Bu senenin ilk çeyreğinde okuduğum en iyi roman

Babam Giderken, hayatta hepimizin yer yer sormak mecburiyetinde kaldığı o meşum, trajik ve saçma “neden ben” sorusunun beyhudeliğini büyük bir başarıyla gözler önüne seriyor...

Okuduğu her kitaba bayılan ve övgüler düzen okurlardan nefret ederim. Oysa en amatöründen en profesörüne etrafım bu tip midesiz okurlarla dolu. Bu tip okurlar okudukları her kitaba şaheser, her yazara da üstad payesini layık görmeye bayılıyorlar. Buna “vasatın iktidarı” da diyebiliriz. Kendi vasatlıklarının yankısına veya gölgesine başkalarının vasatlıklarında tesadüf edince, hem kendilerini hem de klonlarını matah bir şey sanmanın dayanılmaz hafifliği de denebilir elbette.

Oysa kendisine saygısı olan her aile terbiyesi almış okur, zamanla, o kadar çok şaheser ve üstadla karşılaşmanın mümkün olmadığını kendi okuma serüveninde tecrübe ederek öğrenir. Bu tür iyi okurlar okudukları her kitabı beğenmedikleri gibi, zamanla o denli ustalaşırlar ki çoğu zaman bir kitabı beğenmemek için okumaya da ihtiyaçları kalmaz—okumanın nirvanası!

Babam Giderken,  Alberto Barrera Tyszka, Çev.: Seda Çıngay Mellor, Kafka KitapSürekli kendini tekrarlayan birbirinin aynı okumalardan ötürü hamlığını muhafaza etmeyi başarabilen “kolay beğenici ve hemen sevici” okurlar, bu okur snopluğumdan ötürü bana hiç kızmasınlar. Halep oradaysa arşın burada. Bu sene okudukları ve o çok etkilendikleri romanların ilk sayfalarıyla; türünün vasat örneklerinin ulaşamayacağı bir yalınlık ve derinlik barındırdığını daha en başında okuruna hissettiren Alberto Barrera Tyszka’nın Babam Giderken’inin ilk sayfasını karşılaştırsınlar. O zaman vasat bir romanla muazzam bir roman arasındaki farkın hiç de görmezden gelinemeyecek kadar büyük olduğunu anlayacaklardır.

Su gibi okunan bir Türkçeyle tercüme edildiğinden midir yoksa meselesini çok doğrudan ve sade bir dille anlattığından mıdır, Babam Giderken ılık bir bahar akşamında yeşermiş çimlerin üzerine yayılarak iki saatte okunabilecek bir roman. Nadiren sıfat kullanan tıp insanlarından olduğu anlaşılan kahramanımız Andrés Miranda’nın gayet ciddi bir sıkıntının içinde kendi kendine “Hayatın salt şanstan ibaret olduğunu kabullenmekte neden bu kadar zorlanırız?” diye sormasıyla, elinizden bırakamayacağınızı hissettiğiniz bu romanın, hep beğendiğiniz abur cuburların aksine hakikaten iyi çalışılmış bir roman statüsünde olduğunu da kavrıyorsunuz.

Andrés Miranda bir cerrahtan çok tıbbın teorisine kafa patlatmaya meraklı bir doktor. Meslek hayatı boyunca hasta ile doktor arasında şeffaf ve açık bir ilişkinin faydalarına inanmış ve savunmuş. Zaten romanın hem ana teması hem de yan hikâyelerinden biri de bu temel prensibince tetikleniyor. Romanın başında anlıyoruz ki Doktor Miranda’nın, annesinin ölümünden sonra bütün hayatını kendisine vakfeden 69 yaşındaki babası Javier Miranda akciğer kanserinin dördüncü ve son evresindedir. Yıllarca pek çok hastasına bunu direkt, lafı hiç dolandırmadan söyleyen doktorumuz, bütün tetkikler aynı sonucu gösteriyor olsa bile bir türlü babasının kanser olduğunu ve hızla öldüğünü kabullenemez, kabullendiğindeyse bu can acıtıcı gerçeği babasına uzun süre söyleyemez.

Doktor Miranda’nın tek başına yüklendiği acı dolu sırla yaşamayı denediği romanın bu belki de ilk bölümünde, bir kez daha bir romanın derinliğinin her şeyden önce yazarının derinliğince belirlendiğine şahit oluyoruz. Bu ilk bölümde Doktor Miranda hastalık, ölüm, beden, ruh ve hayat üzerine bir filozof gibi tespitlerde bulunuyor. Barrera Tyszka’nın farkıysa hikâyesini Susan Sontag, Michel Foucault, Robert Burton gibi isimlerden alıntılarla bezerken asla bir roman yazdığını unutmuyor olması.

Barrera Tyszka o kadar iyi bir anlatıcı ki anlattığı asıl hikâyeyi daha inandırıcı kılmak ve Karakas’ta geçen bu bir tür ayrılık ve yalnızlık hikâyesinin gerçekliğini inşa edebilmek için çok daha inandırıcı pek çok yan hikâyeyle anlatısında rastgele istikametlerde patikalar açıyor. Bunlardan birinde doktora sürekli elektronik mektuplar yazan Ernesto Durán ile tanışıyoruz. Önce hastalık hastası olduğundan emin olduğumuz bu adamın doktoru bunalttığına inanıyoruz. Fakat bir süre sonra Andrés’in sekreteri Karina’nın, patronundan habersiz, sanki Doktor Miranda’nın ağzındanmış gibi yazdığı cevaplarla bu yan hikâyenin de nereye gideceğini merak etmeye başlıyoruz. Oysa Durán çoğu metropol insanı gibi yalnız ve kendisini dinleyecek birine ihtiyaç duyuyor. Yazıştığı kişinin aslında Doktor Miranda değil de Karina olduğunu öğrendiğinde bile Karina’ya “Sevgili Doktor Miranda,” diye hitap eden mektuplar yazmaya devam ediyor. Durán ile Karina, ilişki kuramıyor, sanal mektuplarını gerçekmiş gibi yaşıyor ve bir şekilde hayatın saçmalığına dayanabilmek için yalnızlıklarını çengelli iğneyle birbirine tutturuyorlar.

Keza diğer bütün yan karakterler de kendi hayat mücadelelerinde yalnız ve korunmasızlar. Javier Miranda’nın önceleri iki gün, sonraysa her gün eve gelen ve en büyük korkusu büyük oğlu Willmer’i uyuşturucu ve suça kaptırmak olan temizlikçisi Merny de; Doktor Miranda’nın babasıyla çıktıkları tatil yolculuğunda sırf öylesine beş-on dakika oynaşmak için lafa tuttuğu ve bu yüzden adını bilmediğimiz şişko sevgilisinden feribotta herkesin içinde dayak yiyen yine adını bilmediğimiz ama o sürekli bira içip bağırarak telefonda konuşan pis şişkonun metresi olduğunu tahmin ettiğimiz genç kadın da; Andrés’in babasının aşk hayatını merak ettiği için kocasıyla beraber yaşadığı o küçük dairede gidip bulduğu Inés Pacheco da aslında ölüm karşısında hayat, hastalık karşısında tıp, kanser karşısında Javier Miranda, ve babasının ölümü karşısında Doktor Miranda kadar yalnız ve savunmasızlar.

Hayatlarımızın kırılganlığını hiç de kasıntılı olmayan bir dille, sizin ve benim yaşadıklarımızın basitliği kadar basitlikte anlatmak; bir baba oğul, ölüm ve vedalaşma hikâyesini hiç de vıcık vıcık bir duygusallıkla kirletmeden yazmak gerçek bir ustalık. Bu nedenle Babam Giderken, hayatta hepimizin yer yer sormak mecburiyetinde kaldığı o meşum, trajik ve saçma “neden ben?” sorusunun beyhudeliğini de büyük bir başarıyla gözler önüne seriyor. Duygu ve düşünce açısından hayli verimli geçen böyle bir okuma serüvenin sonunda, bir okur olarak kendi hayatınızın sınırlarının dışında “kader” kelimesinin merhametsiz anlamını da derinden tecrübe ediyorsunuz.

Hikâyesi, dili, kurgusu, karakterlerinin gerçekliği ve ana hikâyesini besleyen yan hikâyeleriyle Babam Giderken, muazzam bir roman. En azından benim bu senenin ilk çeyreğinde şu âna dek okuduğum en iyi roman. Genç bir yazara, yaratıcı yazarlık atölyelerinde öğretileceklerden çok daha fazlasını bir çırpıda öğretebilecek kadar felsefî bir roman.

Boş verin o okudukları her şeye hayran olan, Albrecht Dürer’in meşhur gravürü “okuma budalası”nın günümüzdeki temsilcisi “hemen sevici” okurların beğenisini! Her çağ onların zannettiği gibi yüzlerce yazar ve yüzlerce şaheser çıkaramaz. O nedenle Alberto Barrera Tyszka’nın kıymetini bilip, Babam Giderken’in tadını çıkarın.