Nurhan Suerdem ve duyulmayanların acıları

“Hayatın içinde kendilerine karşı sağır olunanların acıları can yakıcıdır. Onlar çaresizdirler. Sessizlikle baş başadırlar. Oysa duyulmak, anlaşılmak isterler. Ben de Duyuyor musun?’daki öykülerimde onların sorunlarına aracılık etmeye çalıştım.”

 

“Duyuyor musun?” çaresizlikten ötürü kurulan bir soru cümlesi mi? Eğer öyleyse bu çaresizlik kimin ya da kimlerin çaresizliği?

Duyuyor musun? ile işitmek eylemi ötesinde sezmeyi, fark etmeyi ve bunlarla beraber anlamayı vurguluyorum. İşitme engelliler dışında herkes duyar. Duyanların ise duruma, olaylara göre verdiği tepkiler farklıdır. Kitaptaki öykülerden yola çıkarsak, bazen kişiye, bazen topluma, toplumun bir kesimine, ya da devlete özeldir. Duyarsın cevap verirsin, duyarsın duymazdan gelirsin, duyarsın anlamazdan gelirsin, duyarsın bana ne dersin, duyarsın bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dersin. Sağır olursun. Duvar gibi. Ya da tam tersi, duyduklarını, gördüklerini ta içinde, derinlerde hissedersin, onların yerine koyarsın kendini. Üzülürsün, çözüm aramaya çalışırsın.

Hayatın içinde kendilerine karşı sağır olunanların acıları can yakıcıdır. Üstelik bunlar bir gün senin de başına gelebilir. Onlar çaresizdirler. Sessizlikle baş başadırlar. Oysa duyulmak, anlaşılmak isterler. Ben de Duyuyor musun?’daki öykülerimde onların sorunlarına aracılık etmeye çalıştım. Betonlaşan, insan, araç kusan kentlerin sesini duymazdan gelenlere, LGBTİ’nin dışlanmasına, yaşlıların çaresizliğine, uzun yaşamın sorunlarına, tecavüze, tacize uğrayan kadınların sessiz çığlıklarına, devletin düşündüğü, yazdığı için cezalandırdıklarına, uzaktaki köylerin kapanmayan, her zaman açılmaya hazır yaralarına, siyasetin açmazlarına, faili meçhullerin açtığı yaralara satır aralarından ses veriyorum.

Doğal olarak okura da sesleniyorum. Ben buradayım, sesime ses olur, yayılmasını sağlar mısın diye.

İlk kitabınız Maruzatım Var’ı oluşturan öykülerinizle Duyuyor musun?’daki öyküler arasında anlatım tekniği olarak farklılıklardan bahsedilebilir. Bu özellikle ikinci kitabınızdaki “Anneler Üzülmez” isimli öykünüzde belirgin şekilde kendini hissettiriyor.

Maruzatım Var’da karakterler ve onların farklı iç sesleri ağırlıktaydı. Duyuyor musun?’da ise değişik kurgular ortaya çıktı. Yazarken denemeyi seviyorum. Her öykünün kendine ait bir yolu olsun istiyorum. Yaratıcılığın oyunbazlığı hoşuma gidiyor, beni kamçılıyor. Bu kitaptaki öykülerin kiminde anlatıcının sesi kentin sokaklarının sesine aracılık etti, kiminde oğulun iç sesine Tanrı-anlatıcı tarafından anlatılan babanın hikâyesi eşlik etti. Bir başka öyküde anlatıcı kadının sesi çocukluğunun sesine gidip geldi. Bir diğerinde öykünün sesi, kitaptaki diğer öykülerin sesinden çok farklı çıktı.

“Anneler Üzülmez”in kurgusu ise epey uğraşlardan sonra yerine oturdu. Yazmaya birinci tekil anlatıcıyla başladım. Beğenmedim. Onu bir kenara koyup üçüncü tekilden denedim, yine içime sinmedi. Sonunda yayımlanan öyküdeki yola başvurdum. Okumayanlar için ipucu vermek istemiyorum. Bittiğinde “Evet, istediğim buydu” diyebildim. Şimdi okurlardan gelen olumlu tepkilerden de anladığım kadarıyla iyi ki vazgeçmemiş ve yazmışım diyorum.

“Kafesin Anahtarı”nda güzel bir sürpriz karşıladı beni. Samuel Beckett’e selam etmişsiniz. Aslında selamlarınız bu öyküyle sınırlı kalmamış. Öyle görüyorum ki, Maruzatım Var’daki karakterleri de unutmamışınız.

Beckett’in Oyun Sonu tiyatro oyununu pandemi sırasında birkaç kez okudum (kitapta bir yazım hatası ile Oyunun Sonu olmuş). Hem Beckett eseri olması hem de pandemi sırasında yaşadığım sıkışmışlık duyguma karşılık geldiği için çok etkilendim. Oyunda iki ana karakter, tekerlekli iskemleye bağlı, kör ve yaşlı Hamm ile onun eli, kolu, gözü olan Cov var. Oyun ikili karşıtlıklar üzerinden ezen-ezilen, efendi-köle, hastabakıcı-hasta ilişkisi olarak okunabileceği gibi, bunlar dışında da değişik okumalara açık. “Kafesin Anahtarı” öyküsündeki çıkışsız, mutsuz iki karakterin durumu, kitabın önsözünde Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in “Oyun Sonu, sevgisizliğin, yoksunluğun, mutsuzluğun oyunudur” şeklindeki tanımına çok uyuyordu. Bu nedenle de Beckett’e selam vermeden geçemedim.

Maruzatım Var’daki karakterlerin ikisini yeni öykülerime anlık da olsa misafir ettim. Dikkatli okuyucu hemen belli oluyor. Seviyorum böyle oyunları. Her iki kitabımı okuyan okurların da bu oyuna katılmasını istiyorum. Kimler fark etti bilmiyorum. Belki bu söyleşiden sonra yazan olur. Onun için isimlerini vermiyorum.

“Kafesin Anahtarı”, “Mukadderat Taksirat” ve “Gölgesiz Ceviz” öykülerinizde italik yazılmış kelimeler olduğu fark ediliyor. Bir yazarın hikâye anlatırken bu yönteme başvurması sesli kitaplarda bir dezavantaj yaratır mı?

Severek okuduğum, her zaman beni etkileyen, tetikleyen yazarların eserlerine italik harflerle yazılmış göndermelerim var. Hatta “Mukadderat Taksirat” öyküsünün Batur bölümünü Ferit Edgü’nünAcımasız”öyküsünden etkilenerek yazdım. Ayrıca Oruç Aruoba’nın De ki İşte kitabına da gönderme yaptım. “Gölgesiz Ceviz”de de Nâzım Hikmet’inCeviz Ağacı” şiirine selam durdum.

Metinlerarası göndermelerin metne zenginlik kattığını düşünüyorum. Bunun için de yazarken, bir gün sesli kitap olarak yayınlanırsa italik yazımlar dezavantaj olur mu diye aklıma gelmiyor. Kitap basılı da olsa, söz konusu yazarları, eserleri bilen okurlar fark ediyor, ya da meraklı okurlar araştırıp buluyor.

“Nüans” öyküsü bir bakımevinde geçiyor. Bakımevi gibi duygusal atmosferi yoğun olan bir mekânı tam da merkezinden, adeta şenlikli bir şekilde anlatmış olduğunuz dikkat çekiyor. Bu öykünüz gücünü buradan alıyor diyebilir miyiz?

Güçlü bir öykü olarak değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. “Nüans” kitaptaki en beğenilen öykülerden biri.

Yaşlı bakımevleri, huzurevleri sözcüğü her zaman hüznü, yokluğu, yoksunluğu çağrıştırıyor. Ülkemizde ve dünyada yaşlı nüfus büyük bir hızla artmaya devam ediyor. Günümüzde tüm dünyada 44 milyon demans hastası olduğu ifade ediliyor. Mevcut artış trendi sürerse 2050 yılında hasta sayısının tüm dünyada 135 milyona çıkması bekleniyormuş Düşünmesi bile korkunç. Benim için ölememek en büyük ceza.

Gönül ister ki hiç kimse böyle yaşlanmasın, bunları yaşamasın. Bilinci yerinde olmayan büyüklerimizin bu dönemde ne yaşadığını elbette bilemeyiz ama yakınları için çok yıpratıcı bir süreç. Rahmetli annemin son üç yılında bunu bire bir yaşadım, çok etkilendim, zorlandım. Ruhen yaşlanıyorsunuz, çöküyorsunuz. Her gün ziyaretine gitseniz, yanında otursanız, yemeğini yedirseniz, elini tutup saçlarını okşasanız da zor. Yakınlık ve uzaklık, absürdlük ve bir o kadar da gerçeklik yan yana. Bir başka dünya orası.

Demans hastasıyla teması, yakınlığı olmayan birinin yaşananları anlatması zor ve bu konu öykülerde fazla işlenmiyor. Hissettiklerimi, yaşlıların bakım sorununu birinci elden kurgulamak isterken yazarken yaşadığım duygusallığın içinde boğulmamak, uzak kalabilmek için ironik bir dil kullanmayı tercih ettim. Öyle olmasına rağmen yine de hüzünlü. Çünkü durumun kendisi hüzünlü.

Maruzatım Var’ın ve Duyuyor musun?’un yaratım sürecindeki birbiriyle benzer ya da birbirinden farklı taraflarına dair neler söylersiniz?

Maruzatım Var’daki öykülerim bir kısmı atölyede yazdığım, bir kısmı da 2016’da atölyeyi bıraktıktan sonra yazdığım öykülerdi. Atölyede yazmıştım ama sonradan üzerlerinde çok çalıştım. Atölye benim için iyi okumayı deneyimlemek ve öğrenmek, yazdıklarımın bir başka gözle nasıl değerlendirildiğini görmek, yazdıklarımı geliştirebilmek ve disiplinli çalışmak için çok önemliydi. Orada bir kez aşılanmıştım, sonunda yazmak tutku olarak devam etti. Ben de yazdım. Atölye yoktu ama öykülerimi okuyan kızım ve iki yazar arkadaşım vardı. Duyuyor musun? pandemide ve her gün kötüleşen siyasi, toplumsal, ekonomik bir ortamda yazıldı. Onun için sıkışmışlık duygum öykülere de yansıdı.

Geçenlerde Jean Luc-Godard’ın gidişinin ardından yönetmenliğinin ilk dönemlerindeki video röportajlarını izledim. Çektiği filmlerle ilgili yapılan eleştiriler hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, eleştirilerin bir sanat yapıtı olmadığını, eleştirmenlerin övdükleri ve küçümsedikleri yapıtlara karşı aslında çok da adil davranamadıklarını ifade ediyordu. Edebiyata döndüğümüzde, günümüzde yayımlanan bazı eleştirilerin kitap tanıtım yazılarından ibaret olduğuna dair paylaşımlara denk gelebiliyoruz. Bu da kitaba dair yazılıp yayımlanan bu metinlerin ikna edici olmadıkları sinyalini veriyor gibi. Buradan baktığımızda kitap eleştirilerinin bir yazar ve okur olarak sizdeki karşılığı nedir?

Bence sanatın hiçbir alanında eleştirinin yeri yadsınamaz. Eser sahibini motive edici olabildiği gibi, aksayanları, eksiklerini göstermesi açısından da önemli. Önyargılı olmaması ve tarafsız olması kaydıyla tabii. Bu açıdan Godard haklı olabilir. Edebiyatta benzerini Orhan Pamuk için gördük.

Diğer yandan, dediğinizde haklısınız. Bazı kitap yazıları tanıtımdan öte gitmiyor. Ya da içeriğe, biçime, dokunulmadan, sadece okurda uyandırdığı duygular açısından değerlendiriliyor. Bu metinleri kitap eleştirisi, inceleme yazısı olarak ele almamak gerektiğini düşünüyorum. Ancak edebiyatımızda eleştiri yazısı az olmakla beraber iyi yazılar ve kitaplar da var. Yeterli olup olmadığı her zaman tartışılır ki, bana göre yetersiz. Yıllar sonra, “2000’li yıllarda şu yazar da varmış, ihmal edilmiş, gözden kaçmış” dememek için daha çok çağdaş eseri kapsamalı diye düşünüyorum. Eleştirmenlerin olduğu kadar deneyimli yazarların da kalem oynatmasını seviyorum. Ancak bu konunun bir diğer yönü de bu kısıtlı eleştiri ve inceleme yazılarını ne kadar okuduğumuz, o da ayrı bir gerçek.

Sizce bir sanatçının eserleri politik görüşünden ayrı mı yoksa birlikte mi değerlendirilmelidir?

Bu konuda sanatçının özgür olmasından yanayım. Aksi dayatıcı olur ve sanatçıyı kısıtlar. Örneğin bugün muhalif tavrım nedeniyle yazdığım öykülerin gerek alt metinlerinde gerekse öykünün kendisinde bu duruşumu görebilirsiniz. Ama yarın politik altyapısı olmayan, tamamen farklı tarzda edebi bir metin de yazabilirim. Bu konuda Julio Cortazar’ın Edebiyat Dersleri kitabından alıntı yapmak istiyorum:

“Kendim için, yazı için, edebiyat için, bütün yazarlar ve okurlar için savunduğum bir şey varsa o da yazarın vicdanına ve kişisel haysiyetinin ona yazmasını söylediği şeyi yazma mutlak özgürlüğüdür. Eğer o yazar ideolojik bir kampa bağlı bir kişiyse ve bunun hakkında yazıyorsa, yazar olarak görevini yapıyordur ve aynı zamanda da, buna paralel olarak sadece edebiyat için edebiyat (ilk aşamadaki) görevini yerine getirmeye devam ediyorsa bu onun mutlak hakkıdır ve bu yüzden kimse onu yargılayamaz.”

Sanattaki dayanışmanın sizdeki karşılığı nedir?

Sanattaki dayanışmayı kendi dalındaki sanatçılarla –ki benim açımdan edebiyatta yazarlarla–dayanışma, bir de gündemdeki sorunlar karşısında bireysel ya da edebiyatçıların birlikte dayanışması şeklinde ele alıyorum.

Çağdaşlarımın, yeni yazarların kitaplarını alıp okumayı, vakit buldukça beğendiklerimi paylaşmayı seviyorum. Roman genelde yolunu bulduğu için özellikle öykü kitapları ağır basıyor. Yayınlanan öykü kitabı çok, okuru ise az. Ne kadar çok paylaşılırsa o kadar çoğalır ve okura ulaşabiliriz diye düşünüyorum.

Diğer yandan muhalif duruşum beni toplumsal, siyasi olaylar veya çevreyle ilgili sorunlarda harekete geçiriyor. change.org, Uluslararası Af Örgütü, Greenpeace’in imzacılarından biriyim. Bu imzalar işe yarayabiliyor. İptal edilen kararları, uygulamaları gördükçe çorbada bir fiske tuzum olduğu için seviniyorum. 1971 üniversite girişliyim, o zamanki siyasi olaylarda ne solcuların ne de sağcıların tarafında bilfiil yer aldım ama kalbim soldan atıyordu, ölünceye kadar da atacağı gibi. İlk 2013 yılında Gezi’de bir hareketin içinde olmanın hazzını yaşadım. Sonra sokakta olamadım ama imzamı atmadan da duramadım. Bunların içinde edebiyatçıların, sanatçıların diyeceklerini, tepkilerini dile getiren imza kampanyalarından haberim olanlara katıldım. Bir keresinde de Hapisteki Yazarlar Günü etkinliği kapsamında diğer yazarlarla birlikte Selahattin Demirtaş’ın Leylan isimli kitabından bir kısım okumuştum. Unutamayacağım bir anımdır.

Mevcut koşullarda elimden ancak bu kadarı gelebiliyor. Sadece edebiyat için dayanışacağımız günlerin özlemini duyuyorum.

Son olarak bu aralar size eşlik eden kitapları konuşursak...

Yeni Teke Şenliği’ni okudum. Mario Vargas Llosa, Dominik Cumhuriyeti’nin 31yıllık diktatörlük macerasını, zulmü, kötülüğü, insanların diktatör karşısındaki tutumlarını, yenilgilerini, isyanı, direnişi ilmek ilmek dokumuş. Hayran olmamak elde değil. Elimde Günay Çetao Kızılırmak’ın Köstebek Yolları öykü kitabı ile Ingeborg Bachmann’ın Radyo Oyunları var. Bundan sonra kurmacayla beraber kurgu dışı kitap okumayı hedefliyorum. Ekim ayından itibaren okuyacaklarımın listesini henüz hazırlamadım. Tabii ister istemez araya kaynayanlar da olacaktır.

•