Deli Dumrul: Neredeyse her şeyi tekrar olan bir eser nasıl özgün sayılabilir?

"Dede Korkut hikâyelerinde en sevdiğim, en hayran olduğum karakter Banıçiçek. Onun özgünlüğü tek başına hikâyeleri bir başyapıt yapmaya yeter bence. Banıçiçek, Bamsı Beyrek’in karısı. Araştırmacılar Bamsı Beyrek ile Odysseus, Banıçiçek ile de Penelope arasında paralellik kurarlar. Ama bence Banıçiçek Penelope’den daha ilginç bir karakterdir."

22 Ekim 2020 21:00

Nasıl olur da, neredeyse her şeyi tekrar olan bir eser özgün olur?  Bunu sağlayan nedir?

Bakınca insan görüyor ki yaratılan eserlerde kullanılan temaların hiçbiri, en azından yazı icat edildiğinden beri, tam olarak özgün değil.  Her şey bir tekrar.  Zamanın doğrusal bir hareket olduğunu varsayarsak, bir ilk olması gerekir ama ben zamanın döngüsel bir harekete sahip olduğunu düşünenlerdenim. Benim için bir ilk de yok yani.

Aynı temalar, aynı motifler, aynı öyküler tekrar tekrar kılık değiştirerek yeniden anlatılageliyor.  Zaman değişiyor, diller değişiyor, teferruatlar, anlayışlar değişiyor, sosyal yapılar değişiyor ama anlatılanlar hep bir tekrar. 

Herkes anlatıyor da bazıları hiç unutulmuyor. Diğerlerinden daha özgün olmayı beceriyor.  Bu özgünlük de sanatçıların bugüne kadar yaratırken kendi varlıklarının yanında, varlıklarını hissettikleri şeyden kaynaklanıyor olsa gerek.  Kimisi ilham perisi diyor buna, kimisi musa (artık müz deniyor nedense), bazı yerlerde Radha oluyor mesela:

“Radha Krişna’nın karısı değildir. Yine de onun sureti olmadan Krişna hiçbir zaman tam sayılmaz.  Kaval çalması için ona ilham veren odur.  O olmasa, müzik de olmazdı.”[1] 

(Düşününce şimdi bütün şu ilham veren enerjilerin “dişi” olmasının erkek egemen dünyadan kaynaklandığını fark ettim.  Benimki mesela, erkek: İlhami. Shakespeare’inki de erkek: Ariel! Ne güzel!)

Neyse, işte bu unutulmayanları farklı kılan, yaratıcılarının ellerindeki hamuru işleyiş biçimleri.  İlhamiler ve ilham perileri yardımıyla, zamandan azade olan insana dokunabilmeleri.  Özgünlükleri burada gizli.

Euripides’in meşhur piyesi, Alkestis Apollon’un şu sözleriyle başlar:

“…Zira ben ki adilim, Pheres’in oğlunda adil bir insan buldum.  Onu, kader tanrıçalarını kandırarak ölümden kurtardım.  Bu kadın tanrılar, Admetos’un kendi yerine, yerin altındakilere bir başka ölü verdiği takdirde ölümden kurtulmasına hatırım için razı oldular.  O da birer birer bütün dostlarına, babasına ve kendini doğuran ihtiyar anaya baş vurduktan sonra, kendisi için ölmeye ve aydınlığı bir daha görmemeye razı olan bir tek insan olarak, karısını buldu.”[2]

Otuz yıl kadar önce Alkestis’i ilk okuduğum zaman yaşadığım hayreti anlatmam mümkün değil.  “A aa Deli Dumrul gibi!” demiştim.  Deli Dumrul bizim için çok özgün bir hikâyeydi. Bir tek Dede Korkut’ta vardı!

Ana, bilir misin neler oldu?
Gökyüzünden al kanatlı Azrail uçup geldi,
Akça benim göğsüme basıp kondu,
Hırıldadıp canımı alır oldu,
Babamdan can diledim, vermedi, ana!
Senden can dilerim, ana!
Canını bana verir misin?
Yoksa, oğul Deli Dumrul deye ağlar mısın?

Senden sonra bir yiğidi,
Sevip varsam, birlikte yatsam,
Ala yılan olup beni soksun!
Senin o muhanat anan, baban,
Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar?
Arş tanık olsun! Kürsi tanık olsun!
Yer tanık olsun! Gök tanık olsun!
Ulu Tanrı tanık olsun!
Benim canım senin canına kurban olsun![3]

Sonra karışık duygular izlemişti bunu. Neden bundan hiç söz eden olmamıştı?  Bizim zamanımızda liselerde Dede Korkut’a örnek olarak Deli Dumrul’un hikâyesi okutulurdu. Türkiye’de en bilinen hatta neredeyse tek bilinen Dede Korkut hikâyesi Deli Dumrul’dur. Peki ders olarak okutulurken, neden bu benzerlikten söz edilmez? Böyle bir benzerlik hiç yokmuş gibi davranılır?

En sonunda kendimce şöyle bir sonuca vardım: Sanırım, “Vay bu öyküyü Dede Korkut, Euripides’ten araklamış” kompleksinden. 

Çünkü benzer hislerden ben de geçmiştim.  Bu bilgiye daha önce hiç rastlamamış olduğum için ilk okuduğumda “acaba ilk ben mi fark ettim?” gibi olmayacak bir duyguya kapılmıştım. Toyluk! (O sırada piyesi İngilizce çevirisinden okuyordum, Türkçeye çevrilmiş olduğunu bilmiyordum; internet de olmadığı için o anda çevrilip basılmış olduğu bilgisine ulaşmam da mümkün değildi. Yani olmayacak şey değildi.)  Bu beni pek bir keyiflendirdi.  Coştukça coştum tabii.  “Vay be,” dedim, “Euripides, Alkestis’i yazarken Dede Korkut’tan etkilenmiş!”

Bir sonraki hissiyatım: Çöküş! “Ya bir dakika, hangisi önce yaşamıştı?” Bu kez bir utanç, tüh!  Dede Korkut, Euripides’ten etkilenmiş.  Sonra tekrar bir aydınlanış: Dede Korkut Euripides’ten etkilenmiş! Yani Euripides’i biliyor muymuş?

O günlerde araştırma yapmak zahmetli işti. Ansiklopedilerde bu konuyla ilgili bir şey yoktu tabii ki.  Milli Kütüphane’ye gidip, Dede Korkut ile ilgili bulabildiğim tüm kitapları taradım. Ve tabii ki bunu ilk fark edenin ben olmadığım ortaya çıktığı gibi, ciddi çalışmaların yapılmış olduğunu da öğrendim. Benim liseden kalma Dede Korkut bilgilerimin çook ötesinde. Ezildim.

Ben ezildim ama bulduklarım çok önemliydi:  

“1941 yılında Homeros’un Odysseia destanını Türkçeye çeviren Ahmet Cevat Emre, Yunan destanı ile Dede Korkut hikâyelerini daha geniş bir surette karşılaştırarak iki eser arasındaki üslûp, tema, tip ve motif benzerliklerine dikkat çeker.”[4]

Yani Homeros’u da biliyormuş. 

Alkestis bir yana diğerlerinin, yani hem Homeros’un destanlarının hem de Dede Korkut’un hikâyelerinin kaynakları çok kesin değildir. Homeros diye biri var mıymış, Dede Korkut diye biri yok muymuş, hep tartışılır. Ama kesin olan elimizdeki yazılı eserlerdir ve aralarında iki bin yıla yakın bir zaman olmasına rağmen bunlar arasındaki benzerlikler... Söz konusu olan dönemin yazının icadından sonrasına denk gelmesi ve Dede Korkut’un kullandığı motiflerin tesadüf olmayacak kadar diğerine benzemesi nedeniyle, Dede Korkut’un bu eserlere sözlü gelenekle olduğu kadar okuyarak da ulaşmış olduğunu düşünmek çok yanlış olmaz herhalde. Bu göz ardı edilen çok önemli bir şey bence. O günkü kültürel yaşam hakkında bize ipuçları veriyor.


Fatma Berna Yıldırım, Eski Hikâye'deki yazılarından birinde ("İnsanlar, Vahşiler, Evcil Hayvanlar: "Depegöz" Hikâyesinin Kalabalık Halkı"), Dede Korkut Oğuznameleri’nin meşhur “Depegöz” hikâyesini, Odysseia’nın meşhur “Polyphemos” hikâyesiyle birlikte ele almıştı...

Toplumların birbirlerinden etkilenmeleri ama bunu yaparken “alıntıları” kendi toplumsal yapılarına adapte etmeleri önemli bir şey. Alkestis ile başladım, onunla devam edeyim. Yine Alkestis’in ilk başında, aslında Yunan Mitolojisinde çok kullanılmayan bir motifle karşılaşıyoruz:

“Ey bir tanrı olduğum halde içinde hizmetçilerin sofrasında oturmaya katlandığım Admetos’un sarayı!  Buna Zeus sebeb oldu. Oğlum Asklepios’u alevden bir okla göğsünden vurarak yıkmıştı. O zaman ben de hiddetimden Zeus’un yıldırımlarını yapanları, Kiklopları öldürdüm, işte bana bu yüzden aylıkçıların, talihi nasiboldu.  Babam da beni ceza olarak fani bir insana hizmet görmeye mecbur etti.  Bu memlekete gelerek, efendimin öküzlerini otlattım ve bu evi bu saate kadar korudum.”[5]

Bu, Hint Mitolojisinde çok kullanılan bir ceza yöntemidir. Tanrılar bir süreliğine insanlar arasına inerek orada cezalarını, birer insanmış gibi tamamlarlar:

"İndra [tanrı] hocasının oğlunu öldürmüş.  Suçunu telafi etmek için Swarga’yı [Olimpos ile Cennet karışımı bir yer] terk etmesi gerekiyormuş.[6] 

[Bilgeler] Vaikuntha’ya vardıklarında, Vişnu uyuduğu için kapıcılar Jaya ve Vijaya [ki onlar da ölümsüzdür] içeri girmelerine izin vermemiş. (…) Bu, üçüncü kez de böyle tekrarlanmış.  Gücenen bilgeler kapıcıları lanetlemişler, “Siz bizim Tanrı ile görüşmemize üç kere engel olduğunuz için, üç kere doğasınız.  Ölümü üç kere tadasınız."[7] [Böylece Java ile Vijaya üç yaşam boyunca ölümlü olarak insanlar arasında hizmette bulunmuş.]"

Yani, Euripides de Hint Mitolojisinden esinlenmiş. O günlerin koşullarında, bundan iki-üç bin yıl öncesinden söz ediyoruz, ulaşımın ne kadar zor, iletişimin ne kadar ağır olduğunu düşünecek olursak, bu tür kültürel motiflerin bir yerden bir yere taşınması da muhtemelen çok uzun zaman alıyordu. Ama oluyordu.

Önemli olan falancanın filancadan etkilenmiş olması değil. Zaten görünen o ki etkilenmemek mümkün değil. Önemli olan, ortaya konan eserin yine de özgün olabilmesi. 

Bu açıdan ele alacak olursak, Dede Korkut gerçekten çok özgün bir eser. Hikâyelerde en sevdiğim, en hayran olduğum karakter Banıçiçek. Onun özgünlüğü tek başına hikâyeleri bir başyapıt yapmaya yeter bence. Banıçiçek, Bamsı Beyrek’in karısı. Araştırmacılar Bamsı Beyrek ile Odysseus, Banıçiçek ile de Penelope arasında paralellik kurarlar. Ama bence Banıçiçek Penelope’den daha ilginç bir karakterdir.

Odysseus’un karısı Penelope kocasına sadık, kendisiyle evlenmek isteyen zibidilere karşı koymak için gündüzleri bez dokuyup, geceleri sökmekten başka bir şey yapamayan aciz bir eksik etektir. Ama ya Banıçiçek?

"…[Bamsı Beyrek avı olan geyiği] Kovalarken bir yere geldi. Ne gördü? Sultanım gördü ki gök çayırın üzerine bir kırmızı otak dikilmiş. Yarabbi, bu otak kimin ola, dedi. Haberi yok ki alacağı ala gözlü kızın otağı olsa gerek. (…)

Kızlar geyiği kaldırdılar.  Güzeller şahı Banıçiçek'in önüne getirdiler.  Baktı, gördü ki bir sultan-beyendi semiz sığın geyiktir, Banıçiçek:

– Bre kızlar, bu yiğit ne yiğittir? dedi.

– Vallahi sultanım, bu yiğit yüzü-peçeli yahşı yiğittir, bey oğlu bey imiş, dediler.

Banıçiçek:

– Hey hey dadılar, babam beni seni yüzü-peçeli Beyrek’e vermiştim, derdi. Olmaya ki bu ola. Bre çağırın gelsin, haberleşeyim, dedi.

[Banı Çiçek kendini dadısı olarak tanıtıp] Gel imdi bey yiğit, seninle ava çıkalım, eğer senin atın benim atımı geçerse, onun binicisini de geçersin. Hem seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçersin. Hem de seninle güreşelim, beni basarsan onu da basarsın, dedi.

Beyrek:

– Hoş, öyle ise atlanın, dedi.

İkisi atlandılar, meydana çıktılar, at teptiler.  Beyrek’in atı kızın atını geçti.  Ok attılar, Beyrek kızın okunu yardı.[8]

Kız:

– Bre yiğit, benim atımı kimsenin geçtiği yok. Okumu kimsenin yardığı yok.  Şimdi bey yiğit, gel, seninle güreş tutalım, dedi.

Hemen Beyrek attan indi. Kavraştılar, iki pehlevan olup birbirine sarmaştılar.  Beyrek götürür, kızı yere vurmak ister; kız götürür, Beyrek’i yere vurmak ister.  Beyrek bunaldı. Bu kıza basılacak olursam soylu Oğuz içinde başımı kakınç, yüzümü tokunç ederler, dedi. Gayrete geldi, kavradı kızın bağdamasını aldı.[9]Emceğinden tuttu, kız kocundu. Bu kez Beyrek kızın ince beline dolandı, bağdadı[10]; arkası üzerine vurdu."

Banıçiçek  Bamsı Beyrek’e denk bir eş. Her konuda. Öyle evin dört duvarlarına kapatılmış, babası, kocası veya oğlu olmadan karar veremeyen, dışarı adımını atamayan biri değil. Her konuda denk. Güçte kuvvette de. Güreşte Bamsı Beyrek’le yenişemiyorlar. Bamsı Beyrek hile ile güreşi kazanıyor. Kızcağızın göğüslerini tutarak ona oyun yapıyor, yoksa yenemeyecek, madara olacak.  İşte bence Dede Korkut Hikâyelerini özgün kılan unsurlar bunlar. İçinde bulunduğu toplumun değer yargılarını ustaca eski öykülere katması.

Alkestis, Deli Dumrul’un karısı olmuş oluyor. Dede Korkut’un hikâyesinde Deli Dumrul karısına kıyamaz ve onunla ölmek ister. Alkestis ise bir trajedi. Kocası Admetos karısının ölmesine razı olur. Bunu kabul edemeyip olay çıkartan Herakles’tir. Hikâye aynıdır ama yaklaşım biçimleri farklı.

Evet, Mark Twain’in de çok güzel ifade etmiş olduğu gibi zamanın başından beri anlatılan hikâyeler hep aynı:

“Yeni bir fikir diye bir şey yoktur.  Bu mümkün değil.  Biz sadece bir sürü eski fikri alıp bunları bir çeşit zihinsel bir kaleydoskopa koyuyoruz.  Şöyle bir döndürüyoruz; bize yeni, görülmemiş bileşimler meydana getiriyorlar. Hem döndürmeye hem de yeni bileşimler yapmaya devam ediyoruz durmadan ama aslında bunlar asırlar boyunca kullanılmış olan o aynı, eski, renkli camlar.”[11]

Kullandığımız “unsurlar” bir avuç.  Hep aynı da olsa, bambaşka ve özgün bir eser yaratmak mümkün.  O açıdan bakacak olursak topu topu yedi renk ve yedi notayla ne resimler yapılıyor, ne şarkılar söyleniyor! İlhamiler ve ilham perileri sağ olsunlar.

• 


[1] Devdutt Pattanaik, Mit ve Mitya, Doğubatı Yayınları, s. 144

[2] Euripides Alkestis, çev.Ahmet Hamdi Tanpınar, Maarif Yayınları, s. 5-6.

[3] Orhan Şaik Gökyay, Dede Korkut Hikâyeleri, Kabalcı yay., s. 152-153.

[4] Adem Can, “Homeros Destanları ile Dede Korkut Hikâyeleri Arasındaki Kurgu, Yapı, Tip ve Tema Benzerlikleri”, Tarih ve Arkeoloji, 20 Ağustos 2018.

[5] Euripides, Alkestis, çev. Ahmet Hamdi Tanpınar, Maarif Yayınları, s. 5.

[6] Devdutt Pattanaik Mit ve Mitya, Doğubatı Yayınları, s.86.

[7] a.g.y.  s. 64.

[8] Ok yarışından karşısındakinin okunu geçti.

[9] Kızın bacaklarını sardı.

[10] Sarmaya aldı, kızın bacağını kendi bacağıyla sardı.

[11] Albert Bigelow Paine, Mark Twain: A Biography. Complete, Gutenberg Project.

 

GİRİŞ RESMİ:

 İki Penelope imgesi. Solda Penelope'yi Odysseus'u beklerken görüyoruz. M.Ö. 460-450 arasına tarihlenen sağdaki resimde, Odysseus'un Penelope'ye dönüşü tasvir edilmiş.