Düzyazıdan oyuna, mektuplardan şiire farklı türlerden içeriğiyle "Defterler" ve "Kağıtlar" bizim apayrı bir Nilgün Marmara’yla buluşmamıza olanak sağladı...
19 Ocak 2017 15:04
Nilgün Marmara, son otuz yılın modern Türkçe şiir serüvenini yakından izleyenler için dikkate değer bir şair olarak anılır. Bu şiirin öne çıkışını onun trajik ölümünde bulanlara da rastlanır. Bizim için durum pek böyle değildir. Ölümünün ardından yapılan fetişleştirme veya spekülasyonlar Marmara’ya bakışımızda hiçbir önem taşımaz. Çünkü o, Türkiye’de 1980 sonrası yazılmaya başlanan şiir açılımları içinde çok özel bir öneme sahip. Sevgili Marmara, yaşamış olsaydı da bu konuda en ufak bir tereddüdümüz olmazdı. Türkiye’de İkinci Yeni ile açılan modernist şiire, yepyeni bir boyut kazandıran şairlerdendir. Reel hayatın gündelik duyarlılığına sahip, kamusal bilgiyi dışladığı oranda hakikileşmiş bir şiirdir bu. Bu şiirin kendine özgü bir aurası vardır. Türkçe şiirde özel bir önem taşıyan gizemci yönelimlerin etki alanına girmeden, şiirinde kendine has bir kozmos yaratmış nadir şairlerden biridir. Yazdığı bir tür tutku şiiridir. Zamandışılık bu şiirin kuluçkasıdır. Şiirinde öyle ilginç bir evren kurmuştur ki, kullandığı sözcüklerin zenginliğiyle benzersiz bir imge ve metafor dünyasını oluşturmuştur. İçinde yaşadığı hayatı dışladığı ölçüde, kendinin olan bir şiir dilini biçimlendirmiştir. Tabii ki, şiirlerinin dize yapısında birtakım savrulmalara şahit olunur. Ama, özellikle düzyazı şiirlerine getirdiği ses ve üslupla, benzersiz bir şiir yapısı oluşturduğu söylenebilir. Şiirlerinde öykülemeciliğin kırıntılarına nadiren rastlanır. Dilin yanında, şiirlerinin yarattığı ses, özel bir öneme sahiptir.
Bu şiirin daha sonra da anacağımız birçok ayırıcı yanı var. Özellikle de varlık sorunundan hiçliğe doğru yaptığı derin yolculuk, bu şiirin belki de gövdesini oluşturur. Ancak, tam bu noktada, yazımızın odağı olan iki yeni Nilgün Marmara kitabına dönmemiz gerekiyor. Defterler (Everest Yay. 2016) ve Kağıtlar (Everest Yay. 2016) adını taşıyan iki ayrı kitap, bizim apayrı bir Nilgün Marmara’yla buluşmamıza olanak sağladı. Şairin kısacık anımsattığımız orijinal şiiriyle, 1987 yılındaki ölümünün ardından tanışma olanağı bulmuştuk. Bu kitap Daktiloya Çekilmiş Şiirler (Şiir Atı Yay. 1988) adını taşımaktaydı. Bir yanlışımız yoksa, Marmara ilk olarak iki şiirini Şiir Atı- Kitap’ın 3. Sayısında 1987 Nisan ayında yayınlamıştı. Bu sayıda bulunan iki şiir, Daktiloya Çekilmiş Şiirler’de de yer alan “Kan Atlası” ve “Değmedikleri Yerde Bahçeler” adını taşıyordu. Ancak, bu yayından yaklaşık altı ay sonra, 13 Ekim 1987’de ölüm haberini aldık. Bu durum yakın dostları ve küçük bir şiirsever kitleyi oldukça üzmüştü. Şiir Atı’nın aynı yılın Aralık ayında çıkan 4. sayısında üç şiiriyle daha tanışmıştık; “Su Kaplumbağaları ve Komşumuz Hiçlik”, “Düşü Ne Biliyorum” ve “Mısırlılar”. Bu derginin içinde bir de Nilgün Marmara’nın hazırladığı bir dosya vardı: “Sylvia Plath Yaprakları”. Bu dosyada, ünlü şaire ilişkin bir metni ve çok sayıda çevirisi yer almaktaydı. Zaten, Marmara’nın lisans eğitimini tamamlamasını sağlayan tezi Plath ve şiirini odak almıştı. Yani şiirlerini seçmiş, dosyayı hazırlamış ve ardından Plath gibi hayatına son vermişti. Marmara’nın on yıl önce yayımlanan bu tezi, “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” adını taşıyordu. Modernist şiir vizyonunu oluşturmasında Plath şiirininin de payı olduğunu söylemek gerekiyor. Buradan Marmara’ya dönersek, değindiğimiz şiir ve metin yayınlarının hemen ardından çıkan Daktiloya Çekilmiş Şiirler adlı kitap, bizi bambaşka bir şiir tavrıyla baş başa bırakmıştı. Bu şiirin değindiğimiz niteliklerinin dışında ana hareket noktasının hep uzamsal bir alan olduğunun altı çizilmiştir. Bunda yarattığı imge gücü kadar, sezgiciliğinin de önemli payı olduğu söylenmeli. Ölüm, bu şiirin en önemli sembollerinden biridir. Hiçliğe doğru hızlı kayışta bu sembolün çarpıcı bir payı olmuştur. Kozmik dünyayla hiçlik duygusunun yoğun kesişme alanlarında “ölüm” bu şiirin ana izleği durumundadır. Bu şiirde anlamın peşinde koşarken, beraberinde hep bir hesaplaşma alanı sezilmektedir. Korkudan çok bir ürküntü duygusu, bu şiirin yayvan biçimde özünü oluşturan öğelerden biridir.
Tabii ki bu şiiri, tekil şiir örnekleri üzerinden ele almak, farklı karşılaştırmalarla, bağlam, ortaklık veya farklılıklarının altını çizmek gerekir. Metinler adı verilen kitapta yer alan düzyazı şiirler, apayrı bir düşünsel mecrayı işaretler. Ancak asıl konumuz olan Defterler ve Kağıtlar kitabına yönelmek daha doğru olacaktır. Birtakım farklı açılımları, değerlendirmeleri, bu kitaplar vesilesiyle de gündeme getirmek mümkün. Ancak, şairin ana şiir ve metinleri olan ilk iki kitabın ardından, Kırmızı Kahverengi Defter (Telos Yayınları- 1993) adlı bir yapıtı daha yayınlanmıştır. Şairin, ölümünün ardından, defterlere yayılmış birçok günlüğünün ve çalışma-okuma notlarının olduğunu duymuştuk. Şairin yakın da dostu olan bir başka şair Gülseli İnal, Kırmızı Kahverengi Defter’i yayına hazırlamıştı. Ailesinden aldığı defterler ve notlardan bir “seçme” olarak görmüştük bu kitabı. Tüm bu kaynaklar uzun yıllardır İnal’da durmaktaydı. Biz de bu kaynakların topyekün neler içerdiğini bir okur olarak tabii ki bilmiyorduk. Bu kaynakların İnal tarafından bir özel seçim olduğunun farkındaydık. Ama, Marmara’nın günlüklerinden kişisel bir seçim olarak düşünmüş; şairin yaslandığı kaynaklar, birikimi ve bu şiirin oluşum sürecine dair birtakım çıkarımlarda bulunmuştuk. Bu metinlerde şairin düşünsel serüveni, birtakım poetik kaygıları ve edebi eğilimlerine dair çeşitli kesitler yer almaktaydı ancak, bu seçimin çok sevdiğimiz bir şair ve dostumuzun hayatına ilişkin çok az veri içerdiğine, elimizdeki bu kitap vesilesiyle farkına vardık.
Defterler’i elimize alıp, okumaya başladıktan sonra, apayrı bir Marmara portresi ile karşılaştık. Bu kitabın önsözünü yazan ve Marmara öldüğünde eşi olan Kağan Önal, bu kalan defterlerle ilgili apayrı bir Marmara çıkardı ortaya. Önal ve bazı yakınları için Kırmızı Kahverengi Defter adlı kitap, Marmara’nın yalnızca bir yüzünü, hem de eksikleriyle anlatmaktaydı. Defterler ve Kağıtlar adlı kitapta yer alan külliyatı aslında yayınlamayı hiç düşünmemişlerdi. Önsözde çok sayıda metinlerinin İnal’ın hazırladığı kitapta bulunmamasından da dolayı, Marmara’ya dair yapılan haksız değiniler de anılarak, tüm bu külliyatın bir bütün olarak yayınlanması istediğinin altı çiziliyor. Kağan Önal’ın önsözde belirttiği çoğu kaygısını desteklememek elde değil. Ama, bizi heyecanlandıran nokta, şairin hemen tüm metinlerinin bu yeni kitapta yer alması. Aynı durum, Defterler’in ardından çıkan Kağıtlar kitabında da mevcut. Farklı kağıtlarda, sayfalarda kalmış her tür metin de özenli bir seçimle bir başka yapıta dönüşmüş. Yani, bir tür Marmara külliyatına bu iki kitap vesilesiyle sahip olduk. Defterler yazar Nilgün Marmara’nın birikimi, yaslandığı kaynakları, gündelik hayatı ve bu hayatın ürettiği şiirle kurulabilecek köprü konusunda bize sayısız ipuçları veriyor. Çünkü Defterler’de en ağırlıklı bölüm şairin mektuplarından oluşuyor. Önce şunun ayrımına varılıyor: Bu iki kitabı da özenle yayına hazırlayan Bilge Barhana’nın dipnotlarından birinde öğrendiğimiz gibi, sözkonusu mektuplar önce deftere/defterlere yazılmakta. Bizler bu mektuplara (ham haliyle) ulaşmaktayız. Çünkü, anlaşılacağı gibi mektupların “son hali” anlamına gelmiyor bu metinler. Zaten, bu mektupların bazılarının ardında çeşitli dipnotlarla da karşılaşılabiliyor. Marmara’nın, şiirden öte, düzyazı ve metne olan ustalığını en çok “Tek Tük Perdelik Oyun”da görebiliyoruz. Mektuplarında dikkati çeken şiirsel dil, özellikle son halini alamamış bu ilginç oyunda, çarpıcı bir özellik taşıyor. Şairin düşsel evrenindeki zenginliği, edebi derinliği ve özellikle de poetik kaygılarını, bu yarım kalmış oyunda değişik incelikleriyle keşfetme olanağı buluyoruz. Bunların yanında, şairin, öykü denemesi, yaptığı okumalar, ilginç gözlemciliği ve dünya şiiriyle olan yakınlığına dair sayısız kesite rastlanıyor. Ama, bunları da aşan nokta, Marmara’nın gündelik hayatla kurduğu –daha doğrusu kuramadığı- köprünün nasıl sıkıntılarla, ikilemlerle dolu olduğunun ayrımına varmak. Tabii ki Defterler’deki tüm bu ilginç kaynaklar bizi gerçek bir Nilgün Marmara’yla baş başa bırakıyor. Şairin yer yer değişken ruh hallerini, ailesi ve dostlarıyla kurduğu ilişkilerin içeriğini, çevreyle olan bağını ilginç biçimde gözlemleme olanağı buluyoruz. Ama, daha önemli olan nokta, Defterler’de yer alan kaynakların büyük çoğunluğunun Libya’da eşi Kağan Önal’ın iş için gittiği Tobruk kentindeki şantiyede yazılması ve buradaki yaşantısını yansıtması. Marmara’nın değişik duygu durumlarını, yöneldiği entelektüel uğraşları, yazı’yla olan bitmez tükenmez yakınlığını yakalamanın yanında, bu metinler onu besleyen edebi şiirsel birikimin neler olduğu konusunda da sayısız ipucu veriyor. Tabii ki şiirinin yegane kaynağı bunlar değil. Hele ürettiği şiirlere bakıldığında. Ama, daha sonra da üstünde duracağımız şairin varlıksal sorunu ve hiçliğe olan kayışını imleyen birçok kesitle tanışma olanağı buluyoruz. Kırmızı Kahverengi Defter kitabına oranla Marmara’ya dair çok daha farklı zenginliklerle dolu bu kitap. Özellikle Kağıtlar kitabında ise, bazı tanıdığımız şiirlerinin ön taslaklarının yanında, ilk iki kitabında hiç bulunmayan, az sayıda inanılmaz özgün düzyazı şiirlerine rastlayabiliyoruz.
Marmara’nın ölümünden sonra kalan hemen tüm metinlerini kapsamış bu iki kitabın içeriğine başlamadan önce vurgulamamız gereken çok önemli bir nokta var. O da kitapların tasarımı ve hazırlanışındaki özen. Kapak tasarımından sayfa düzenine gösterilen incelikli özeni anımsatmadan geçemeyiz. Çünkü, iki yapıtta da mektuplardan üstünde yazılmış kağıtlara kadar tüm kaynaklar metinlerin karşısındaki sayfada asıllarıyla yan yana yer alıyor. Yani çeşitli nedenlerle Kağan Önal’ın da önsözde hatırlattığı gibi metinlerde hiçbir zedelenme söz konusu değil. Bunun yanında kitabın tasarımını üstlenen Bülent Erkmen’in sanatsal incelikleri, kitapları eline alan herkesi heyecanlandırıyor. Bunu, yalnız Marmara’ya gösterilen bir saygı olarak düşünmemek gerek. Bize, kitapta, kapak tasarımı ve sayfa düzeninin ne kadar önemli bir boyut olduğunu anımsatıyor. İzleyebildiğimiz kadarıyla, kitapları yayınlayan Everest Yayınları’ında bile özel bir ayrıcalığı simgelediğini kolayca söyleyebiliriz. Yani kitapların içeriğine girmeden bu inceliğin, ayrıcalığın özellikle altını çizme ihtiyacı duyduk. Bu saptama, tabii ki ülkemizde çok sayıda yayınlanan kitabın özensiz hazırlandığı anlamına gelmiyor. Doğal olarak okuru çarpan birçok kitap tasarımına rastladık. Ama, bu, elimizdeki yapıtların ayrıcalığını önlemiyor. Defterler ve Kağıtlar’ın bazı “temizlikler”in ardından kitaplara taşınmasını farklı bir özen olarak düşünmek gerek. Marmara’nın “intihar mektubu”nu da kitabın son sayfasına koymak, bir anlamda hayatının sonunu imliyor.
Defterler ve Kağıtlar kitaplarının ortaya çıkmasında, bir başka özel emekse, kitapları yayına hazırlayan Bilge Barhana’nın olmuş. Gerçekten de el yazılarından oluşan bu külliyatı kitaba dönüştürmede Barhana’nın titiz emeği dikkat çekiyor. Bu kaynakları kitaba dönüştürmenin yanında, dipnotlarına yansıyan titiz uğraşları da anmadan geçemedik. Tek, hatırlatmadan edemeyeceğimiz bir dipnot var. Defterler’in 186. sayfasındaki 17. dipnotta, şairin Kağıtlar kitabında da yer alan “Aralık” adlı şiirin 1985 Aralık ayında Şiir Atı dergisinde yayınlandığı söyleniyor. Bu şiirin doğru dipnotu Kağıtlar’da yer alırken, bu kitaptan önce çıkan Defterler’in 186. sayfası 17. notunda bir karışıklık olmuş. Şiirin yazıldığı yılla yayınlandığı yıl birbirine karıştırılmış. Yayına 1986’da başlayan Şiir Atı 1985 gözükmüş. Doğru olanı Kağıtlar’daki dipnotta görülmekte.
Kitapların içeriğine daha çok yönelirken, öncelikli olarak Defterler’in üstünde duralım. Kağan Önal’ın önsözünü ve Marmara’nın “sonsöz”ünü saymazsak, eldeki defterler altı bölümde ele alınmış. Bunlardan ilki olan “Mektuplar” kitabın en oylumlu kesiti. Şairin, eşi Kağan Önal’ın Libya’nın Tobruk kentinin yakınındaki bir şantiyeye yerleşmesiyle, yakın dostlarına yazmaya başladığı mektuplardan oluşuyor. Bu yerde bir yıl yaşadığı söylense de okuduğumuz mektuplar, şairin 1985 sonbaharıyla, 1986 ilkbaharı arasında burada bulunduğu; yani, Önal’ın ardından bu şantiyeye-kente geldiği ve ilkbaharın başında döndüğü, en azından dönmeyi çok arzu ettiği izlenimi veriyor. Çünkü, yakınlarına yazdığı mektuplar boyu, bu coğrafyadan memnunsuzluğu, İstanbul’a geri dönme özlemi sıkça dikkat çekmekte. Mektuplar, Marmara’nın kültürel vizyonu, yaptığı okumalar, şiir uğraşı, sanata kuramsal düzeyde bakışına dair sayısız ipuçlarıyla dolu. İçinde yaşadıkları şantiyenin koşullarını mektuplarında arkadaşlarıyla paylaşırken yarattığı ironik dil, metinlerin çoğunda dikkat çekmekte. Oraları aktarırken, başta eşyalar olmak üzere, özellikle nesnelere olan dikkati çokça belirleyici. Çok kötü şartlarda içinde yaşadığı evi farklı mektuplarda tüm incelikleriyle, biraz da alaycı bir dille paylaşıyor. Bu anlatılarda, evde sıkça karşılaştığı küçük fareler bu ironik dilin metinler boyu bir sembol olarak önümüze çıkıyor.
Sadece yaşama koşullarından memnunsuzluk değil, aynı zamanda şantiyede ilişki kurmak zorunda kaldığı aile ve insanlarla olan sıkıntıları ve bunun ürettiği yabancılaşma duygusu, birçok mektubun ana özelliklerinden bir tanesi. Çölle denizin arasına sıkışmış bir kıyıda yaşayışı, onun ruhsal olarak da sıkışmışlığını, kilitlenmesini imliyor gibi.
Bunlar tabii ki ilginç bir serüven olarak dikkati çekmekte. Ama, bazıları uzun çoğu mektupta, yazılanlar şairin sanat ve edebiyata dair perspektifini büyük ölçüde yansıtmakta. Buna koşut olarak, şantiyeye on beş dakika uzaklıktaki Tobruk kentinin durağanlığını, yarattığı bunaltıcı havayı da metinlere sıkça serpiştirmiş. Kaçınılmaz olarak, bu coğrafyaya gelişinin ardından, buradan kaçma, şehrine geri dönme arzusu devamlı baskın biçimde mektuplarda yer almakta. Ona, anlaşıldığı kadarıyla en çok nefes aldıranın yakınlarından gelen ve kendi kaleme aldığı mektuplar olduğu anlaşılıyor. Bu mektuplar yoluyla kurduğu duygusal bağa koşut olarak okuduğu dergi ve kitapları, incelikli olarak dostlarıyla paylaşıyor. Mektuplar farklı kişilere yazıldığı için bazen aynı temalar tekrarlanıyor.
Mektupların bazıları oldukça edebi, içinde sanata dair sorunları barındırıyor. Örneğin, yazının başlarında bu kitabın serüveni vesilesiyle andığımız şair Gülseli İnal’a yazılan bir mektup oldukça dikkat çekici. (sf. 40) Şantiyede eşiyle yaşadığı gündelik hayata dair anekdotların ardından yazmak için uğraştığı ve Defterler’de adı “Tek Tük Perdelik Oyun” olarak gözüken oyuna dair çeşitli bilgiler veriyor. Şair bu oyun bağlamında ya da genelde düşüncelerini, kaygılarını ve yaşadığı ortamı İnal’la paylaşıyor. Örneğin, Deleuze’ün Nietzsche üzerine kaleme aldığı bir metinden yola çıkarak Deleuze’ün ilginç yaklaşımlarını sorgulayan bir Marmara ve arkadaşına yazdığı etkili bir alıntıyla karşılaşıyoruz. Ama, daha da ilgimizi çeken, Marmara’nın Gülseli İnal’ın şiiri üzerine değerlendirmeleri. Bu mektupta, poetik kaygılarının da ön plana çıktığı dikkat çekmekte. Bu arada, Gülseli İnal dahil, örneğin Ece Ayhan’ın da içinde bulunduğu birçok yakınıyla şiirlerini paylaşması, onlara yollaması anımsatılması gereken bir başka nokta. Yani, Marmara’nın şiir serüvenini ayrıntılı bilen birçok edebiyatçının da şiirleri ve kitabı yayımlanmadan önce de bilindiğinin ispatları görünümünde bu mektuplar.
Buradan, okuduğumuz mektupların içeriğine yönelirsek, öncelikle Tobruk ve şantiyenin anlatıldığı kesitlerin biraz üstünde durmak gerekiyor. Örneğin mektuplar boyu, içinde yaşadığı şantiye çevresi ve insanları, genel olarak da içinde bulunduğu Tobruk kentinin, şairi çeşitli sıkıntılara, hoşnutsuzluğa, hatta nefrete varan duygulara yönelttiğini gözlemleyebiliyor okur. Biraz açarsak, eşi Kağan dışında onun azıcık nefes almasını sağlayan başka “yabancı”lardan söz ediyor. Bunlar da büyük ölçüde “Batılılar”. Gerçi bu küçük sempatiyi de çok abartmamak gerekiyor. Çünkü, Marmara, aslında mektuplar boyu yalnız içinde bulunduğu çevreden değil, kendisinden de hoşnutsuz. Sabahları uyanıp, hâlâ nasıl yaşadığına şaşkınlıkla bakan bir Marmara var bu mektuplarda. Yani, yabancılaşmayı da aşan acı yüklü duygu durumları hatta bozuklukları okuyanı fazlasıyla etkiliyor. Örneğin ailesi ve yakınlarına yazdığı mektuplardan birinde şunları söyleyebiliyor:
“İçimdeki tüm çerçöp, kırpıntı, talaş, çapak vb. “dozu arttırın” diye emrediyor ve çok ilaçlar içiyorum. Ve her gün nasıl yaşadığıma, yaşayabildiğime, her an, her durumda yine ve yeniden usanmadan bitimsiz şaşırıyorum.”
(sf. 150, Defterler kitabından )
İnsan, bu mektupların tümünün gönderilip gönderilmediği konusunda yer yer tereddütlere kapılıyor. Çünkü normal “mektup” formundan yer yer kopan, kendi iç dünyasına dönen, onunla hesaplaşan bir Marmara var karşımızda. Aslında, Marmara metinlerinde kişisellik ve bireysellik asıl insan olmanın vazgeçilmez şekilleri. Her şey acıyla sınanmakta. Varlık duygusu, bu metinlerde ana sorgu alanı olmayı neredeyse aşıyor. Örneğin bir başka mektubunda bu bağlamın daha da derinlikli biçimde üstünde duruyor: Aynı mektuptan bir örnek daha verelim:
“–Hayvanın erincine kavuşmak ne denli zor! (Usulca konuşur.)
İnsan vücudundaki karanlığı dışarıdaki ışıkla karşılaştırdığı için yok edemiyor, karanlık kabullenilemiyor. Hayvan bir dem
–Işık duygusuna kapılsa erinci yok olur, yiter. Biz ışık diye tepinenler karanlıktan kurtulamıyoruz. (Tonunu değiştirerek alıntılar, güler.)”
(sf. 157, 158, Defterler kitabı )
Bu bağlamda, düşünsel-düşsel zeminin çokça önde olduğu sayısız semboller de bulunmakta. Bunlar, mektupları okudukça yeniden keşfedilen sözcükler. Biz, bunlardan yalnızca biri olan “göl”ün kullanılışından çok etkilendik. Örneğin “göl”ü, bir başka sembol olan “çöl”ün karşıtı olarak bile imleyebiliyor. Ama, çöl, aynı zamanda bir gerçekliği yansıtıyor. Çünkü içinde yaşadığı şantiye, çölle denizin arasında varolan bir yerleşim. Gölse bazı kesitlerde bir soyutlamanın sembolü. Marmara’nın çocuk yaşından beri duyumsadığını söylediği “göl” bir başka yerde yaşama arzusu, varolabilme çabası olarak yer alabiliyor. Ama, bu çaba Marmara’nın hayatında daha çok eksilmeyi, yarım kalmışlığı yansıtıyor. Yani, çoğu mektupta, şair geniş anlamda doğayı kullanırken bu eksiklik, yalnızlık duygularını da gün yüzüne çıkarıyor. Bu, özünde hep yaşamın sorgulanması anlamına geliyor. Onun karşıtı olan “ölüm”se daha çok bir “imge” kılığında metinlerin birçoğuna nüfuz etmiş. Ölümle yaşam arasında ikilem, Marmara metinlerinde iç içe girmiş duruyor.
Söz konusu bağlamları mektuplarda çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün. İnsan, Marmara’nın defterlerine yazdığı mektup taslağıyla yolladıkları arasındaki farkı daha da merak ediyor. Özlem noktasındaysa Marmara’nın devamlı şehri İstanbul’a ve orada yaşayan dostlarına ulaşma isteği mektuplarda sıkça hissediliyor. Ama, bu özlemler kadar, belki daha çok mektuplarda karşılaşılan, aklın ve duygunun derinlemesine sorgulanması oluyor. Tüm bu sorgu sürecinde, üstünde durduğumuz “hiçlik” duygusunun inanılmaz baskın bir biçimde öne çıkışına şahit oluyoruz. Bir insanda birçok insanın yaşadığı duygusunun altı çiziliyor.
“Mektuplar”ı merkez yapan Defterler’in bu ilk bölümünü noktalarken, diğer mektuplara oranla oldukça keyifli bir örneği daha anımsatmadan edemedik. Marmara’nın edebiyat ve şiir dünyasında ölümünden önce yakın dostlukları olduğu bilinir. Bu dostluklardan biri de Ece Ayhan’dır. Ona yazdığı mektuplardan biri bizi inanılmaz keyiflendirdi. Mektubuna “Sayın İdris Ece” diye başlıyor. Anlaşılıyor ki, Marmara, Ece’nin Gergedan dergisinde (Sayı 5, Temmuz 1987) çıkan yazısını okumuş ve Ece’ye bu yazının üstünden ironik bir metin yazmış. “Cumhuriyette Kadın Dolaşımı” adlı bu yazıda “Tobruk”ta yaşayan 61 yaşında ve Cumhuriyet dönemi popüler kültürünü, özellikle de kadın şarkıcılarını hayranlıkla seven bir kadın tablosu çiziyor Marmara. Bir magazin dergisinin sahibine yazdığı bu mektupta, bu döneme ve musikisine olan tutkulu bağını anlatan Ferhunde Nimet Hanım, dönemin magazin kültürüne sahip çıkarken, Marmara’nın ironisi de sanki konuşuyor. Bu biraz Ece Ayhan’ı ve yazısını da tiye alma izlenimi veriyor. Evet, 1980’lerde Ece Ayhan’ın üstünde fazlasıyla durduğu İdris Küçükömer’in de adını alıp, Ece’ye bu keyifli mektubu “İdris Ece” olarak yolluyor. Cumhuriyet döneminin kutsanışını, yüceltilişini popüler müzik ve kültürü üzerinden ince ince alaya alıyor Marmara. Onun bu yüzünü görmek büyük keyif veriyor. İnsan, bu mektup yollandıysa Ece’nin tepkisini çokça merak ediyor. Marmara, İstanbul tutkusuna da Ferhunde Nimet Hanım üzerinden gönderme yapmadan edemiyor. Marmara’nın da bu dönem müziklerine duyduğu ilginin bazı ipuçlarıyla karşılaşıyoruz. Andığımız bu son mektubun kitapta özel bir yere sahip olduğunu söylersek fazla abartmamış oluruz.
Defterler’in ikinci ara başlığı “Tek Tük Perdelik Oyun” adını taşıyor. Şairin yine Tobruk’tayken yazmakla uğraştığı, mektuplarında sık sık yakınlarına söz ettiği, ama bir türlü noktalayamadığı bir oyun taslağı bu. Ama, metin, bizi gerçekten şaşırttı ve etkiledi. Metindeki şiirsellik kadar, şiirlerinde geliştirdiği sorgu alanı da bu oyuna tüm incelikleriyle sirayet etmiş. En başta, oyunun fikrinin şekillenmesinde iki özne –kahraman- kadar, belki daha da çok bir nesneler evreniyle karşılaşılıyor. Şair, yine sembollere, onun yarattığı çağrışımlara kıyasıya yönelmiş. İlginçtir, bu oyun vesilesiyle Marmara’nın müzik beğenileri konusunda ayrıntılı bilgilere sahip oluyoruz. Klasik müzik geleneği yanında caz sanatı, oyun için kurguladığı türler. Bunu, farklı sahneler ayrıntılı tasarlanırken keşfetme olanağı buluyoruz. İlginç ve varlıktan hiçliğe yaptığı duygu yüklü yol alışın sayısız ipuçları var oyunun kesitlerinde. Şairin, özellikle de nesneleri kullanarak yarattığı semboller evreni değişik soyutlamalarla oyunun parçası olmuş. Buna şiirsellik de eklenince, akla biraz da, Marmara’nın poetik kaygıları geliyor. İnanılmaz nesneler evreni içinde eşyanın çeşitliliği kadar büyüsü de gündemde. Bunun yanında, hayvanlar ve doğa da bu sembolik çeşitlilikte özel bir yere sahip.
Sorgulanan, tabii ki ilişkiden çok ilişkisizlik. Dolayısıyla, yalnızlık ve yabancılaşma öğeleri oyunun parçası durumunda. Metin son hali almadığından, yıldız işaretleri yoluyla oyunu zenginleştirmek için uğraştığı düşünsel zemini sayfalara notluyor Marmara. Bu, bir tür oyunun aurasını oluşturma çabası. Tıpkı şiirlerine yaydığı düşünsel iklim gibi. Oyunda, klasik bir tema işlenmiyor. Şair, kendine özgü bir düşlem içinde “kadın” ve “erkek”i konuşturuyor. Çarpıcı noktalardan bir başkası, sözcüklerin metinde yarattığı ışıltı. Tıpkı, şiirlerindeki gibi. Metin, taslak haliyle bile varlıkla hiçlik’in bir “dansını” çağrıştırıyor. Şairin bu oyunla ilginç, tutkulu bir bağı olduğu sayısız kesitte ön plana çıkıyor. Metinde devamlı garip bir müzikalite ve tonlama çabası dikkat çekici. Bu bağlamda sözcüğün metindeki büyüsü, sesi, rengi özel bir anlam taşımakta. Dolayısıyla, yaratılan düşlem oyunda hep ön planda. Tıpkı şiirinde olduğu gibi. Dipnotçuklar izlenimi veren yıldız işaretli kesitlerde sıkça aforizmayı andıran cümlelerle karşılaşılabiliyor.
Görüleceği gibi ilginç deneysellikleri andıran bir oyun taslağı bu. Şiirlerindeki gibi ölüm ve yalnızlık temel izlekler olarak metne yayılmış. Özellikle de kendi iç yalnızlığı. Mektuplarında da anımsattığımız bu özellik, şiirlerinin çekirdek niteliği. Ancak, bu oyun yine de bir taslak, son halini almamış bir metin olduğu için, daha ayrıntıya girmenin fazla sağlıklı olmadığını düşündük. Yalnız, Marmara’nın şiir kadar metne olan tutkusu ve bu metinlerde yarattığı şiirsellik, sözcüklerle kurduğu evren ve yarattığı derinlikli düşsel yolculuk okuru gerçekten etkiliyor.
“Çöl”ün Marmara’nın özellikle mektuplarında çok önemli bir sembol olduğundan söz etmiştik. Bu, tabii ki Libya’da şantiyedeki hayatında beliren, şekillenen bir sembol. Dolayısıyla da orada yazdığı hemen her metinde özel bir role sahip. Bu sembol, değindiğimiz oyununun ardından gelen iki ara bölümde de görülmekte. Kısacık, belki son halini bile almamış bir öykücüğüne “Çöl Faresi” adını koymuş. Ardından gelen Libya okumalarına da herhalde, kitabı hazırlayanlar “Çöl Okumaları” adını vermiş. “Çöl Faresi” çok kısa bir öykü denemesi olduğu için, onun üstünden birtakım spesifik değerlendirmelere varmak abartılı olabilir. Tekrar üstünde durulması gereken nokta “Mektuplar” ve oyun denemesinde sıkça altını çizdiğimiz şiirsellik bu metinde de dikkati çekiyor. Sembolün yanında benzetme ve metaforlar ilgi çeker mahiyette. Dehlize inen “paronayak bir fare”den söz edebiliyor. “Ezercesine bakacak bana” ya da “gözlerimi cımbıza benzetiyor” diyebiliyor. Üslupta, yine gerilimli bir iç dünya sorgusu ön planda.
“Çöl Okumaları” adlı ara başlıksa, mektuplarında yakınlarına da söz ettiği bir-iki dergi ve bazı kitaplar hakkında birtakım düşüncelerini kapsıyor. Marmara, bu defter –veya defterlerde- ağırlıklı olarak alıntılara yönelmiş. Seçtiği alıntılar yoluyla, Marmara’nın sanat vizyonu ve poetikası hakkında düşünceler oluşturmanın biraz abartılı olacağını düşünüyor insan. Şairin bir dostu, kuşakdaşı olarak dikkatimizi çeken nokta; okuduğu, üstüne fikirler yürüttüğü ve çokça alıntıladığı dergi ve kitapların 1980’ler ortasında oldukça filizlenen yeni sol bir duyarlılığa yakın biri olduğunu göstermesi. En azından bazı yaklaşım ve alıntılarından böylesi çıkarımlara ulaşmak mümkün. Örneğin şairin üstünde durarak okuduğu, Rosalind Coward ve John Ellis’in kaleme aldığı Dil ve Maddecilik (İletişim Yayınları, 1985) adlı kitap, batıda o günlerde ulaşılan dil ve onun düşünsel zeminini inceliklerle sorgulayan bir yapıttı. Şairin kitaptan yaptığı aktarmalarda önemli düşünür Lacan’a olan özel düşkünlüğünü keşfetme olanağı buluyoruz. Çünkü mektuplarında da BFS Yayınları’ndan o dönem çıkmaya başlayan Felsefe dergisindeki bir Lacan metninin de üstünde duruşu dikkatimizi çekmişti. Marmara’nın bu okumalarda düşünsel zemini odak alan kitaplara yönelişi gözlemleniyor. Üstünde ayrıntılı durduğu bir başka kitapsa Freud’un Totem ve Tabu adlı ünlü kitabı. Marmara’nın bu kitap okumasından hareketle de önemli açılımlara ulaşmak haddimiz değil. Ama, bu hassasiyet, şairin oldukça genç yaşta psikanalize olan ilgisinin bir işareti olarak görülebiliyor. Bunların yanında, defterlerde orada okuduğundan söz ettiği Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Iris Murdoch’un The Sacred and Profane Love Machine’ını da anımsatmak gerek.
Görüldüğü gibi bu bölüm, ancak Marmara’nın içinde gezindiği düşünsel zemin hakkında fikirler verse de, bu öznel yolculuğun özel bir ayrıcalığı işaretlediği söylenemez. En azından, ilk üç bölümdeki sanat tavrı ve duyarlılığını açık şekilde yansıtmıyor. Ama, ardından gelen, biraz da son halini almamış “Ötede Bir Pencerede” adlı kısacık metin, yine Marmara’nın şiirsel dünyasıyla bizi baş başa bırakıyor. Yani kendi düş dünyasında bir metinsel yolculuğa adım atıyor. Son halini almasa da, şairin algı ve sezgi boyutunu özenle sınayan bir metin var karşımızda. Yine yarım kalmış, son halini almamış olarak.
Defterler kitabının son ara başlığı olarak “İstanbul ve Sonrası”na gelindiğinde, şu ana kadar yapıtta yer alan her metnin Libya’da yazıldığını anlamış oluyoruz. Gülseli İnal’ın hazırladığı Kırmızı Kahverengi Defter’de hiç yer almayan bir külliyat bu. Gerçi, özellikle, sonlarda değindiğimiz “Çöl Okumaları” bölümünün bu kitapta niye yer aldığını düşünmeden edemiyor insan. Gerçi, evet, şairin düşünsel yolculuğuna dair birçok ipucu veriyor okura. Ama, konulmasa da büyük bir boşluk olmazdı. Hedef, şairin deftere tüm yazdıklarını kitaba taşımak olunca, çaresiz kalınabiliyor.
Kitabın son bölümü olan ve İstanbul’a döndükten sonra, deftere yazdığı ve ağırlıklı “günlük” özelliği taşıyan metinlerde bölümün baş ve sonlarında günlük’ün tarihlerini de veriyor. Ama, içerideki yazıların çoğunda bu tarihleme bulunmamakta. Buna rağmen, şairin bu bölümdeki yazılarının 7 Eylül 1986 ile 8 Eylül 1987’ye kadar yazdıkları olduğunu saptayabiliyoruz. Yani, ölümünden bir ay önceye kadar. Bu günlükler oldukça karmaşık duygu durumlarıyla bezeli. Ön plana ağırlıklı olarak “ölüm” imgesi çıkıyor. Buna koşut olarak, gizemci bir tavır çoğu kez bu metinlerin parçası durumunda. Spontan değil, düşünerek yazılan günlükler bunlar. Hatta, yıldız olarak işaretlediği kısacık düşünce ve kaygı yüklü kesitler bile.
Bu günlükler çoğu kez alışılmış düzyazının dışında bir yolculuğu imliyor. “Çöl Okumaları”ndaki alıntı yoğunluğundan çok şairin sanat ve edebiyat vizyonuna dair birçok yeni boyut yakalanıyor. Şairin ömrünün son bir yılını yansıtan metinlerde “ölüm”ün çoğu kez ana izleklerden biri olduğunu saptama olanağı buluyoruz. Örneğin şimdi alıntılayacağımız metin yalnız şairin yazıyla olan tutkulu bağını değil, aynı zamanda hayata dair uyumsuzluğunu ve ölüm izleğinden hiç kopmadan yaşadığını da işaretliyor.
“* Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak,
düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek…Nasıl olursa olsun; görmek
için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi
dirimlerinin kıvılcımlarını. Geliyorlar! Uyuyan arzunun
düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya
geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında
seviniyorlar canlıyız diye.”
(Sf. 397, Defterler kitabından)
Başlarda Tobruk’taki hayatına dair göndermeler var. Doğaya dair semboller ön plana çıkarken şairin gizemci yanı biraz daha beliriyor. Sembol ve metaforlar metinlerin de çerçevesini oluşturmakta. Şiirle düzyazı iç içe girmeyi sürdürüyor. Dünyaya yönelik tehdit oklarından söz etmeden yapamıyor. Bu süreçte Marmara’nın ünlü şair ve yazar Ingeborg Bachmann ve romanı Malina’ya dair ilginç değerlendirmeleri görülmekte. Kaçınılmaz olarak “intihar”da ana izlek, bir düşlem olarak metinlerde sıkça nefes almaya başlıyor. Örneğin “Yanma, yakma motifi ölümünün bir kehaneti sanki” (sf. 403) diyebiliyor. Bachman’ın da trajik ölümüne göndermeler yaparak Malina üzerinde yoğunlaşıyor. Kitaptaki “ölüm” ve “baba” Marmara’nın özenle altını çizdiği semboller olarak dikkat çekiyor. “Ölüm” bir varlıksal sorunun sembolü olarak algılanırken, “baba” şiddetin karşılığına denk geliyor. Marmara’nın Sylvia Plath’a olan düşkünlüğü ve üstünde çalıştığı bu şairin etki alanında gezindiği açık. Ama, Bachmann’la da yoğun biçimde ilgilenişi, “intihar” izleğinin Marmara’nın hayatında da önemli bir bağlam olduğunu okura açıkça yansıtıyor.
Marmara’nın şiirinde özel bir yere sahip zaman ve uzam kavramlarını da bazı okumalarıyla ilişkilendirmek mümkün. Ama, tabii ki bu okumalarla şiiri arasında direkt bağ kurduğumuz düşünülmesin. En azından şairin iç dünyası ve sorgu alanına dair sayısız küçük ipuçlarıyla bu günlüklerde karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Farklı okumalarına ilişkin enteresan anekdotlar çıkıyor karşımıza. Sempati duyduğu Batılı şair ve özellikle sinemacılar hemen dikkat çekiyor. Günlük biraz da değişken metin ve alıntılarla bezeli. Ortada bir düşünsel savrukluğun hissedildiği açık. Ama, şiirinde de dikkatimizi çeken, örneğin Tarkovski gibi bir yönetmen günlükte de yer alabiliyor. Yani, sayısız sanat ve edebiyat insanı bu günlüklerde farklı okumalar vesilesiyle anımsanıyor. Düşünsel düzeydeyse Marmara’nın metinciklerinde bir parçalanmışlık duygusu hissediliyor. Hatta, şairin hiçliğe doğru yol alışının değişik ipuçlarını bu günlük kesitlerinde görebiliyoruz. Yalnız okumalarında değil, gezi notçuklarında bile değindiğimiz ruh halinin izleriyle karşılaşılıyor.
Bu günlükte anmadan geçemeyeceğimiz son nokta, şairin kitapta da bulunan bazı şiirlerinin ön çalışmalarına bu günlükte rastlamamız. Daktiloya Çekilmiş Şiirler'in en sonlarında yer alan “Düşü Ne Biliyorum”, “Mal di Luna” ve “Karmelites Therese”den söz edilebilir. Bu şiirlerin bir tür taslaklarına, ön çalışmalarına rastlamak, Marmara şiirini sevenler için ilginç kesitler oluşturuyor. Örneğin “Mal di Luna” şiirinde Kafka’nın bir kısa hikayesinin geçtiğini öğrenmemiz, bizi yeniden ve biraz farklı bir okumaya itebiliyor. Bu kesitlerde, daha önce de andığımız yayın direktörü Bilge Barhana’yı tekrar kutlamadan edemiyoruz. Sık rastlanılan bir titizlik değil bu. Marmara’nın giz evreni ve bunun metinlerine ve alıntılarına dönüşmesi şairin gündelik hayatı algılayışına dair kesitlerle de bizi baş başa bırakıyor. Evet, şairin son bir yılının duygusal, düşünsel ve dilsel kaygılarını, izlediği kültür ortamını, bitip tükenmez yalnızlık ve yabancılaşma dürtüsünü ve en önemlisi intihar izleğiyle olan bağı, çok farklı niteliklerdeki bu metinlerin asıl yüzünü yansıtıyor. Kederli, mutsuz ve hiçlik duygusuna gitgide kayan bir Marmara portresi var karşımızda.
Kağıtlar, adından anlaşılacağı gibi Defterler’den farklı, iç bütünlüğü fazla olmayan, ara başlıklara ayrılamayan şiirler, düzyazı şiirler, bağımsız dizeler ve az sayıda mektuptan oluşuyor. Bu kitabı da hazırlayan Bilge Barhana’nın önsözü insana çok ilginç geliyor. Defterlerin dışında elindeki her tür kağıda, şiir taslakları, şiirler, metinler, çeviriler, çeviri şiirler yazmış; içinde yine şiir taslakları bulanan “kağıtlar” bunlar. Kitabı böyle bir çeşitliliğin derlenişini gözeterek okumaya başladığımızda, bu kaynakların kitaba niye dönüştüğüne dair soru işaretleri de gündemimizdeydi. Bu belki külliyatın tamamlanması anlamına geliyordu. Daha da seçici olup, bu yeni kitap da birazcık ayıklanıp, Defterler’in içine başka bir adla yerleştirilebilir miydi? Ama, bu kitabı bir bütün olarak okuduğumuzda, konunun zorluğunun daha çok farkına vardık. Çünkü bu yazılanların çoğunu sıradan “artakalanlar” olarak ele almanın fazla sağlıklı olmayacağını düşündük. Marmara’nın edebi ve şiirsel yönelimlerinin yanında oldukça seçkin diyebileceğimiz ürünlerine de rastladık. Kitabın bir iç bütünlüğü olmasa da –en azından Defterler kadar- onun hayat pratikleri ve düzyazıya da olan inanılmaz tutkusunun doğurduğu çeşitli sorulara yanıt arama uğraşına giriyor okur.
Örneğin “Dil Gömütlüğü” veya “Okuldan Kaçış” türü şiir veya birtakım şiir taslaklarına bakıldığında, şairin kendine özgü bir poetik kaygısının belirleyici olduğunu, bu kaygıyı içinde barındırmayan birtakım şiir veya şiir taslaklarını niye geride bıraktığının ayrımına varılabiliyor. Ama, “elek” gibi şiir taslağı bile zor olabilen bir örneğin veya bazı benzerlerinin kitapta yer alışını benimseyemiyor okur. Evet bunlar bir tür ”şiirimsiler” olarak kitapta yerini bulmuş.
Bu yapıtta birtakım aforizmalar ağırlığını koymuş. Bunlarda da Defterler’de olduğu gibi “ölüm” ana izleklerden biri olarak yer tutmayı sürdürüyor. Ama, en uçta, içinde politik yönsemelerin de olduğu “Evrenin yetkin uru dünya” satırıyla başlayan bir metne rastlanabiliyor. Aslında şairin Defterler’de de hâkim olan, hatta şiirine de sirayet etmiş varlıksal sorgu bu aforizmalarda da ağırlığını koyuyor. Şiirsel bir dil bu metinlerin parçası olmayı sürdürüyor. “Kimi Görür Ay” gibi metinlerse okuru şiirle aforizma arasında sıkıştırıp duruyor. Kağıtlar’a bu türden sorularla bakmamız fazla bir abartı olarak düşünülmesin. Çünkü bu metinlerin birçoğunun da tamamlandığı duygusuna varamıyoruz.
Tüm bu çeşitliliğin çekirdek noktası, Marmara’nın düş dünyasındaki inanılmaz hareketliliğini ve reel hayata karşı aldığı keskin yazınsal-şiirsel tavrını tekrar günyüzüne çıkarması. Hele bu tutum, bir düzyazı şiir tadına döndüğünde, şairin bizce ustalıklı yanı hemen belirginleşiyor. Örneğin, sf. 49’da yer alan ve adı olmayan bu şiir Marmara’nın şiirinin parçası olan kozmik dünyasının çeşitli izlerini içinde barındırıyor. Tabii ki tüm keder ve acılarıyla. Şiirindeki düşsel sarmal “ölüm” izleğiyle tipik bir Marmara şiiri ve poetikasını yansıtıyor. Çoğu düzyazı şiir örneğinde belirginleşen ses ve üslup zenginliği bu kitaptaki benzeri örneklere de yansıdığından okuru heyecanlandırıyor. Kitaptaki bazı metinlerde hissedilen “Şiir mi, şiir-dışı mı”, sorusuna en olumlu yanıtı verebilen örneklerden biri bu. Aynı türden bir örnek olarak “İris’in Ölümü”nü iyi bir düzyazı şiir olarak anarsak herhalde abartmamış oluruz. Bunlara benzeyen az örnek, bizce Kağıtlar’ın omurgasını oluşturuyor. Bu türden metinlerin olmaması, kitabın yapısı konusunda da sıkıntılar yaratabilirdi. Mektupla düzyazı şiirin sarmalandığı ilginç metni de farklı bir örnek olarak anmak gerek. (Bkz. sf. 87)
Kitapta, aforizmalar dahil metinlerin büyük çoğunluğu, şairin Defterler’de altını çizdiğimiz poetik kaygılarını gün yüzünde tutuyor. Yer yer şairin tutkulu yanı belirginleşiyor. Çoğu kezse oluşturduğu düşsel yolculuklar aforizma ve şiirlere sinmiş durumda. Ama, yapısal olarak metinlerin bir kısmında “sıkı” olamayan metinlerle karşılaşabiliyoruz. Marmara’nın bu çalışmaları “kağıtlar”da bırakmasının nedeni bu olsa gerek. Yarım kalmışlık, tamamlanamamışlık duygusunun çok hâkim olduğu örnek sayısı az değil. Zaten okuru yer yer tedirgin eden kitaptaki bu durum. Ama, yapıtı Defterler’in bir takibi olarak düşündüğümüzde, bu yarım kalmışlıkların, şiir denemelerinin, hatta kitabında bulunan önemli bir-iki şiirin ön taslaklarını da görünce kitaba daha kolay adapte olunuyor. Defterler’deki bazı metinlerin bile taslakları bulunmakta Kağıtlar’da. Daktiloya Çekilmiş Şiirler'de yer alan “Rembetika” şiirinin ilk çalışmalarını veya “Mal di Luna” şirindeki bazı kesitleri gözlemleyebiliyoruz.
Marmara’nın ölümünden sonra kalan külliyat içindeki “kağıtların” seçilerek oluşturduğu bu kitap, yarattığı bazı huzursuzluklara rağmen Marmara’nın şiir ve metinlerini sevenlerin farklı bağlamlarda ufkunu açabiliyor. Bunun yanında, şairin şiirinde yayvan bir şekilde yer yer hissedilen lirik duygularının bu yapıtta biraz daha gün ışığına çıktığı söylenebilir. İşin hoş yanı bu metinlere dair beğenilerimizin belki de tam anlamıyla buluştuğu örnek, bizce kitabın en sonunda yer alan ve sıkı bir şiirsel metin olarak da anabileceğimiz “Evrenin Yetkin Uru Dünya” adlı örnek. Bizce yalnız Kağıtlar kitabının değil, Marmara’nın elimizdeki tüm şiir ve metinlerini yansıttığı izlenimi veriyor. O yüzden de, yeni çıkan son iki Marmara kitabı üzerine yapılan değerlendirmelerimizi bu örnekle noktalamayı uygun bulduk. Marmara’nın vizyonunu, poetikasını, şiir ve metne dair kaygılarını çok iyi kapsayan bir “düzyazı” bu:
“Evrenin yetkin uru dünya.
Boşluktaki büyük küresel yaraya göre, kişinin iyileştirilemeyecek
bir yarası olamaz gibi görünüyor bana. Onun için varoluş
tarihindeki acılar insanın kendini, öznelliğini aşması için nesnel
bir destek. Bu dışı derinden tanıma ile gerçekleşecek kurtuluş
içselliğimizi de derinleştirirken, bize özgürlük ve erinç duyumunu
sunuyor. Artık, çirkef ilişkilerden, utku ve yenilgi ikileminden,
her hamlede mat hevesinden, ele geçirme savaşımından vazgeçmek
gerekir. Vazgeçilmiyorsa, geçilemiyorsa Üzünç Teyze (21) gelir hep
oturur içimizde. Şen ve özgür hayaletler olalım.”
(21- Ece Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” şiirinden)
(sf. 149, Kağıtlar kitabından)