Coşkun Ermiş, yıllardır yüreğinde gezindirdiği mimarî tasavvuru kelimelere dökecekti büyük bir gönül rahatlığıyla. “Eskiden” diyecekti emekli tarih öğretmeni, “insanlarımız ölümle yan yana, hatta iç içe yaşarlardı. Eskiden ölüm, küçük mezarlıklarıyla evlerimizin bahçelerine kadar sokulmuştu (...) Parmaklıklı pencereler, taş duvarlar, bu iş için özel olarak yetiştirilen serviler... ve her biri temsil ettiği insana benzeyen o güzelim mezar taşları.”
Coşkun Ermiş, hane halkının ve seyircilerin tuhaf bakışlarına aldırmadan kayınvalidesi Saadet Nine’yi evlerinin bahçesine gömme fikrini dile getirdiğinde, cinnetle cinayet arasındaki o ince çizgide bir hayli papuç eskitmiş olduğunu saklamıyordu hiç kimseden. Memleket mimarisi dikkate alındığında, neredeyse imkânsız denilebilecek bir hayal kırıklığı gücünün gölgesine gizlenen bu çarpıcı öneri, tarih boyunca ifade edilen bütün diğer çarpıcı öneriler gibi önemsenmeyecekti pek fazla. Oysa, Saadet Nine merhum, bahçedeki kiraz ağacının gölgesine gömülecek olsaydı, herkes yaşantısına eskisi gibi devam edebilecek ve rahmetlinin eksikliği hissedilmeyecekti.
Mimarların, mimar odalarının ve mimarlık fakültelerinin, modern ve geleneksel mezarlıklar konusundaki büyük umursamazlığını her gün bir kez daha gözümüze çarpan Zircirlikuyu veya Karacaahmet örnekleri hatırlandığında, uzanıp Coşkun Ermiş’in kalem tutan ellerinden veya çoktan çökmüş yanaklarından öpmek icap ediyordu. Kent kültürünün açmazlarını kapatmaya ve yaşantıları katlanılır kılmaya yönelik bu incelikli proje, maalesef sadece oyunlarda varlık alanı bulabilecekti kendisine. Uçsuz bucaksız memlekette, Saadet Nine’yi yahut Saadet Nineleri, Coşkun Ermiş dışında ciddiye alan hiç kimse yoktu ne yazık ki.
Oğuz Atay’ın uyumsuzlukları ve münzevilikleri yarım kilometre öteden bile belli olan kahramanları, hayatın yaşarken öğrenilecek bir şey değil, öğrenilerek yaşanılması lazım gelen birer mimarî proje olduğunu işite işite büyümüşlerdi. Belki de büyümeyip çocuksu bir millet hâlinde Anadolu ve Trakya ovalarının ortasında kalmalarının gerisinde, büyüklerin kulaklarına fısıldadığı bu pozitivist paradigma yatıyordu. Hâl böyle olunca, karşılarına çıkan ilk kolona cepheden bindirmeleri, balkon korkuluğu yetmezliği türünden gerekçelerle bedenlerini üç katlı gecekondudan beton zemine indirmeleri doğaldı. Ubor-Metenga ismiyle tuhaf talimatlar veren ölü dillere ait kelimelere tutkun örgütlerin, böyle kahramanları, önlerine görünmez bir duvar örerek eviçlerinde sindirmeleri de son derece doğaldı. Doğal olmayan, bunu dile getirirken yüzlerine yakıştırdıkları mahcubiyetti.
Mimarî ile insan arasındaki münasebeti, Oğuz Atay’ın tutunmayı bir türlü beceremeyen kahramanlarından daha iyi özetleyebilecek bir başka örnek henüz yoktu Türk edebiyat tarihinde...
Oysa, Oğuz Atay’ın koridorlarında gezindiği İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Mukavemet diye yabana atılması mümkün olmayan bir ders mevcuttu. Esefle söylemek gerekirse, dersin birkaç sömestr sürecek denli uzun tutulan müfredat programında, hiçbir zaman, Hayata Mukavemet Teknikleri gibisinden bir altbaşlığa ihtiyaç duyulmamıştı. Sadece İTÜ’nün değil, muhtemelen dünyanın da en iyi Mukavemet hocalarından Prof. Dr. Mustafa İnan’ın bu konudaki ihmali, başta Oğuz Atay olmak üzere, öğrencilerinin hayatla kurduğu ilişkinin hem teorisinin, hem pratiğinin, hem de statiğinin her gün biraz daha zayıflamasına yol açacaktı.
Mimarlığı bir açık alan problemi biçiminde ele alan fakülteler ise insanın iç dünyasıın nasıl tanzim edileceğinden habersizdi öteden beri. Gerçi bir önceki yüzyılda ortaya İç Mimarî diye bir kavram çıkmış, hemen arkasından bir branş hâline dönüştürülmüşse de, buradaki “iç”le Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “iç âlem medeniyeti” derken kastettiği “iç” arasında içler acısı uçurumlar vardı. Daha çarpıcı bir ifadeyle, toplumsallık paranoyasına fazla prim vererek insanı bile isteye ikinci plana iten mimarinin, fertlerin ruhlarında derin boşluklara yol açması kaçınılmazdı. İçini bir türlü tanzim edemeyen insan, dış cephe kaplamaları yardımıyla ne kadar yaldızlanırsa yaldızlansın, yalnızlık tarafından itilip kakılıyor, bilhassa akşam üzerlerinde lüzumundan fazla örseleniyordu.
Bütün mimarlık teorilerinin belirli periyotlarla altını özenle çizdiği gibi, estetik harikaları hâlinde kentleri renklendiren binaların gizlisi saklısı bulunmayan katili de buna benzer bir şeydi işte: Issızlık, boş bırakılmışlık ya da terk edilmişlik gibi yabana atılması mümkün olmayan unsurlar, temellerinden itibaren usul usul kemirmeye başlıyordu binayı. Büyük beklentilere kapı aralamak amacıyla tasarlanan bina, yaralandığı yerlerden yola koyulan örümceklerin, hamamböceklerinin ve farelerin istilasına uğruyordu bir süre sonra. “Doğal afet” gibi meşru mazeretlerin arkasına sığınma çabaları beyhudeydi. Özensizlik, her şeyi tarumar etmiş, son sığınak kalıntısını da yıkıp geçmişti işte! İnsan da tıpkı boş bir bina gibi, ihtimam ve itinaya muhtaçtı. İhmal edildiği zaman için için çürümesinden, Tehlikeli Oyunlar peşinde koşmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
Mimarî ile insan arasındaki münasebeti, Oğuz Atay’ın tutunmayı bir türlü beceremeyen kahramanlarından daha iyi özetleyebilecek bir başka örnek henüz yoktu Türk edebiyat tarihinde. Duvara cam koyarak kırıkların izini sürmeyi akıl eden mühendislik bilgisi, münasip bir yere ayna yerleştirerek ruhundaki yaralanmışlıkların ve dizayn hatalarının izini sürmeye kalkışabilseydi eğer, neler çıkardı karşımıza acaba? Belki o zaman, birtakım aksaklıkların önüne geçmek, Selim Işık, Hikmet Benol veya Coşkun Ermiş biraderlerimizi, az gelişmişlik çemberini hayat tarzı adı altında pazarlayan mühim müelliflerin tasallutundan esirgemek mümkün hâle gelebilirdi. Böyle bir durumda, “Önde bir salon-salomanje, arkada iki yatak odası, koridorun sonunda mutfak-sandık odası-banyo” denklemi de kendiliğinden işe yarar bir çözüme kavuşabilirdi. Belki!
Doğrusunu söylemek gerekirse, muharririn kendisi dâhil, her birisi başarısız birer mimarî proje örneği olan bu kahramanların yazımı yahut çizimi sırasında başlamıştı asıl büyük hayal kırıklığı. Arkasından da, memleketintopoğrafyadankaynaklananiklimkoşulları, iktidarpartisiileana muhalefetpartisiilerigelenleriarasındasürüpgidenkaldırımihalesianlaşmazlığı, MimarlarOdası’nıninsanıvebinalarıçiledençıkaranvurdumduymazlığı, MühendisOdaları’nınmonografieskitmeyeyönelikdaralanlardasürdürdüğü samimiyetkrizi, TabipOdaları’nıntebabetdışıhırçınlıkları, yazarçizercemiyetlerininyazıpçizmeyibilmeyenüçüncüsınıfsıradanlıklardanteşekkülü, sporsahalarınındizaynındagözeçarpanmimarîbilinçeksikliği gibi nedenler yüzünden kesintisiz bir biçimde sürüp gitmişti. Netice itibariyle, memleket kocaman bir yangın yerine, her biri ayrı bir mimarî tasarımın hezimeti şeklinde aramızda gezinen insanlar da o yangın yerinin harman sonrası sevincine eşlik eden alaca doğanlara dönüşmüştü. İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuzu iddia eden ilk isim, emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş değil miydi zaten?
Yoksa Turgutcuğum Özben, Selimciğim Işık, Hikmetciğim Benol, Hüsamettin Albay Tambay ve GünseliBilgeSevgivesaire miydi bizi böyle perişan eden?