Nermin Yıldırım, kalemini defterine dokundurmadan önce mutlaka kalbine değdirdiğini hissettiren duyarlılığıyla; yalnızca yetenekli ve özgün değil, vicdanının güzelliğiyle de farklı bir yazar...
27 Nisan 2017 13:45
Bir yazarı "sizin yazarınız" kılan nedir? Öykülerinde kurduğu evrenler mi, karakterlerinin gönül çelen renklerinden, kalbinizdeki aynı sızıya dokunan tanıdıklık duygusuna dek uzanan zenginliği mi, yoksa dilinin göz kamaştırıcı kıvraklığı ve şiiri anımsatan çağıltılı akışkanlığı mı?
Bir yazarı "sizin yazarınız" kılan nedir? Hayatınız boyunca aradığınız dostu bulma duygusu ile sizi nihayet tam da anlayan biri olduğunu hissetme hâli mi?
Bir yazarı "sizin yazarınız" kılan nedir? Sanki hep dilinizin ucuna gelmiş de tam ne olduğunu çıkaramadan unuttuğunuz kelimeler, duygular ve hayallerle karşılaşma mutluluğunu yaşamanın şaşkınlıkla karışık hazzı mı?
Nermin Yıldırım, hiç kuşkusuz "benim yazarlarımdan" biri. Çünkü yukarıda saydığım tüm durumları ilk romanından bu yana bana yaşatıyor. Tam da kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Romanlar ilerledikçe garip bir bağ oluştu kimileriyle aramızda. Bir tür yol arkadaşlığı. Bir yolu birlikte yürüyoruz gibi hissediyorum. Birlikte büyüyoruz, birlikte değişiyoruz” demesi gibi, onun okurları olarak âdeta birlikte aynı yolun arkadaşlığını yapıyor, birlikte değişiyoruz.
Son olarak kısa bir süre önce beşinci romanı Dokunmadan’ı yayımlayan Yıldırım, bir kez daha kahramanını ve onun aracılığıyla da okurlarını geçmişe doğru bir hesaplaşma yolculuğuna çıkarırken, öyküsünü de bir dantel gibi ince ince örüyor. “Dokunmadan, hikâyesi, dili ve kurgusuyla hiç kuşkusuz Nermin Yıldırım’ın en iyi romanı” diye tanımlamış Ömer Türkeş. Kuşkusuz Dokunmadan, Yıldırım’ın yazarlık kariyerinin "en olgun" romanı. Ve her olgun roman gibi de kendinden öncekilerin elini taşıyor; benzer motiflerle, tanıdık köşe taşlarıyla büyüyüp zenginleşiyor. Ortaya, ortak desenlerle örülüp biçimlenmiş bir "dantel öykü" çıkıyor. Bu danteli oluşturan her bir ilmeği tanımlamak için Dokunmadan’ın kahramanı Adalet’in, kendi geçmişine doğru çıktığı yolculuk misali, biz de Yıldırım’ın yazarlık geçmişine uzanan bir yolculuğa çıkıyor; onun 2011 yılında yayımlanan ilk romanı Unutma Beni Apartmanı’ndan başlayarak son durağımız olan Dokunmadan’a varmaya çalışıyoruz.
"Kendim çok günahsızmışım gibi sana ceza kesebilir miyim" diyerek başlıyor Unutma Beni Apartmanı. Daha ilk romanının ilk cümlesinin de hissettirdiği gibi, ilk cümleler önemlidir Nermin Yıldırım için ve bundan sonraki tüm romanlarında da bir tohum misali tüm öykünün özünü içinde barındıracaktır.
İlk romanının ana kahramanı olan Süreyya aynı zamanda kendinden sonra gelecek Nermin Yıldırım kahramanlarına da ilk can suyunu verir ve kendinden kimi özellikleri onlara katar bir anlamda. Güçlü ama kırılgan, duyarlı ama mesafeli, duygusal ama soğuk görünümlü bir kadındır o. Ve yine tıpkı diğerlerinin de yapacağı gibi geçmişinde hâlâ kanayıp duran yaralarla lanetlenmiştir. İyileşmesinin tek yolu ise geçmişiyle yüzleşip ana yarayı şifalandırmasıyla olabilecektir ancak.
Roman, 43 yaşındaki Süreyya’nın onu bebekken terk eden annesinin sesini yıllar sonra telefonda duymasıyla açılışını yapar ve kişisel bir anne- kız öyküsü üzerinden toplumsal yakın tarihimizi de irdeleyen bir öyküye doğru uzanır. Bir hayalet yazar olan Süreyya’nın yazdığı romanların öyküleri aracılığıyla da giderek daha çok renklenir, zenginleşir. Bu anlamda her köşe başında yeni bir sürpriz barındıran, iç içe geçmiş minik evrenlerle, çok renkli, büyük bir mozaik sunan bir romanla karşılaşır ve Nermin Yıldırım’ın da yazın âlemine ilk adımımızı atmış oluruz.
Süreyya ve annesinin sesleriyle paralel bir anlatımla ilerleyen hikâye bize “Aslında annelik nedir? Çocuk sahibi olan her kadın annelik vasıflarına sahip olur mu?” gibi sorular sorar öncelikle. Ve tüm kutsal kitapların ilk başlangıç harflerinin en kutsal olması misali, Yıldırım da romancılık kariyerinin ilk harfi olarak anneliğin a’sını seçmiş olur bir anlamda. Annelik ve aile meseleleriyle karar ilk hamurunu ve kendinden sonra gelen hikâyelere de bu ilk hamurdan çıkardığı mayayı katmaya devam eder âdeta.
Bellek ve hatırlamak, Nermin Yıldırım’ın her zaman ana meseleleri olacaktır ama tek derdi değil. O, yalnızca bireylerin geçmişindeki hâlâ kabuk tutmamış yaraları bulup çıkarmakla kalmaz, yakın tarihimizden toplumsal meseleleri de unutulmaya yüz tutmuş yerlerinden tutup çekmeye ve bize göstermeye soyunur bir tür yazarlık vicdanı gibi. Toplumda büyük çalkantılar yaratan ’60 ihtilalinden büyük depremlere, toplum vicdanının gözünde çoğu zaman geçici körlüğe yol açan cezaevlerindeki ölüm orucu olaylarından tuhaf bir şekilde kanıksanarak normalleştirilen üçüncü sayfa haberlerine ve aile içi ensest gerçeğinin bıçak yarası hâllerine dek, roman boyunca kendi vicdanımızın en uzak geçmişinde dolandırır bizleri.
Kadınlık hâlleri kadar aşk da vardır elbet. Ama aşk bile şifa veremez, yaşamın ilk kutsal harfini içinde barındıran ‘anne’ ile başlayamayan bir öyküye sahip olduğu için bir türlü bir yere kök salamayan, hep ayrıksı, hep aidiyetsiz Süreyya’ya. Öte yandan en iyi bildiğimiz şey olduğunu düşündüğümüz kendi hikâyemizi, yani geçmişimizi acaba gerçekten de doğru mu biliriz? Roman boyunca Süreyya’nın annesi telefonda kızına kendi hayatını ve geçmişlerinin asıl hikâyesini anlattıkça, geçmiş denen sözüm ona o kesin gerçekliğin resmini oluşturan her bir yapboz parçasının da giderek değiştiğini ve giderek farklı bir resmi oluşturduğunu fark ederiz biz de Süreyya’yla birlikte. Anneninse tek bir amacı vardır bunca yıldan sonra, kendini affettirmek değil kızında açtığını bildiği ruhsal yaraların şifasını gerçek hikâyeyi anlatarak verebilmek. Bir anlamda kökü yanlış yerde büyüyen bir fidanı yeniden doğru yere ekip can suyunu vermek…
Öte yandan özündeki bu anne- kız hikâyesinin çevresinde asıl olarak yan karakterlerin birbirinden renkli öyküleriyle, Yıldırım’ın yazarlığının en güçlü yönlerinden biri olan karakter yaratımıyla karşılaşırız. Büyük kalabalıkları resmeden bir ressam misali, Yıldırım da en minör karaktere dahi derinlik verecek ayrıntıları ince ince işler. Yazar, ustalığını asıl bu alanda gösterir.
Yine de bir okuru olarak beni en çok etkileyen özelliğini en sona sakladım sayılır. O da dili kullanmaktaki ustalığı kadar, mizahî kıvraklığı ve dilinin ağızda kamaşmalar yaratan şiir çağıltısındaki güzelliği… İlk romanı olmasına rağmen karşınızda bir kelime sihirbazı olduğunu hissedersiniz. Öyküsünü bir nehirde yuvarlanan taşların yumuşacık doğal yol alışı ya da ağzınızda döndürüp durduğunuz bir akide şekeri misali uzun süren bir hazla ilerleten, işte bu dilin güzelliğidir. Zaten kelimelerle arasında özel bir ilişki olduğunu o da bir röportajında şu sözlerle dile getirecektir: “Sözcükler esasen kendilerinden fazlasıdır. Mana, sözlük anlamının ötesindedir. Yılların tecrübesine, kuşaklar boyu aktarılmış kodlara, çağrıştırdığı hatıraya kadar açılır, katmanlanır, katmerlenir anlamı. Yani sözcükler şiirdir bence zaten. Şiirin kendisinin yanı sıra sözcüklerin bu anlamdan öte anlamına da inanıyorum ben. Kendinden şiirli oluşlarına.”
Bu başarılı ilk romanın ardından ikinci romanı Rüyalar Anlatılmaz, 2012 yılında gelir Nermin Yıldırım’ın. Bu kez, yazarın kendisinin de yaşadığı Barselona’dan, aniden sırra kadem basıp ortadan kaybolan kocasını bulmak için onun peşinden İstanbul’a, kocasının yıllardır hiç görüşmediği ailesinin yanına gelen Pilar’ın öyküsünü dinleriz. Demiştik ya Yıldırım’ın romanlarının ilk cümlesi tüm sırları içeren bir tohum niteliğindedir diye. Bu kez bize sırrı fısıldayan ise Ece Ayhan’dan bir epigraf olacaktır: “İçerdekiler içerlerde/ Dışardakiler dışarlarda kalmışlar.” Sizin de bu dizelerden anlayacağınız gibi bu kez bir aile öyküsü vardır karşımızda. İlk romanındaki aile yoksunluğu çeken bir bireyin kişisel hikâyesinin yerini, bu kez o ailenin varlığı hâlinde yaşananlar alacaktır. Görünürde Pilar ve kocası Eyüp’ün hikâyesidir bu, ama ailenin her bireyinin sırasıyla söz almasıyla, gözümüzün önünde şekillenen bir aile hikâyesidir aslında okuduğumuz. Ve yine şifa da lanet de, mükâfat da ceza da, zincirlenmişlik de özgürlük de, geçmişte ve geçmişle yüzleşmede saklıdır.
Pilar, bize yine biraz Süreyya’yı çağrıştırır. Mesafeli, serinkanlı ve ciddi hâliyle… Ama ondan çok daha dengeli, sağlıklı ve güçlü bir kadındır. Bir o kadar da duru… Onun bu duruluğunun yanında Eyüp’ün ailesinin yani Bahriyelilerin tüm kontrastları daha da güçlü bir şekilde belli olur. Bahriyelilerin ilk görüşte antipati yaratan, sevimsiz ya da kötücül özelliklerinin her biri, sırasıyla kendi hikâyelerini anlatmalarıyla yerini derin bir empati duygusuna bırakmaya başlar. Kuşkusuz bu yeni bir icat değildir edebiyat dünyasında. Hatta edebiyatın belki de en büyük amacı bize diğer insanların gerçeklerini açıp, onlarla empati kurmamızı sağlamak, insanı insana tanıtmaktır. Ama işte bu çok bilindik yolda bir yazarı diğerinden ayıran en önemli özellik de o kalem duyarlılığına sahip olabilmek, kalpleri kalplere en çıplak hâlleriyle aktarabilmektir. Yıldırım’ın daha ilk romanda fark ettiğimiz asıl hünerinin, karakter yaratmaktaki zenginliği olduğunu söylemiştik. Bu romanda bunu daha da ilerlettiğini, bu kez en derinlere doğru daha da yılmaz bir yolculuğa çıktığını görürüz. Bu anlamda belki de onun en sert öykülerinden biridir Rüyalar Anlatılmaz. Çünkü kimi bölümlerde kalemini hiç yumuşatmadan, gerçeğin en dehşetli hâlini doğrudan size aktarır. Âdeta gözlerinizi kaçırmanıza izin vermez. Hikâye ilerledikçe ve ailenin geçmişteki büyük sırrını öğrendikçe, siz de karakterlerle birlikte benzer bir dehşet ve bunaltı hissine kapılırsınız. Dilde mizah, evet yine vardır, ama o bile size, bu gerçeklerden oluşan dehşetli ırmağı geçmenizde yardımcı olamaz.
Eyüp ise öykü boyunca karşımıza çıkmaz ama Pilar’ın, kocasının geçmişine dair sırlarına yaklaşmasını sağlayan, rüyalarını yazdığı defteriyle var olur; bize sesini duyurur. Peki, rüyaları anlatmak uğursuzluk mu getirir yoksa şifa mı? Bu rüya meselesi Nermin Yıldırım’ın belki de kalbindeki en özel yazar Adalet Ağaoğlu’na ve onun kendi rüyalarından yola çıkarak yazdığı Gece Hayatım’a özel bir selam olabilir mi acaba diye de düşünürsünüz bir yandan da.
Roman boyunca Pilar, kocası Eyüp’ü bir dedektiflik romanını aratmayacak bir heyecanla arar. Ve sonunda bir kez daha asıl bakmamız gereken yerin, en çok tanıdığımızı sansak da aslında hiç tanımadığımızı yıllar içinde defalarca anlayacağımız, kendi ailemiz ve aile sırlarımız olduğunu anlarız. Roman, sırrın anlaşılmasıyla beklenmedik bir sürprizle biterken, Yıldırım’ın yazarlığının alametifarikası olan, geçmişi oluşturan yapboz parçalarının değişmesiyle, bize yine bambaşka bir geçmiş resmi sunar.
Üçüncü roman olan Saklı Bahçeler Haritası 2013 yılında çıkagelir. Bu kez biz sadık okurları için özel bir sürpriz de hazırlamıştır Yıldırım. Romanın ana kahramanı olan büyük bir yayınevinin genel yayın yönetmeni Rıdvan, ilk romandaki Süreyya’nın öykü boyunca, uzun yıllara yayılan bir dostluk ve ardından da bir tür aşk yaşadığı önemli yan kahramanlardan biridir. İlk romanda Rıdvan, bir anda ortadan kaybolmuş ve hayatta olup olmadığı dahi meçhul kalmıştır. Bu romanda ise Rıdvan’ın travmalarını atlatıp hayata dönmüş ve kendine yepyeni bir yaşam kurmuş olduğunu görürüz. Dahası, işte bu romanın ana kahramanı da bu kez odur, Süreyya ise kendisi görülmese de adı zikredilen küçük bir yan karakteridir. Bu oyun daha ilk romandan başlamıştır. Süreyya’nın mezarlıklar arasında dolaştığı bir bölümde, ikinci romanından Bahriyeli ailesinin aile mezarlığıyla karşılaştığına ve öykülerini merak ettiğine tanık oluruz örneğin. Yazar böylece bir sonraki romanına da bir selam gönderip küçük bir köprü kurmuş, bu hoş oyunun ilk taşını da döşemiştir. Zaten Yıldırım’ın oynamayı en sevdiği oyunlardan biri de budur. Kahramanlarını sık sık diğer romanlarında da bizimle karşılaştırmak, bir romanın ana kahramanını bir diğerinde âdeta açık bir kapının ardından belli belirsiz geçirmek ya da bir pencereden el sallatmak… Böylece bir anlamda gerçeklik hissine daha da yakınlaşıp, bir roman bittiğinde o karakterlerin hayatlarının bitmediğini, hayatın doğal akışı içinde devam ettiğini göstermek… Hatta bir başka anlamda onları okurla bir tür eşitlemek, okurla öykü arasındaki saydam camı kaldırıp her iki tarafı da yan yana koymak… Saklı Bahçeler Haritası, Yahya Kemal Beyatlı’dan bir epigraf “Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir” ile dedektiflik romanlarını aratmayacak “Silahın serin namlusunu karşısındaki gölgeye doğrulturken ‘Kıpırdama!’ diye bağırdı” ilk cümlesiyle açılışını yapar. Bu kez gerçekten de iki farklı duyguya sahip bir öyküyle karşılaşırız. Bir yanda Beyatlı’nın çağından diyebileceğimiz psikolojik bir hikâye diğer yanda günümüzde geçen bir parça dedektiflik ruhu taşıyan bir öykü iç içe geçer.
Geçmişten bugüne uzanan sıra dışı bir ihanet hikâyesidir bu. Roman iki ayrı zamanda geçer. Günümüzde ve 1930-60 yıllarını kapsayan dönemde… O dönem Türkiye’ye baktığımızda, genç Cumhuriyet, Osmanlı’dan Cumhuriyet'e geçişte yaşanan kültürel ve sosyal krizler, tek parti dönemi, derken Demokrat Parti’nin sahneye çıkışı, hızla yaşanan değişimler, onların beraberinde getirdiği kopuşlar, yani müthiş bir çalkantı söz konusudur. Avrupa içinse savaşlarla dolu, karanlık bir dönemdir bu. Her şey bir yayınevinde genel yayın yönetmeni olan kahramanımız Rıdvan’ın, kimliği belirsiz birinden esrarengiz mektuplar almasıyla başlar. Roman boyunca Rıdvan bu mektupların kim tarafından ve neden yazıldığını, daha da önemlisi bunca sene sonra neden kendisine gönderildiğini araştırır. Biz de Rıdvan’la birlikte mektupları okur ve sorulara cevaplar aramaya başlarız. Roman, bizi mektuplardaki sıra dışı ihanet hikâyesinin peşinden Türkiye'de Cumhuriyet’in ilk yıllarına, Avrupa'da İspanya İç Savaşı'na ve II. Dünya Savaşı'na kadar götürür. Unutulmamakta direnen eski hikâyelerin içine sokar. Bütün bu hikâyelerin içinde dolaşırken, aslında hep aynı yere, kendimize varırız. Herkesin biricik olduğunu ama buna rağmen aslında hepimizin birbirine benzediğini görürüz. Sonuçta Saklı Bahçeler Haritası, hayat denen bahçede yaşamanın tek yolunun birbirimizi anlamaktan, anlamak mümkün olmasa da anlamaya çalışmaktan geçtiğini, çünkü hem kişisel hem tarihsel olarak bütün yaraların az çok birbirine benzediğini anlatmaya çalışan bir roman olarak karşımıza çıkar.
Saklı Bahçeler Haritası, Yıldırım için de diğer romanlarından farklı olarak daha kapsamlı bir araştırma sürecine neden olur. Hatta bu uğurda hikâyenin geçtiği farklı ülkelere dek gider. Yıldırım bu süreci bir söyleşisinde şöyle anlatır: “Araştırma süreci, yazmadan çok önce başladı, evvela gerekli okumaları yaptım. Sonrasında yazacağım coğrafyaları tanıma serüveni başladı. Zaten İspanya’da yaşıyorum, orada İspanya İç Savaşı ile ilgili epey araştırma yaptım. Sonra yollara düşüp kitabın geçtiği coğrafyalarda gezdim. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nın izlerini sürerken ta Polonya’ya Auschwitz Toplama Kampı’na kadar gittim. O dönemi çocuk olarak yaşamış bugünün ihtiyarlarıyla röportajlar yaptım. Uzun, meşakkatli, ama benim için çok öğretici ve anlamlı bir araştırma dönemi oldu.”
Roman, yapısı itibariyle de çok farklıdır ve Yıldırım’ın yazarlığının özellikle dil anlamında ne denli olgunlaştığının ilk ipuçlarını verir bize. “İlk romanım Unutma Beni Apartmanı, iç içe geçmiş öykülerden oluşan, kurgusuyla öne çıkan, en azından böyle yapmaya çalıştığım bir romandı. Rüyalar Anlatılmaz’da ise dile ağırlık vermiş, kendimi o anlamda sınamıştım. Şimdi Saklı Bahçeler Haritası’nda ilk defa hem iç içe geçmiş hikâyelerden oluşan farklı bir kurgu oluşturdum hem de dil konusunda daha önce denemediğim farklı bir teknikle çalıştım. Karakterler için sözlükler oluşturdum. Çünkü kitapta iç içe geçen iki ayrı hikâye var. Biri günümüzde geçen hikâye, mektupları bulan adamın hikâyesi. Bu, günümüz Türkçesiyle, daha dinamik bir üslupla yazıldı. Ama diğer hikâyede kullanılan dil, yani 30- 60’lardaki Türkçe daha farklı tabii. Karşılıklı mektuplaşma söz konusu olduğu için mektuplaşan iki kişinin kendi karakterlerine, psikolojilerine göre kurdukları diller de farklı. Birisinin daha melankolik, diğerinin daha hayat dolu vs. Ben de oturup her birinin hangi kelimelerle konuşabileceğine dair harita olabilecek sözlükler hazırladım.”
Bu özgün hikâye yine beklenmedik bir sonla bitip okurunu ters köşeye yatırırken, karakterlerin geçmişleri kadar o âna dek okuduğumuz tüm öyküyü de yeni baştan sorgulamamıza ve bir kez daha farklı bir gerçeğin ışığı altında değerlendirmemize yol açar. Sinematografik anlamda da çok güçlü olan hikâye, yazarın merceğine yalnızca kendi toplumsal tarihimizi değil bu kez dünya tarihini de alarak farklı zenginliklere yol alır.
Nermin Yıldırım’ın 2015 tarihinde yayımlanan dördüncü romanı Unutma Dersleri, görünürdeki öyküsüyle evvelkilerden çok farklı bir atmosferi anlatır. “Bir yanlışı, sırf güzel olduğu için sevebilir insan” gibi nefis bir ilk bölüm başlığına sahip olan roman, yasak aşkından ayrıldıktan sonra aşk acısı çeken evli bir kadının yaşadıklarını unutmak için "Mazi İmha Merkezi" adlı bir tür psikolojik merkezde "unutma dersleri" almasını anlatır görünürde. Ancak romanın geri planında Yıldırım’ın her zamanki yazarlık meseleleri vardır yine. Geçmişin hayaletleriyle ve travmalarıyla boğuşmak zorunda kalan mesafeli ve ciddi görünümlü ancak bir o kadar da duyarlı ve kırılgan, insanlarla iletişim güçlüğü çeken genç bir kadının belleğine yaptığı yolculuk aracılığıyla kendini şifalandırmaya çalışması…
Yıldırım, Feribe karakteri aracılığıyla bu kez hiç yapmadığı kadar aşkı merkezine alır. Geçmişin travmaları sonucu (öz annesini salonda bir ipin ucunda sallanırken görmek gibi) kronik bir depresyonda, âdeta hiçbir duygu hissetmeden yaşayan Feribe, belki de ilk yaşam soluğunu, âşık olmasıyla almasının ardından terk edilmesiyle yaşar. Sonrasında, eskisinden de derin karanlıktan kurtulmak için başvurduğu merkezde yaşadıklarıysa, bize hem günümüzün en gözde konusu olan kişisel gelişim merkezleri ve "mutluluk tellallığı" konusunda bir tür hiciv öyküsü anlatırken, yan karakterlerinin her zamankinden de renkli ve çılgın hâlleriyle de mizah dozunu bir seviye daha yükseltir. Öte yandan hikâyenin özündeki koyu hüzün, acı ve hayatla temas edememe duygusu öylesine yoğundur ki mizah ve acı birbirini beş yıldızlı bir şefin hazırladığı bir tabaktaki yemeğin lezzeti gibi bütünleyip dengeler.
Aşk kadar deliliğin hâlleri ve psikolojik derinliğiyle de bu kez merkezine toplumsaldan çok bireysel bir öyküyü alan roman, Feribe’nin melek karakterli kocasında da, başta Rıdvan olmak üzere kendinden önceki başlıca erkek karakterleri anımsatır okura.
Her zamankinden daha çılgın bir tona sahip olan öykü, merkezde verilen "unutma dersleri"ni gerçek hayatta da uygulamayı akla getirecek denli de sağlam psikolojik veriler üzerine kuruludur. Yıldırım, romanın bu niteliğini ise yanlış anlamalara mahal vermemek için bir söyleşisinde şöyle açıklar: “Bunu hep söylüyorum. Bu bir kişisel gelişim kitabı değil. Unutturma vaadi yok, edebî lezzetten başka hiçbir vaadi yok. Hatta bu tür vaatlerle eğlenen, modern dünyada MİM’in muadili olabilecek kurumları eleştiren bir roman. Öte yandan bir psikolog danışmanlığında yazıldı. Merkezdeki ders bölümlerinde muhtemelen benzer bir dertle psikoloğa gidecek birinin duyabileceklerine yakın şeyler var. Yasın aşamaları anlatılıyor temelde. Söyleşilere gelenler arasında ‘romanı doktorum önerdi’ diyenler hatta kitapla ilgilenen psikologlar oldu. Fakat sonuçta edebiyat bu; unuttursun diye yazılmadı. Hatta tam da böyle işlere meyledenlere başka bir şey söylemek için yazıldı. Unutturacağını söylersem romanı yazma sebebime ters düşmüş olurum zaten.”
"Unutmak için önce hatırlamak, onun için de geçmişle yüzleşmek, anlamak, affetmek ve gerekirse de özür dilemek gerek" minvalinde bir mottoya sahip olan roman, yine her zamanki gibi hiç beklenmedik bir son ve sırrın açığa çıkmasıyla bir kez daha okurunu şaşırtmayı başarır.
“Unutma Dersleri her anlamda sağ gösterip sol vuran, ters köşeye yatıran bir roman olsun istedim. Çok depresif hikâyeler yazdıktan sonra kişisel olarak da mizahî bir sese ihtiyacım vardı sanırım. Yaşadığımız dönem itibariyle hepimizin var. Chagall tabloları gibi bir roman yazmak istedim. Hani orada da damlarda keman çalan ihtiyarlar, el ele tutuşup uçan âşıklar filan vardır. Oysa hava soğuktur, köyde yoksulluk, açlık kol gezmektedir muhtemelen… Ama işte her şeye rağmen çocukça, haşarı, muzip, insana iyi gelen, yaşama kudreti ihtiva eden bir neşe… Feribe’yi yazmak bana iyi geldi. Gülerek, eğlenerek yazdım. Okurdan da benzer tepkiler alıyorum, çok mutluyum bu açıdan. Bir de şu var tabii: Yaşadığımız acılara biraz uzaktan bakmak, onlarla eğlenmek iyidir. Gülerek direnmek diye bir şey de var!”
Ve geliyoruz Yıldırım’ın kısa bir süre önce yayınlanmış olan son romanına… Dokunmadan, daha önce de söylediğim gibi adeta tüm önceki romanlarından aldığı motiflerle ince ince işlediği ve kendi yazarlık serüveninde en olgun düzeyine eriştiği bir tür dantel roman olmuş Nermin Yıldırım için. Öyküyü okurken âdeta tüm önceki karakterlere, öykülere ve meselelere selam ettiği duygusuna kapılıyorsunuz. Ama her zamankinden daha da ince bir işçilikten geçmişlik hissi eşliğinde…
İlk cümlesi “Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım” olan Dokunmadan’da, 29 yaşında genç bir kadın olan Adalet, bir gün doktorundan ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve kısa süre sonra öleceğini öğrenir. O güne dek hayata ve insanlara dokunmadan, ne mutlu ne de mutsuz âdeta hayatın içinde yerini yadırgayan bir konuk gibi yaşamıştır Adalet. Ancak öleceğini öğrenmesiyle bir tür aydınlanma yaşar ve hastalığı için kendini suçlayarak, hayatını didik didik etmeye, ilk günahını, daha doğrusu masumiyetini ilk kaybettiği ânı, ilk gerçek suçunu bulmaya çabalar. Mucizevî bir şekilde iyileştiğini öğrenmesi bile onu bu amacından vazgeçirmeyecek tam tersine neredeyse tüm ülkeyi bir baştan bir başa tepmesine yol açacak bir yolculuğa çıkmasına neden olacaktır. Çünkü hafızasına göre ilk suçunu işlediği yani masumiyetini ilk kaybettiği an, özürlü olduğu için ikinci sınıf muamele gören mahalle arkadaşı Mahsun’un elinden onu ağlatmak pahasına, tek oyuncağı olan ayısını çekip almak, daha doğrusu çalmak olmuştur. Adalet, hayatı boyunca içinden eksik olmayan ve ona göre hayatını lanetleyen bu ilk suçla ödeşmek için Mahsun’u bulmaya ve ayıcığını geri vermeye karar vermiştir.
Görünürde her zamankinden de naif bir hikâye anlatır Yıldırım… İlk suçu, ilk günahı arkadaşının oyuncağını çalmak olan bir kadının masumiyetini geri kazanmak konusundaki kararlılığı çok naif gözükse de, hikâye edebî bir yetkinlikle beklenmedik bir şekilde derinleşir. Adalet, asıl günahının hayata ve insanlara dokunmadan, kimsenin yarasına merhem olmadan yaşayıp gitmesi olduğunu keşfettikçe içinde taşıdığı suçluluk hissinin asıl kaynağına yalnızca kendisini değil bizi de götürmüş olur. Yıldırım, bir söyleşisinde bu durumu tam da şöyle anlatır: “O, uzun süre içindeki suçluluk duygusunun sebebini yaptığı şeylerde arıyor. Küçük suçlarda, sıradan kabahatlerde… Suçluluk duygusunun yaptıklarından değil, yapmadıklarından kaynaklandığını zamanla anlıyor.”
Ve Adalet’in Mahsun’u bulma yolundaki uzun yolculuğu yaşadığı yerden en uzak illere doğru uzandıkça, bireysel kabahatler ve suçluluk duygusu da giderek yön değiştirmeye başlar hepimiz için. “Toplum olarak diğerlerine, ötekilere karşı işlenen suçlara karşı ne denli duyarlıyız, yaptıklarımızı değil de yapmadıklarımızı ne kadar sahiplenip, farkına varıyoruz” gibi sorgulamalara girişiriz. Yıldırım, bireysel bir geçmişle yüzleşip helalleşme öyküsü üstünden esas olarak bizleri kendi toplumumuz ve insanlığımıza karşı bir yüzleşme ve farkındalık bilinci içine sokar. Üstelik de bunu olabilecek en naif bir şekilde kırılgan bir kadın, onun peşinde tüm yolları aşan âşık bir adam ve oyuncak bir ayının öyküsünün üstünden yapmayı başarır.
Adalet, ayak bastığı her şehirde rüzgârın ona taşıdığı acılı öyküleri –ki bunlar onun uzun yıllardır bir tür hobi gibi tuhaf üçüncü sayfa haberlerinin küpürlerini biriktirdiği defterlerinde yer almıştır zaten- bir tür medyum gibi tüm duyularıyla deneyimlerken, biz de tecavüz mağduru genç kadınlardan işkenceyle öldürülen "ötekiler"in öykülerine dek görmezden gelmeye çalıştığımız bize dair tüm acı olaylarla yüzleşiriz. Peki, yüzleşmek masumiyetimizi yeni baştan kazanmamıza yeter mi? Tabii ki hayır, çünkü asıl mesele yazarın da dediği gibi suçlarımızın yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan; bir diğerimize sahip çıkıp, yanında yer almamamızdan kaynaklandığını görmemizde yatmaktadır.
Ömer Türkeş, romana dair yazısında çok derinden tanımlıyor tüm bu durumları. “Adalet’in iç sesi roman boyunca hiç susmayacak. Böylelikle onun duygu ve düşünce dünyasına, geçmişine, baş etmekte zorlandığı travmalarına, suçluluk dolu zihnine yavaş yavaş ama derinlemesine nüfuz edebiliyoruz. Yolculuk ilerledikçe sırlar aydınlanırken hikâye karanlık tonlara bürünüyor. Bunun bir nedeni Adalet’in geçmişi, diğer nedeni ise genç kadının gözleri ve belleği aracılığıyla sergilenen siyasi ve toplumsal meseleler. Sözkonusu meseleleri kişisel hikâyelerin içine çok iyi yerleştirmiş Nermin Yıldırım."
Dokunmadan, görmeye, hatırlamaya, unutmaya, vicdana dair bir roman. Önceki romanlarında da Yıldırım’ın benzer temaları işlediği söylenebilir. Ancak her romanında kendisini biraz daha geliştirdiğini görmek sevindirici. Önceki romanlarını -özellikle Saklı Bahçeler Haritası’nı- da sevmiştim ama Dokunmadan, hikâyesi, dili ve kurgusuyla hiç kuşkusuz Nermin Yıldırım’ın en iyi romanı.
Bireyin, toplumun, medyanın bilip de bilmezden, görüp de görmezden hâlinin bütün çıplaklığıyla sergilendiği Dokunmadan’da bu duruma ‘körgörü’ demiş Yıldırım; “Cevap ‘körgörü’ olacak. Kör değil onlar, sadece gördüğünün farkında olmayanlar. Hepimiz aynı dertten mustaribiz Hülya. Salgın bir hastalık sanki. Görüyoruz ama görmediğimize inandırmaya çalışıyoruz kendimizi. Susmanın günahından böyle kurtulabilirmişiz gibi. Gözümüzde maraz yok. Maraz akılda, kalpte. Korkunç bir mikrop dolaşıyor içimizde.”
Ve ‘gör onu’ diyen iç sesini dinleyerek öldürülen çocukları, gençleri, işkenceden geçirilenleri, tecavüze uğrayan küçük kızları görecek Adalet. Yer ve şahıs isimleri değiştirilmiş olsa bile bu mekânları çocukları, gençleri, küçük kızları tanımakta zorluk çekmeyeceksiniz.
Öyküsünden kurgusuna, biçiminden karakter oluşumuna dek her zamankinden daha net ve incelikle dengelenmiş bir yapıya sahip olan Dokunmadan, daha önce de söylediğim gibi bu hâliyle yazarının en olgun işi… Dili ise şiirsel kıvraklığını kaybetmeden mizahî anlamda daha da yoğunlaşmış ve yazarın özgün üslubunu daha da belirginleştirmiş. Kendinden önceki tüm romanların karakterlerinden esintiler taşıyan ve ilk romanda karılan hamurun mayasını içeren bu güzel romanın en hoş yanlarından biriyse ana kahramandan bile rol çalan oyuncak ayı oluyor.
Yıldırım’ın en gözde yazarı Adalet Ağaoğlu’nun da bizzat adıyla ve Ölmeye Yatmak’taki unutulmaz “İntihar etmeyeceksek içelim bari” cümlesiyle yer aldığı Dokunmadan, kuşkusuz Yıldırım’ın, altı yıl gibi kısa bir süreye beş roman sığdırmış yetenekli ve üretken bir yazarın yazarlık kariyerinde ustalıkla kesilmiş bir elmas mükemmelliğinde ışıl ışıl parlıyor. Nermin Yıldırım, kalemini defterine dokundurmadan önce mutlaka kalbine değdirdiğini hissettiren duyarlılığıyla; yalnızca yetenekli ve özgün değil, vicdanının güzelliğiyle de farklı bir yazar olduğunu bize her yeni romanıyla göstermeyi ne mutlu ki sürdürüyor. Tam da Adalet karakterinin de söylediği gibi; “Bir kişi çünkü, dünya demektir. Dünya da hikâye…”