Neşterin gölgesinde: Alberto Barrera Tyszka’nın romanlarında hastalığın işlevi

"Hastalığa birtakım anlamlar yüklemek ve metaforik bir dille onu içimizde büyütmek, Sontag’ın vurguladığı gibi, nereye gittiği belli olmayan bir akıntının içinde sürüklenmemize yol açar. Oysa hastalığı Barrera Tyszka’nın romanlarındaki gibi sadece yaşamın bir parçası olarak görmeyi başardığımızda, akıntıya kapılıp giden kimi parçalar da gün yüzüne çıkacaktır."

22 Ekim 2020 21:30

Yalnızca bir neşterin görebileceği gölgeler vardır.[1]

Venezuelalı yazar Alberto Barrera Tyszka’nın Babam Giderken ve Comandante’nin Son Günleri romanları, hastalık ve sağlık arasındaki ince çizgide durduğumuz salgın günlerinde, bu iki kavramın anlamı ve sınırları üzerine düşünebilmemiz için önemli bir imkân sunuyor. İki romanda da hastalık varoluşun ayrılmaz bir parçası ve hayatın temel bir işlevi olarak ele alınıyor. Susan Sontag’ın izinden dikkatli adımlarla yürüyen Barrera Tyszka, hastalığı kuşatan tüm metaforları elinin tersiyle iterek ona olduğu gibi yaklaşıyor ve metaforik düşünme biçimine sonuna kadar direniyor. Böylelikle hastalık metaforların doğurduğu tüm önyargıların dışında ve ötesinde, tam da olduğu gibi karşımızda duruyor. Ne bir ceza ne ilahî gazabın bir aracı, ne bedenin ihaneti ya da iflasın işareti, ne gizli ıstırapların hüzünlü bir ifadesi ne de ahlaki bir karakter testi… İki romanda da hastalık, sadece ve sadece sağlık durumunun bozulmasına işaret ediyor, beden vasıtasıyla konuşmaya çalışan bir şeye değil.

Hastalığa birtakım anlamlar yüklemek ve metaforik bir dille onu içimizde büyütmek, Sontag’ın vurguladığı gibi, nereye gittiği belli olmayan bir akıntının içinde sürüklenmemize yol açar. Oysa hastalığı Barrera Tyszka’nın romanlarındaki gibi sadece yaşamın bir parçası olarak görmeyi başardığımızda, akıntıya kapılıp giden kimi parçalar da gün yüzüne çıkacaktır. Hastalık Babam Giderken’de bireyin kendisini,Comandante’nin Son Günleri’nde ise bir toplumu tanımanın en sarih yolu olarak beliriyor. Alberto Barrera Tyszka

Kendini bir hastalıkta tanımak

Çağdaş Latin Amerika edebiyatının başarılı temsilcilerinden biri olan Barrera Tyszka, İspanyol edebiyatının prestijli ödülü Herralde’ye layık görülen ilk Venezuelalı yazar. 2006’da ona bu ödülü kazandıran eseri ise Türkçede Babam Giderken adıyla yayınlanan romanı La Enfermedad, yani Hastalık. Kafka Kitap tarafından 2018’de Seda Çıngay Mellor’un akıcı çevirisiyle dilimize kazandırılan roman,[2] babasının kanser olduğunu kabul etmekte zorlanan bir doktorun ikilemiyle başlıyor. Her zaman “hasta-doktor ilişkisinin şeffaflığını” savunmuş olan Doktor Andrés Miranda, “stetoskobun ucundaki kişi babası olunca” allak bullak oluyor.

“Hayatımızın bir son kullanma tarihi olduğunu bilmeye hepimizin hakkı var, ne zaman ve nasıl öleceğimizi bilmeye hepimizin hakkı var, ben her zaman bunu söylemişimdir.”[3]

Bugüne kadar bu görüşe dayanarak, kimilerine göre sert ve insanlıktan uzak bir şekilde, hastalarına rahatlıkla “Üzgünüm ama hiç umut yok. En fazla iki ay ömrünüz var” diyebilen doktorun, babası söz konusu olunca içine düştüğü dilemma, bir yanıyla ölüm karşındaki çaresizlik ve korkuya, diğer yanıyla başka birinin hayatı için sorumluluk almanın ağırlığına dayanıyor. Aslında Doktor Andrés’in korkusu yeni değil. “Yıllardır orada, hep peşinde” olan, “sık sık ve hiçbir sebep olmaksızın gölgesinden fırlayıp üstüne atlayan” korku bu.

“Muhtemelen hepimiz ezici olduğu kadar muğlak da olan bu türden bir korkuyla doğuyoruz. Korku nereye gideceğini bilmeden içimizde geziniyor ama bizden asla ayrılmıyor. Ortaya çıkmak için doğru ânı bekleyerek kendini hazırlıyor, eğitiyor. Bize söylemek istediği şeyin ne olduğunu henüz bilmeyen bir kehanet, bir ses o. Ama hep orada, şifresi çözülemez, anlaşılmaz bir ses, susmak bilmeyen bir şıp-şıp-şıp, bir alarm zili. Andrés yıllardır duyuyor bu sesi, ondan kaçıyor, sesi korkutup uzaklaştırmaya çalışıyor ama asla başaramıyor.” (s. 11)

Babasının hastalığı karşısında Doktor Andrés’in artık kaçacak bir yeri yok. “Hastalığın sonsuz gücü karşısında tıbbın sınırlarını kabul etmenin yolu”nu ona meslektaşı Miguel gösteriyor. Her ameliyattan önce, ameliyathanenin beyaz ışığı altında yeşil önlüğü, beyaz eldivenleri ve maskesiyle şöyle soruyor Doktor Miguel:

“Hayatın salt şanstan ibaret olduğunu kabul etmekte neden bu kadar zorlanırız?” Her ameliyatın açılış merasimi haline gelen bu soruda bir alaycılık yok. Sorudan ziyade, “nazik bir dua”, “insanın kendisine gösterdiği bir tür şefkat gibi…” (s. 10)

Doktor Andrés’in hastalıkla uzun bir ilişkisi var. Çok fazla insanın ölümüne şahit olmuş. Yine de ölmenin göründüğü kadar kolay olmadığını biliyor. Andrés’in omuzlarına çöken yük, sadece bir doktorun hasta bir bedene karşı olan kesin sorumluluğundan ibaret değil. Bu sorumluluk henüz tıp öğrencisiyken onu korkutmaya başlamış, “mesleki ilgisinin hayat kurtarmaktansa ‘hasar raporu’ yazmaya yönelik olduğunu” düşünerek pratik çalışmalar yapmayı olabildiğince ertelemiş ve diğer cerrah adaylarının aksine, “başka bir vücudu zapt etme fikri” onda en ufak bir heyecan uyandırmamış. Belki de bu yüzden Andrés, babasının hayatını kurtaramayacağını en baştan kabulleniyor. Ancak babasının yaşamı gözlerinin önünde tükenirken, kalan son günlerini nasıl geçireceğine onun yerine karar vermek… İşte bu, tüm o sinsi korkulardan da beter, dayanılmaz bir ağırlık.

Aynı sorun, Lulu Wang’in kendi hayat hikâyesine dayanan The Farewell (2019) filminde Doğu-Batı tartışması temelinde karşımıza çıkar. Filmde, Çin’de doğmuş ve beş yaşında ailesiyle birlikte gittiği Amerika’da büyümüş olan Billi, babaannesinin kanser olduğunu ve çok az ömrü kaldığını öğrenince yıllar sonra ilk kez Çin’e gider. Akciğer kanseri teşhisinin ardından bir araya gelen aile üyeleri hastalığını babaanneden gizlemektedir. Buna karşı çıkan ise sadece Billi’dir. “Ona söylememiz lazım, belki yapmak istediği şeyler vardır” diye itiraz eder. Aile büyüklerinden biri ona şöyle açıklayacaktır:

“Siz uzun zaman önce Batı’ya taşındınız. Orada bir insanın hayatının sadece kendisine ait olduğuna inanırlar. Bu Batı ile Doğu arasındaki temel farktır. Doğu’da insan hayatı bir bütünün parçasıdır; ailenin, toplumun… Nai Nai’ye gerçeği söylemek istiyorsun çünkü onun sorumluluğunu almaktan korkuyorsun. Çünkü bu çok ağır bir yük. Eğer ona söylersen suçluluk duymana gerek kalmaz. Biz söylemeyeceğiz çünkü bu duygusal yükü onun için taşımak bizim görevimiz.”

Hastalık bizi böylesine zor bir tercih yapmak zorunda bıraktığında, belki de neyin doğru neyin yanlış olduğu değildir önemli olan. Bu kadar ağır bir yükün altında ezilmemek için bilmemiz gereken ilk şey kim olduğumuzdur. İnsan hayatını nasıl kavradığımız, bedenle ve hastalıkla nasıl ilişki kurduğumuz, ölümle ne kadar yüzleşebildiğimiz, önceliklerimizi nasıl belirlediğimizdir. Kariyeri ilerledikçe hastalarla ilgilenme fikrini giderek daha az ilgi çekici bulan ve araştırmaya yönelen, insan vücudunun nasıl çalıştığını öğrenmek için hevesle anatomiye merak saran ve aynı adı taşımaktan gurur duyduğu Flaman doktor Andreas Vesalius’un büyüsüne kapılan Doktor Andrés’in tam anlamıyla Batı’nın bir temsilcisi olduğu söylenebilir. Ancak Andrés babasının hastalığı karşısında gerçekten ne yapması gerektiğinden hiçbir zaman emin olamaz. Ne babasına hastalığını bin bir sancıyla söylemeye çalışırken ne de söyledikten sonra… “Bilmemeyi mi tercih ederdin?” diye sorar “neşter kadar keskin bir bilgiyi sindirmeye çalışan” babasına; “Sana söylemesem daha mı iyi olurdu?” (s. 107) Babası hızla uzaklaşır, tek kelime etmeden, arkasına dönmeden. Belli ki o da bu soruya cevap verebilecek kadar tanımamaktadır kendini. 

Toplumu bir hastalıkta tanımak

Hastalıklar, Sontag’ın vurguladığı gibi “her zaman bir toplumun kokuşmuş ya da adil olmayan bir topluma dönüştüğü suçlamalarını canlı tutmaya yarayan metaforlar olarak kullanılmıştır.”[4] Öyle ki, bir toplumda hoşa gitmeyen her durumu bir hastalık şeklinde adlandırma eğilimi gittikçe yaygınlaşmış, sağlık kadar doğanın bir parçası olan hastalık, “doğal olmayan” her şeyin eşanlamlısı haline gelmiştir.[5] Barrera Tyszka bu kolaycılıktan ve hastalık metaforunun yol açtığı yanılgılardan tamamen uzak durarak, Comandante’nin Son Günleri romanında bir toplumun dönüşüm sürecinde siyasal kutuplaşmanın yol açtığı dejenerasyonu anlayabilmemiz için hastalığın ne kadar işlevsel olabileceğini gösterir, hem de hiçbir metaforik anlatım biçimine başvurmadan. 2015’te Tusquets Roman Ödülü alan romanda hastalık herhangi bir metafora değil, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chávez’in 2013’te ölümüne neden olan kansere işaret eder.

2020’de yine Kafka Kitap tarafından, Bengi De Sa Matos Paixao’nun çevirisiyle yayınlanan romanın orijinal adı (Che Guevara’nın ünlü devrimci selamına atıfla) Patrio o Muerte’dir, yani Vatan Yahut Ölüm. Chávez’in ölüm döşeğinde olduğu, ülkenin hızla kaosa sürüklendiği günlerde geçen roman, farklı karakterlere odaklanarak toplumdaki derin kutuplaşmanın ve hızla tırmanan şiddetin boyutlarını gözler önüne serer. “Belirsizlikten başka bir kimliği olmayan, kriz içinde bir ülke”dir Venezuela. Dahası, bu ülkede “bir kıyamet-öncesi toplum, patlaması an meselesi olan, çatışma halinde bir ulus” yavaş yavaş, azar azar patlayarak yaşamaktadır. Chávez’in hastalığı işleri biraz hızlandıracaktır.[6]

Roman, yetmiş yaşındaki emekli onkolog Miguel Sanabria’nın Chávez’in kanser olduğu haberini almasıyla başlar. Tek bir ana karakter yerine birçok farklı karakterin etrafında örülmüş olsa da, romanın odağında yine bir doktorun olması, üstelik bu doktorun Babam Giderken’de “hayatın salt şanstan ibaret olduğunu” tekrarlayıp duran doktorla aynı adı taşıması tesadüf değildir. Miguel, “emekli olduğunda bedenle ilişki kurmayı öğrenmede bilimin yeterli olmadığını” anlamıştır.[7] Chávez’in hastalığını öğrendiğinde aklına ilk gelen şey, kendini bir hastalıkta tanımanın, onu kendinin saymanın, nasıl doğrudan duygusal bir büyü ürettiği, bir tümörün sizi nasıl ânında bir kurbana çevireceği olur.

Miguel, Chávez’e hiç oy vermemiş, Chávez taraftarları (Chavistalar) ve karşıtları arasındaki gerilimin bir tarafı olmamaya özen göstermiştir.

“Her iki tarafın radikallerinden uzak durmuş, yaşanan her şeyin geçici bir arızanın parçası olduğunu ve her şeyin er geç çözülüp normale döneceğini düşünmüştür.” (s. 15)

Ona göre Venezuela ülke olmayı bile becerememiş bir enkazdan ibarettir ve siyaset onları zehirlemekte, herkesi bir şekilde kirletmektedir. Miguel, “herkesin taraf tutmanın yoğunluğuna mahkûm edildiğine, herkesin hükümetin yanında ya da karşısında yer alma mecburiyetiyle yaşamaya itildiğine inanmaktadır.” (s. 15)

Miguel’in yakın çevresinde bu kutuplaşmanın izlerini görmek mümkündür. Ağabeyi Antonio genç yaşlarda Komünist Parti’ye üye olmuş, altmışlı yıllarda kısa süreliğine gerillalık yapmış ve birkaç yıl sonra barış sürecine sığınıp sivil hayata yeniden karışmıştır. Chávez’in 1999’da iktidara gelmesiyle Antonio’nun eski hayalleri yeniden gün yüzüne çıkar. Miguel’e göre “hükümet, onun kuşağı için adeta altmışlar temalı bir eğlence parkıdır”, devrim ise “sert bir uyuşturucu, bir çeşit ideolojik uyarıcı, gençliğe dönüş yolu.” (s. 39) Ağabeyin bir keresinde kardeşine sarf ettiği şu sözler, iki kardeşin arasında sık sık geçen sert tartışmaların özeti gibidir:

“Seninle daha fazla konuşmak istemiyorum Miguel. Bu imkânsız. Sen ve ben aynı ülkede yaşamıyoruz.” (s. 96)

Miguel’in karısı Beatriz de aynı şeyi onun için düşünmektedir:

“Antonio ile bir şey tartışmak imkânsız. Onlar fanatik.” (s. 97)

Beatriz’e gelince, o bir super-escuálido’dur. Zayıf kişilikli anlamına gelen escuálido, Chávez’e ve projesine karşı gelenler için kullanılmaktadır:

“Chávez’e göre muhalif demek düşman demekti. Onları sertçe, ama aynı zamanda alaycı ve ironik şekillerde azarlıyordu. Siyasi kınamaları mizahi bir eyleme dönüşmüştü. Escuálido dediği an yankısı hemen duyulmaya başladı. Takipçileri bu kelimeyi küçümseyici bir tutkuyla kullanmaya başladılar ve sözcük yavaş yavaş ülkenin dağarcığına yerleşti. Kendilerini escuálido-karşıtı olarak tanımlayan radikal gruplar vardı. Ayrıca muhalefette de bir escuálido gururu oluşmaya başlamıştı. Beatriz, bir super-escuálido olmaktan gurur duyuyordu. Bunu da yüksek sesle ve umarsızca ilan etmekten çekinmiyordu. Chávez sözcüğü bol keseden kullanmaya devam etti. Nisan 2010’da tüm medya organlarından yayınlanan bir mesajında “Escuálido olmak hastalıktır” diye bir beyanatta bulundu: “Escuálido olma yolundaki kişi yanlış yoldadır” Bunun ciddi bir hastalık olduğu konusunda güvence verdi. Hatta belki de tedavisi yoktu.” (s. 97)

Hastalığı metafor olarak kullanmaktan çekinmeyen Chávez bu sözleri sarf ettiğinde gerçekten de tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanacağını muhtemelen aklının ucundan bile geçirmemiştir. Chávez’in kanseri ilerledikçe muhaliflerin nefreti giderek kızışır. Beatriz, Chávez’in ölümüyle ülkedeki bütün sorunların çözüleceğine inanmakta ve o günün bir an önce gelmesi için sabırsızlanmaktadır. Miguel’e göre Başkan’ın hastalığı karısının en kötü yanını ortaya çıkarmıştır. Chávez her şeyin eksenindedir; ülkenin, tarihin, vatandaşların kamusal ve özel hayatının… Böylece “başından beri herkesin hastası haline gelmiştir. Hastalığı bütün ülkeye yayılan bir muammadır.”[8] Dahası, Chávez “o kadar benmerkezcidir ki, tek başına hasta olmayı bile kaldıramamış, hastalığını bütün ülkeye bulaştırmıştır.” (s. 50)

Venezuela’daki Bolivarcı Devrim sürecinde yaşanan derin toplumsal ve siyasal kutuplaşmadan genellikle Chávez’in ayrıştırıcı retoriği (escuálido örneğinde olduğu gibi) ve sınıfsal eşitsizlik sorumlu tutulur. Ancak bu alanda çalışan iki önemli akademisyenin, Ana L. Mallen ve María Pilar García-Guadilla’nın vurguladıkları gibi, bunlar sıradan Venezuelalıların nasıl “kutuplaşma nesneleri” haline geldiklerini açıklamakta yeterli değildir.[9] Siyasi söylem tek başına böyle bir kutuplaşmaya yol açamaz. Gelir dağılımı eşitsizliği de Venezuela’ya özgü değildir. İki farklı grubun nasıl bu kadar uzlaşmaz hale geldiğini anlayabilmek, hayatın nasıl bu kadar farklı şekillerde yorumlanabileceğini görebilmek için iki tarafın da hikâyesini dinlemek gerekir. Comandante’nin Son Günleri’nde bize anlatıldığı gibi, yargılamadan, sadece anlamaya çalışarak…

“Kutuplaşma nesnesi” olarak birey, antagonist siyasal anlatıların ürünüdür. Farklı düzlemlerde toplumsal etkileşimlerin gerçekleştiği kamusal alanda bu antagonist anlatılara göre hareket eden özneler giderek kutuplaşmış nesnelere dönüşür.[10] Her biri kendi anlatısını hegemonik toplumsal gerçeklik haline getirmek için rekabete girer. Barrera Tyszka’nın romanında bunu anlayabilen tek karakter nesneleşmeye direnen Miguel’dir:

“Chávez Venezuelalılara yeni bir hikâye sunmayı başarmıştı. Fakat iktidara geldiğinde bu hikâyeyi kendi karakteri, sesi, zevkleri, becerileri, tercihleri ve kaprisleri etrafında geliştirdiği hegemonik bir projeyle yeni bir ulusal mutabakat olarak pekiştirmeye başladı.” [11]

Ülke bir “söylev krallığı” haline geldikçe, gerçeklerin pek bir önemi kalmaz, “hikâye, gerçeklerden daha güçlüdür”. (s. 99) Böylece soyut şeylerle ilgilenmeye başlar Barrera Tyszka’nın karakterleri; “özveri ya da nefret, umut ya da korku gibi ülkeyi harekete geçiren duygularla”. (s. 105) Artık her şey bir inanç sorunu gibi görünmektedir. Chávez, “siyaseti bir dine dönüştürme işini tamamlamak için hastalığından yararlanır. Hastalık onun için yeni bir meydan okumadır. Bir efsaneye dönüşme fırsatı”. (s. 98) Chávez bir efsane olarak güçlenmelidir ki, ardında “tek bir hikâyenin hüküm sürdüğü bir ülke” bıraksın”. (s. 98-99) Oysa Chávez efsaneleşirken aslında olan şey onun “bir insan olmayı bırakıp bir hastaya dönüşmesidir”. İkisi farklı şeylerdir, “İnsanın bir geleceği ya da en azından gelecek yanılsaması vardır”. (s. 49) Tıpkı “ülkeye konan bir teşhis gibi”. Tıpkı bütün hikâyelerin efsanevi Comandante’nin ölümünün hikâyesine dönüşmesi gibi. Tıpkı anlatılanın aslında hepimizin hikâyesi olması gibi.

 

NOTLAR                                                                


[1] Alberto Barrera Tyszka, Comandante’nin Son Günleri, çev. Bengi De Sa Matos Paixao, Kafka Kitap, 2020, s. 48.

[2] Roman üzerine Gökhan Yavuz Demir’in yazdığı inceleme için bkz. 

[3] Alberto Barrera Tyszka, Babam Giderken, çev. Seda Çıngay Mellor, Kafka Kitap, 2018, s. 31.

[4] Susan Sontag, Metafor Olarak Hastalık – Aids ve Metaforları, çev. Osman Akınhay, Can Yayınları, 2015, s. 84.

[5] Sontag, a.g.e., s. 86.

[6] Barrera Tyszka’nın, 2004’te gazeteci Cristina Marcano ile birlikte, Chávez’in ilk biyografisi olan Hugo Chávez sin Uniforme: Una Historia Personal (Üniformasız Hugo Chávez: Kişisel Bir Tarih) adlı eseri de kaleme almış olduğunu hatırlamakta fayda var. Chávez gibi kimilerinin tanrılaştırdığı, kimilerininse ölümüne lanetlediği bir lideri kurmaca bir metnin merkezine yerleştirmek gibi cesaret gerektiren riskli bir işe soyunurken ne yaptığının kesinlikle farkında olan bir yazar var karşımızda.

[7] Barrera Tyszka, Comandante’nin Son Günleri, s. 14.

[8] Barrera Tyszka, Comandante’nin Son Günleri, s. 50.

[9] Ana L. Mallen ve María Pilar García-Guadilla, Venezuela’s Polarized Politics: The Paradox of Direct Democracy Under Chávez, Boulder: Lynne Rienner, 2017, s. 3.

[10] Mallen ve García-Guadilla, a.g.e, s. 4.

[11] Barrera Tyszka, Comandante’nin Son Günleri, s. 99.