"İçi boş bu dünyanın yeniden ele geçirilmesi, düzenlenmesi, yeryüzü düzenine gerçek bir müdahale olarak eski bir kahramanın kurban olarak taçlandırılması ve yaşamaktan özgürleştirilmesi... Hayatın iç boşluğu, bütün evreni önüne katıp sürecek güçlerle dolu olan ama elinden kedi yavrusu öldürmek gelen çocuklar çetesinin çocuksu eylemleriyle dolacak gibi değildir."
29 Ekim 2020 17:32
Yukio Mişima’nın incelikli ve karanlık eseri Denizini Yitirmiş Denizci üzerine çalışmak ve Mişima’nın olağanüstü evrenine biraz olsun girebilmek istiyoruz bu incelemeyle. Tam da bu özel metnin derinlerine bakmamıza olanak veren iki hat üzerinde, Mişima’nın kendine has erotizmi ve “yücelik” temaları etrafında çalışmak elzem göründü.
Öncelikle bir alıntı:
“Fusako, Ryuji’yi ilk kez iki gün önce görmüştü. Gemi diye deli divane olan Noboru annesini kandırmış, iyi müşterilerinden olan bir gemi şirketinden davet mektubu alarak Takaşima rıhtımındaki E iskelesinde bağlı olan on bin tonluk Rakuyo şilebini gezmeye gitmişlerdi. Rıhtımın ucunda duran ana oğul, uzakta parlayan yeşil ve krem boyalı gemiye baktılar bir süre. Sonra Fusako beyaz, yılan derisinden uzun saplı şemsiyesini açtı. Noboru bilgiç bir tavırla, ‘Açıkta demirlemiş şu gemileri görüyor musun?’ dedi. ‘Hepsi rıhtımda yer boşalmasını bekliyor.’ Fusako, ‘Siparişlerimiz de hep bu yüzden gecikiyor’ diye cevap verdi. Gemiye bakarken yanakları al al olmuş, vücudu ağırlaşmıştı.” ... “Fusako sonradan düşündüğünde, daha gemiye bakarlarken yüreğinin hop ettiğini anımsadı. Ne tuhaf, ben de çocuk gibi heyecanlıyım yavrum.” (s. 31)
Bayan Fusako oğlu Noboru’yu çocuğun isteği üzerine, ricayla bir gemi gezmesine götürüyor. On bin tonluk şilebin devasa kütlesiyle yakınlaşınca, geminin heybeti ve arkasında bıraktığı devasa çalışmayla belirsizce kadının üzerine akan enerjiler, uğradığı limanlardaki denizin dip mahlukatı ve kumunun tadına bakan çapa, denizin içinde sürekli dönen ve denizi altüst eden pervane, fırtınalara maruz kalmış ve gerilmekten bir hal olmuş gemi gövdesi, başka ülkelerdeki rıhtımlarda içine girilip çıkılan hangarlarda biriken yabancıların soluklarının yarattığı buğu, şehir insanlarının bakışına defalarca kendini sunan gemi bedeni, dahası, içindeki makineleri diri tutmakla görevli bir sürü gemi adamının açlık çektiği şeylerin yarattığı gerilim ve enfes düdüğünün erkeksi sesi Bayan Fusako’nun üzerinde şu içini ayaklandıran tatlı etkiyi bırakır. Bu müthiş beden karşısında erotize olmanın manasız bir tarafı vardır; Bayan Fusako bir korunma aparatı olan şemsiyesini açar.
Bu noktadan sürdürelim. Biraz ilerleyerek başkalaşacak durumu çözümlememize yardımı olacak...
“Noboru kendini düşlere kaptırmış giderken, Tsukazaki, Fusako’nun yanında duruyor ve boğucu seyir odasının havasızlığında adamın gövdesinin sıcaklığı Fusako’ya ağırlık veriyordu. Masaya dayadığı şemsiye düşüverince, Fusako kendisi bayılmış da düşmüş gibi oldu. Hafifçe çığlık attı. Şemsiye ayağının dibine düşmüştü. Denizci hemen eğildi, şemsiyeyi kaldırdı. Fusako’ya adam deniz dibinde yürüyen dalgıç kadar yavaş hareket ediyormuş gibi geldi. Ryuji’nin beyaz kasketi bu soluksuz zaman denizinin dibinden şemsiyeyi aldı ve ağır ağır yüzeye çıkmaya başladı.” (s. 34)
Buradaki içeriğin deşifresi gerekli. Devasa gemi gövdesinin Fusako’nun ruhuna verdiği tatlılık ve gayri ihtiyari şemsiyeyle korunmaya çalışması, büyük gemiyi yönettikleri kaptan köprüsü ve seyir odasının aletleri arasında, tam gemiyi yöneten adamın gemiyi yönetme cihazları arasında onunla birlikte bulunuşu, adamın gövdesinin baskısını, dolayısıyla gemi idarecisinin ve büyük kütlesiyle gemiyi yönetme cihazlarının baskısını hissetmesi; korunma aparatı kendini yere bırakır. Fusako’nun bayılması kadar etkilidir bu sahne. Fusako’nun gemi-adam’a direnmesi şemsiyenin devrilmesiyle son bulacaktır. Ve o şemsiye denizcinin beyaz şapkası tarafından suyun yüzüne çıkartılır. Gemiden başlayan ve kalkışan erotik hat, Fusako’nun korunma ihtiyacıyla şemsiyeye başvurulması; Fusako’nun direncini temsile soyundurulur bu nesne; nihayet şemsiye fazla da direnemeden devrilince, Bay Ryuji’nin kasketinin ortaya sürülmesi başlar ve bu pekâlâ Bay Ryuji için bir vekil-nesne’dir; gemiyi ve onun devasa libidosunu üstlenen Bay Ryuji’nin temsilini üstlenen kasket; kadının bakış açısından şapkanın denizin dibine indirilerek şemsiyeyi taşıması; kadının direncini ve artık teslim olmasını da yanına alarak su yüzüne, Bayan Fusako’nun yeni ve yenilmiş haline dönülür. Tek bir sahnede elde edilmiş parlak bir başarı... Arada yönetim cihazları da soğuk ve gerilimli biçimde, adamın kumandasını temsil etmektedirler.
Mişima, hakkını teslim edelim ki iki insan arasında oluşabilecek erotik imkânları iştahla yazmada ustadır. Bunun sıradan erotizm, basit, gündelik, bedenlerin bilindik kullanımını içeren biçimlerin ötesinden edinilmiş keşifler içerdiği açıktır. Erotizmin çıkış ve bazı hatları geçiş ve başkasının bedenine ulaşma ve yatışma ve tekrar harekete geçme süreçleri için dâhiyane buluşlar yapar.
Bakışa maruz kalma
Bu aşamada, bakışa maruz kalmanın erotizmi hakkında kısa bir değinme yerinde olacak:
“İlk karşılaşmaları böyle oldu. Fusako, koridorda karşılaştıkları an adamın gözlerindeki anlatımı hiç unutmayacaktı. Yüzüne iyice gömülmüş gözleri, ufukta görünen ufak bir noktaya, bir geminin ilk belirtisine bakar gibi Fusako’yu süzmüştü. Hiç değilse Fusako’da bu izlenim uyanmıştı. Öylesine yakındaki bir şeye bakan gözlerin bu denli keskin, bu denli delici bakmasına gerek yoktu – aralarında fersahlarca deniz olmadığına göre bu bakış doğal değildi. Fusako boyuna ufku tarayan bütün gözlerde aynı bakışın olup olmadığını merak etti. Uzaktan görünen bir teknenin beklenmedik belirtileri – sıkıntı ve sevinç, tedbir ve umut... Görünen teknenin beklenmedik anda ortaya çıkma küstahlığı ancak aralarındaki engin deniz yüzünden bağışlanabilirdi: O delici bakıştı engin deniz. Denizcinin gözleri Fusako’yu ürpertti.” (s. 32)
Büyük bir hayvanı uyarmak gibi bir şey olsa gerek bu. Kendinden kuvvetli olduğu kesin bir yaratığı harekete geçiren enerjiyi salgılamak; “O delici bakıştı engin deniz!” Bakışa maruz kalmak. Bir başka bedenin yeryüzünü tarayan ve işe yarar şeyleri belirleyen kavrama ucu-uzantısı olan bakış... Bakışa maruz kalmak; üzerinde gemilerin yüzebildiği denize dönüşen bakışla birlikte, hayal bile edilemeyecek kuvvetlerle dolmak; ürperir. Görülmek, büyük bir içerikle ikisinin arasında serilir; beden bakışa sunulur ama kaçınılmazca. Her durumda bu bütünüyle bir temastır. Bir bedenden elde edilecek pek çok çıkar vardır; saf haz en kolay akla gelenidir. Bir bedeni izleyebilmenin ürettiği haz, bütünüyle açlığa ve eksikliğe temas ederek onu kışkırtan, böylelikle kendi gücünün farkına varmanın hazzına gömülen görülen bedenin kendine dönüklüğü; bakıldığı ve görüldüğü için değil, bakılmaya ve görülmeye değer bir şey olduğunun aşikâr olmasıyla ilgilidir burada hazzı üreten temel.
Çekirdekle aktarılan arzu; oral akışkanlık
Arzu bahsini kapatmak üzere bir alıntı:
“Fusako’nun sipariş ettiği naneli frappe’nin içine, nedendir bilinmez, sapıyla birlikte vişne koymuşlardı. Fusako vişneyi dişleriyle sapından kopardı, çekirdeğini de cam tablaya attı. Gökyüzünde asılı duran günün son ışıkları öndeki büyük pencerenin dantel perdelerinden sızıyor, hemen hemen boş olan salonu dolduruyordu. Işığın titreşmesinden olacak, yeni yeni kurumaya yüz tutan o sıcak, pembe vişne çekirdeği Ryuji’ye baştan çıkarıcı göründü. Birden uzandı, çekirdeği ağzına attı. Bir şaşkınlık çığlığı yükseldi Fusako’nun dudaklarından, sonra gülmeye başladı. Hiç böylesine huzurlu bir fiziksel yakınlık ânı yaşamamıştı.” (s. 66)
Belki de bu pasajı anlamanın anahtarı, Ryuji’yi baştan çıkaranın vişne çekirdeğinden çok, ışığın titreşmesine maruz kalan vişne çekirdeği olmasıdır. Oral bir erotik tatlılık apaçık anlaşılabilir bir şeydir. Beslenme organının erotik yetenekleri aşikârdır. Ancak nedir bu titreşim? Bu titreşime maruz kalmasıyla baştan çıkarıcı bir nesneye dönüşen çekirdek.
Arzunun geçmesi tek katmanlı olmayacaktı doğal olarak. Hazza giden yolu döşeyen pek çok etken vardır. Bu karmaşık hatları inşa eden Mişima’nın eylemlerinin anlamları üzerinde durmayı sürdürüyoruz:
“Ryuji için öpüşme ölüm demekti; her zaman düşlediği aşktaki ölüm demekti. Kadının dudaklarının yumuşaklığı, gözleri kapalıyken bile görebileceği dudaklarının koyu kırmızısı, mercan denizi gibi hep nemli dudakları, deniz yosunları gibi ürperen kımıltılı dili... Bütün bunlarda doğrudan ölümle bağlantılı bir şey vardı. Ryuji bir gün sonra kesin olarak ayrılacaklarını biliyordu; yine de onun uğruna seve seve ölmeye hazırdı, içinde ölüm dalgalanıyor, kabarıyordu.” (s. 70)
Ağzı erotize eden birkaç nesneyi tespit etmek kolay olsa gerek. İlk sahnede ışığa, ışığın titreşimlerine maruz kalmış vişne çekirdeği... Bundaki çoğalmacı, yaşamaya dönük yüz’ü seçmek zor değil. Güneş ışığı içinse; bitkilerin besin kaynağıdır bir bakıma ve bitkiler de hayvan bedenlilerin... Doğrudan çoğalmak tözüne sahip şeyler; Fukaso ki dişidir ve çoğalmak için evrimin keşfettiği çekirdek oluş ve dişi oluş, ağzının ıslak yatağında, vişne çekirdeğinde bir araya gelmiştir ve çekirdek, ışıkla yani güneşte titreşir! Ryuji’nin bu nesneyi ağzına sokması kaçınılmaz biçimde gerçekleşince, Fusako huzurlu bir fiziksel yakınlık ânına yükselir...
İkinci planda Bay Ryuji sıradaki inceleme alanını oluşturacak ‘yücelik’i içeren duygulanımlar içinde, öpüşmeye, dudakların dilin dişlerin damakların-ağızların eylemine ölümü yakıştırır. Ancak öpüşmek, bu esnada söz konusu edilenler, ölüm bahsinin bütünüyle dışındadır, ilk canlılığın doğduğu denizin elemanlarını çağırarak, mercan denizine benzetilen dudakların ve deniz yosunları gibi kımıltılı dilin bize söylediği ölümle değil, yaşamla ilgilidir daha çok. Ancak nihayet karanlık bir prens gibi kitabın içinde yükselen yücelikle yüzleşmenin vaktinin geldiğini bildirir bize bu bahis; buradaki yüce ölüm-öpüşme yakınlaştırmasından, düpedüz yükleme yapan bir şilebin sesiyle irkilerek çıkacaktır Bay Ryuji.
“O sırada Merkez iskelesinin yönünden bir gemi düdüğünün hafif sesi geldi, bahçenin üzerine çöktü. Ses ince bir sis kadar belirsizdi. Ryuji denizci olmasaydı kesinlikle duyamazdı. Bir şilebin yola çıkması için çok uygunsuz bir saat – acaba bu denli çabuk nasıl yüklediler? Öpüşme sırasında kafasını kurcalayan bu düşünce gözlerinin açılmasına yol açtı. Düdük sesinin ta içinde tınladığını, Yüce Dava tutkusunu uyandırdığını duyuyordu. Peki ama o Yüce Dava neydi? Belki de tropikal güneşin bir başka adıydı. Ryuji, Fusako’nun dudaklarından koptu.” (s. 70)
İncelemenin henüz erken bu zamanında ileri sürmek, yersiz olmasa da bütünüyle uygun da değil. Yine de şu tuhaf yücelik’in bir zihnî faaliyet olduğu ve gündelik yaşam hizasında bulunmadığı açık sayılmalı. Gündelik gaile, belki de tam içi boşluğuyla yüce yücelik’i bulmayı, keşfetmeyi ve bu kadar dayanıksızsa, çok da sağlam biçimde inşa edilmemişliğini anlamamızı sağlıyor.
Mişima tarzı yüceliğin içerdiği tehlikeler biliniyor. Lakin en azından metinde bunun izini sürmek için hevesli olmalıyız. Oğlan çocuğu Noboru, gemi gezmesinde tanışan annesi ve Bay Ryuji’yi, yatak odasındaki yakınlık ânında, gözünü bir deliğe uydurarak izlemektedir. Genç oğlanın gözünden anlatılan erotizmle dolu pasajları almıyorum buraya. Biz yücelik’i takip etmek istiyoruz...
“... Arkadan adamın omuzlarına vuran ay ışığı, boynundaki kabarmış atardamarı yaldıza boğuyordu. Bu etin gerçek, doğal yaldızıydı, ay ışığının ve parlayan terin oluşturduğu bir yaldız. Annesinin soyunması uzun sürüyordu. Belki bile bile uzatıyordu. Birden bir geminin uzun uzun öten düdüğü açık pencereden aktı, odayı doldurdu – bitmez tükenmez, kapkara, ısrarlı bir acı çığlığı gibi. Zifiri kara, bir balina sırtı gibi tekdüze, tüm gelgitlerin hırsıyla, sayısız seferlerin anısıyla yüklü, sevinçle, kederle yüklü bir ses: denizin çığlığı. Gecenin bütün ışıltısını ve çılgınlığını taşıyan bu düdük sesi, açık denizlerden, suların ölü derinliklerinden küçük odadaki koyu renkli cansuyuna duyulan susuzluğu ileterek pencerede patladı. Tsukazaki (Bay Ryuji) omuzlarının sert bir hareketiyle döndü ve denize doğru baktı. Bu bir mucizenin parçası olmak gibi bir şeydi: O anda doğduğu günden yana oluşan ve biriken ne varsa Noboru’nun göğsünde dertop olup bir kenara itildi. Düdük ötünceye dek her şey sadece bir deneme, bir taslaktı. En seçilmiş malzemeler toplanmış, eşref saatini beklemek üzere hazırlanmıştı. Ne var ki, bir tek gerekli unsur eksikti: Bu gerçek kırıntılardan göz kamaştırıcı bir saray yapmaya yetecek güç ortada yoktu. Oysa düdük sesiyle parçalar bir bütünde birleşip kaynaştı. Toplanan parçalar arasında ay ışığı ve sıcak rüzgâr, bir kadınla bir erkeğin duyarlı, çıplak eti, ter, parfüm, denizde geçen yaşamın izleri, dünyanın dört bir yanındaki limanların silik anısı, donuk, soluksuz bir gözetleme deliği, yeniyetme bir çocuğun demir yüreği vardı – ama bir Çingene falcının destesinden çekilmiş bu kâğıtlar dağınıktı, hiçbir anlam taşımıyor, hiçbir şey söylemiyordu. Sonunda, düdüğün haykırışıyla birden evrensel düzen kurulmuş ve yaşamın kaçınılmaz döngüsü ortaya çıkmıştı – iskambiller şimdi çift çift ayrılmıştı: Noboru ve annesi, annesi ve adam, adam ve deniz, deniz ve Noboru...” (s. 18-19)
Denizde simgelenen soyut yücelik meselesini sonraya bırakalım. Çingene’nin destesinin kaotik doğasını düzene sokan şeye bakalım ve bu düzenlemenin eksik yanlarına elbette...
Bir ikilik ortaya çıkıyor; dünya, duyu elemanlarımızla nasıl bir ilişki kurar? İki biçimde: Onlara saldırır ya da onların eylemlerine maruz kalır. Işık, Koku, Ses elemanları, göz, burun ve kulak organına, kendilerini almak isteyip istemediklerini sormaksızın, organ sahibinin istek ve niyetlerinden bağımsız biçimde girer. Dolayısıyla buna kokuya, sese ve görmeye maruz kalmak denebilir. Diğer iki Dünya elemanları ve Beden elemanları karşılaşması için Beden’in aktif eyleyen olması gerekir; her durumda değil, ancak genellikle bir ağza sokulmak için amaç, niyet ve çaba gerekir ve dokunmak için de aynıdır. Bizim dağınık evrenimizin toparlanmasına ve anlamına kavuşmasına ve Noboru-oğlan’ın göğsünde biriken o karmaşanın bir kenara itilmesine neden olan üstün etkinlik gücü, geminin düdüğüdür.
Tam olarak görmeyi tetikleyen ışık, kaçınılabilir bir etkendir. Koku da öyledir, etkisi sınırlı bir alanı işgal edebilir. Yalnızca ses her şeyi etkisi altına alır. Uzaklardan etkili bir atakla size ulaşabilir. Boyun eğdiricidir. Ay ışığı-görme, sıcak rüzgâr-ten, bir kadınla bir erkeğin duyarlı ve çıplak eti-tensel temas/karşılaşma/haz ve doyum, ter-koku, parfüm-koku, denizde geçen yaşamın izleri-bedende biriken hafıza/bedenin kendini inşa etme tarzına dair bir kesinleme, dört bir yandaki limanların silik anısı-düşler ve kararsızlıklar ve diğer şeyler olarak zihin alanı, donuk, soluksuz bir gözetleme deliği-delik... Bir oğlan çocuğunun aç merakı ve nefesini tutması, yeniyetme bir çocuğun demir yüreği-şüpheli... İşte sesin önüne katıp bir araya getirerek ikilikler biçiminde düzene soktuğu karmaşıklık, kaotik biçimde serilen yaşam elemanları... Düzen, düpedüz aklın bağlam arayışıdır; anlamdır burada söz konusu olan ama bu, yüceltim içerir Mişima için, her zaman. Başka bir zeminde üzerinde düşünmek üzere erteleyerek; ikilikler...
Ses hepsinin üzerini örttü, yalayarak geçti, tenlerine dokundu, içlerine girdi ve duyulur kılınanın gereken saygıyı görmesini sağladı. Ses içsellikleri ve yüzeyleri ve düzenleri ve dağınıklığı kat etmekte ustaca davrandı.
Son; ses, Bay Ryuji’yi yücelik katından indirir çünkü nihayet mesleki faaliyetiyle ilgili bir ilgi uyandırır; Noboru’yu saf bir yücelik ve tamamlanma alanına taşır; çünkü deniz ve gemi, soyut ve ulaşılamaz birtakım dürtülerini harekete geçirme yeteneğindedir; yüce’nin alanı, gerçeklik düzleminde işlemez.
İkiliklerde, Noboru ve adam eksik; çocuğun yatak odası gözlemleri ele alınıyor: “Sonra, karnın altındaki sık tüylerin arasından şehvet tapınağının kulesi dimdik doğrulunca Noboru’nun gözleri faltaşı gibi açıldı.” (s. 18)
“Açılar her an değişirken, Rakuyo (Bay Ryuji’nin sevgili gemisi) göz aldatıcı bir hayale dönüştü. Kıç tarafı uzaklaştıkça, o uzun gemi paravana gibi katlandı, güvertedeki köprüler birbirinin üzerine bindi ve her girintisine, çıkıntısına güneş ışığı doldurarak, parlak çelik bir tapınak gibi gökyüzüne yükseldi.” (s. 81)
Denizin ve dişinin üzerinde bir tapınak gibi yükselen kutlu yüceliğin gemisi ve kutlu erkeklik organı... Bunların temsilcisi ve üstlenicisi Bay Ryuji... Annenin erkeği, denizlerin saf atlısı ve fethedicisi... Noboru’nun iç düzene ulaşmasının ve dağınık şeylerin bir arada tutunmaya başlamasının tetikleyicisi gemi sesi, görkemli gemi adamı ki annesinin sevgilisi; her şey bir araya geldi ve gemi ve erkeklik organı tapınak gibi yükselerek bizi yücelik alanına taşıdı ve yepyeni bir düzlemde ve yeni bir varlığa dönüşmüş olarak varlıkta kalmamızda temel etken oldu.
Elbette ne pahasına diye sormak gerekiyor ancak bu yönü incelemiyoruz. Bundansa, yine başka bir yücelik arayışı ve inşasının nasıl başarıldığına dikkat etmek amacımıza uygun.
Çete/yücelme
Noboru’nun da üyesi olduğu küçük bir çocuk çetesi, oldukça sıkı kurallarla yürütülen ev ve okul hayatlarından bunalmış bu gençler için yaşamı kavrama, düşünme, birbirleriyle özel bir tonda iletişimde kalma ve kendilerini anlamlı hissetme barınağı oluşturur. Grubun liderini tanıyalım ve sürdürelim.
“‘Peh!’ Şef’in, yaz mevsiminde olmasına rağmen beyaz olan yanaklarında derin gamzeler belirdi. ‘Anlaşılan tehlikenin ne demek olduğunu bile bilmiyorlar. Tehlike deyince gazetelerin abartarak yazdıkları fiziksel anlamda yaralanma, biraz kan akması gibi şeyleri getiriyorlar akıllarına. Bunun tehlikeyle hiç ilgisi yok. Gerçek tehlike yaşama eyleminin ta kendisidir. Hiç kuşkusuz, yaşamak varoluşun farklılaştığı bir kargaşadır. Fakat varoluşu her an aslında olduğu düzensiz haline çözümleyip ortaya çıkan endişeden hareketle, her an ilk kargaşayı yeniden yaratmaya çalışan kaçık bir eylemdir yaşamak. Bu denli tehlikeli başka bir iş daha olamaz. Varoluşun kendinde hiçbir korku ya da hiçbir örtülü yan yoktur, bu korku ve tedirginliği yaratan yaşamak eylemidir. Ve toplum kökende anlamsızdır; kadın erkek bir arada yıkanılan Roma hamamları gibidir. Okul da toplumun minyatürüdür: Bu yüzden bize boyuna buyruk veriyorlar. Bir avuç kör adam bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor, sınırsız yeteneklerimizi paramparça ediyor.” (s. 49)
Bu sınırlı zihinle yapılmış analiz, bir çocuk çetesinin çocuk lideri için tehlikeli asıl. Sürdürülen yücelik arayışının çocuklar açısından kaynaklarına doğru inebilmek için bir alıntı daha gerekli...
“Genellikle sınıf arkadaşlarından biraz daha güçlü kuvvetli olanlar bu tür dersler verir. Oysa Şef’in durumu bambaşkaydı. O doğrudan akla hitap ediyordu. Başlangıçta cinsel organlarının Samanyolu’ndaki yıldızlarla çiftleşmeye yaradığını söylüyordu. Beyaz tenlerinin derinlerine kök salmış olan ve yavaş yavaş büyüyüp sıklaşan tüyleri o çiftleşme sırasında dökülecek yıldız tozlarını tutmaya yarayacaktı...” (s. 52)
Yücelik arayışlarının görünümleri birikmeye başladı. Temelden rahatsız olduğu düşünülen ve çocukların niteliklerini bozarak onlardan birer sıradan yetişkin yapmaya çalışan ve bu yoldan aslında kaosu çoğaltan toplumun etkilerine karşı duruş ve kutlu çocuk bedenlerinin tasarlanabilecek en yüce şeyle, Samanyolu yıldızlarıyla çiftleşmesinin yaratacağı yüksek frekanslı tansık. Noboru’dan başka, Şef’in evine ve aile yaşantısına da kısaca bakabiliyoruz. Böylece:
“Şef’in dünyanın ezici boşluğu konusundaki fikirlerinin bu evin boşluğunda yeşerip geliştiği ortadaydı. Noboru hiç bu denli giriş çıkışın olduğu ve kasvetli, nemli odaları olan bir ev görmemişti. Gerçeği söylemesi gerekirse, o evde yalnız başına tuvalete gitmekten bile ürkerdi.” (s. 53)
Başkaca örnekler verilebilir. Bu çetenin üyeleri önemli eğitim başarıları kazanan, parlak gençlerdir. Eğitim düzeni içinde ön sıralarda yer almaktadırlar ve bu onlar için bütünüyle yetersizdir. Nitekim evlerde de, yapılan toplantılardan anlıyoruz, işler yolunda gitmemektedir. Belki başarıları övülüyordur ancak apaçık bir sevgisizlik ortamında yaşamaya çalıştıkları anlaşılır. Öyleyse eksik ve yanlış giden hayatın içinin dolması için en imkânsıza yönelmek gerekir; yücelik. Yani saymaca bir tapınak yapıp içine girme ve yerleşme. Bu yoldan tamamlanma. Yetişkinler düzeyinde böylesi büyülenmelere, gemi, deniz ya da penis karşısında huşu duymaya rastlamıyoruz; gemi adamı hariç elbette. Çelik bir kutudan ibaret gemisinde, kaptan yardımcısı yücelik arayışı içindedir: Harcıalem denizci şarkıları dinleyip pikaptan, karanlık hayaller kurmak; bir gün büyük bir şey yapacağını ileri sürmek ve insanın bizzat kendisi olduğuna inanmak. Az görünmüyor ama çok da sayılmaz. Yine de ömrünün o yaşına dek denizleri arşınlamasına yetecek tutamak sağlanmış. Noboru’nun gözünden düşüşü de bu yaşantıdan vazgeçerek annesiyle yaşadığı eve yerleşmesiyle oluyor. Sonrası havai fişek gösterisi; hem de tek cümleyle kotarılmış.
Analize dönelim: Kafadarlar bir öldürme eylemi içeren fakat tehlike içermeyen bir işe girişerek bir yavru kediyi grup halinde katledeceklerdir.
“Şef önceden beri dünyanın boşluklarını doldurmak için bu tür eylemlerin gerekli olduğunu söylerdi. Başka bir şeyle doldurulamayan bu koca gediklerin ancak öldürerek doldurulabileceğini anlatırdı.” (s. 54)
Kedi kılığına girmiş yaşam özenle katledilir, yeterince incelenir. Sahneler o kadar soğuk bir mesafe içerir ki, kedinin ölümünü izlemekten tedirgin olmayız ve tam o esnada metin sorusunu sorar; “Burada gerçekten neler oluyor?”
Şiddet fikrinin Japon toplumu açısından belirli bir ağırlığı ve anlamı var. Mişima da bizzat aşırı sağcı bir geleneksellik içinde yaşamıştır ve ölümünü kendisi hazırlar; biliniyor. Bu bakımdan bir düşünme gerekli mi? Muhtemelen, evet! Ancak bu inceleme bunu üstlenmeyecek.
Ve final
Bir gece mutat olduğu üzere annesinin yatak odasını dikizlerken Noboru annesine yakalanır. Konu Ryuji’ye intikal edecektir. Ryuji artık o katı gemi adamı değildir. Nitekim Noboru’yla uzlaşma yolu arar. Bu yücelik arayışındaki genç adam için yıkım olur. Gemisiyle denizlerin fethine katılan, bu arada annesini de fetheden bu mesafeli adam sıradan bir ebeveyne dönüşmüş ve üvey oğluyla uzlaşma arayışına kalkışır.
“Bu adam böyle sözler edebilir mi? Bir zamanlar böylesine parlak bir kahraman olan adam bu mu?” (s. 133)
Çeteyi bir araya getirip yaşadığı felaket hakkında bilgilendirir Noboru; yüce denizci bir babaya dönüşmüştür. Verilecek cezayı Şef açıklar:
“‘Bize düşen görevin ne olduğunu hepinizin bildiğini düşünüyorum. Bir dişli yerinden çıktığı zaman, onu zorla da olsa yerine takmak bize düşer. Bunu yapmazsak düzen sağlanamaz. Dünyanın boş olduğunu hepimiz biliyoruz ve önemli olan, bu boşluk içinde düzeni sürdürmeye çalışmaktır. Bu yüzden bizler düzenin bekçileriyiz, hatta daha da öte, çünkü düzenin sürmesini sağlayacak yönetici güç bizim elimizde.’ Şef kısaca sonucu bağladı: ‘Onu cezalandırmaktan başka yol yok.’” (s. 137-138)
Ek olarak, çocukları yüreklendirmek ve cezalandırılma korkusundan kurtarmak için yanında getirdiği Ceza Kanunu’nun ilgili maddesini okutur hepsine. Japonya’da 14 yaşından küçükler işledikleri suçlar yüzünden cezalandırılamazlar. Nihayet:
“Şef, ‘Bu son fırsatımız’ diye üsteledi. ‘Eğer şimdi harekete geçmezsek, özgürlüğün yüce buyruğuna uymayı, canımızı feda etmedikçe dünyanın boşluğunu doldurmak için gerekli görevi yapmayı hiçbir zaman düşleyemeyiz... Eğer şimdi harekete geçmezsek, bir daha ne hırsızlık edebilir ne adam öldürebiliriz. İnsanın özgürlüğünü kanıtlayan hiçbir şey yapamayız... Bize kan gerek! İnsan kanı! Eğer elimizi kana bulamazsak dünya solacak, kuruyacak. O denizcinin taze kanını akıtmalı ve o kanı can çekişen evrene, can çekişen gökyüzüne, can çekişen ormanlara ve kuruyan, can çekişen toprağa akıtmalıyız.” (s. 141)
Teklif edilen şey toplum alanının dışına çıkmaktır. Yüce birtakım lafların ardına gizlenmiş olsa da, özeti toplumun buyruklarına uymama özgürlüğüdür. Bütün o solan evren saçmalıklarının basit ingirgenmişliği, ebeveynleri gibi sıradanlığın pasağı içinde yaşamayı reddetmektir. Bu kadar; yücelik, içi boş bir dünyayı anlamlı hale getirmeye çalışan denizcinin, nihayet bu çocuklar çetesinin üyelerinin icat etmek zorunda kaldıkları, içi boş bir kavramdır. Hayatın iç boşluğu, bütün evreni önüne katıp sürecek güçlerle dolu olan ama elinden kedi yavrusu öldürmek gelen çocuklar çetesinin çocuksu eylemleriyle dolacak gibi değildir.
Böylece daha büyük kuvvetlere açılan eylem üstlenilebilirse o zaman kudretli bir sonuç elde edilebilir: İçi boş bu dünyanın yeniden ele geçirilmesi, düzenlenmesi, yeryüzü düzenine gerçek bir müdahale olarak eski bir kahramanın kurban olarak taçlandırılması ve yaşamaktan özgürleştirilmesi... Ham yücelik hayalinden çok daha yüce bir alanı kazanıyor küçük çetemiz. Çünkü artık kararlılık, gözü peklik, öfkesiz bir şiddet eylemi tasarlamak, tereddütsüz ilerleme demek; gerçekten yaşamanın buruk tadından kaçmama, üstlenme, dayanıklılık, cüret, aşırılık, uzlaşmama, uzlaşmama...
•
GİRİŞ RESMİ:
Tsunami, Katsushika Hokusai, 19. yüzyıl sonu.
Toyoshima Keisuke’nin Mishima: The Last Debate adlı filminden bir kare.