Objektife değil, subjektife bakar gibidir, çünkü Salgado için fotoğrafları asla ve kat’a “nesnel” değildir. Başka bir göze özellikle ihtiyaç duyar ama, onun fotoğraflarının başka bir dile ihtiyacı yoktur...
27 Nisan 2017 14:00
Bak burada:
Sebastiao Salgado/Toprağımdan Yeryüzüne adlı bir yeni kitap çıktı, o kitapta hayatın objektifine öznellikle ve şefkatle bakan bir fotoğrafçı var. Durup bekleyelim ve tanış olalım diye onunla, kim bilir belki de, dünyaya baktığı gibi bakmamızı sağlayacak, buna vesile olacak bir hayat hikâyesi anlatılıyor kitapta.
Yaşayan en önemli fotoğraf sanatçısı kimdir diye sorulsa, kuşkusuz en öne çıkan isimlerden biri de Sebastiao Salgado olur. İsminin altının bu denli çizilmesinin birçok çünküsü var: Daha çok sosyal konuları ele alan foto-röportajlar yapması ve foto-röportajları için 120 ülke dolaşıp birçok ülkede sergi açması akla ilk gelen çünkülerden. Onun için söylenenler ve onun herhangi bir fotoğrafına bakarken kendi kendimize söylediklerimiz de öbür çünküler olsun.
Isabella Francq, kitaba bir önsöz yazar ve onun fotoğrafları için kuracağı ilk cümle şu olur mesela: “Bir Sebastiao Salgado fotoğrafına bakmak insan onurunu tecrübe etmek, bir kadın, bir erkek, bir çocuk olmanın ne anlama geldiğini kavramak demektir.”
İşte burada:
İyi bir fotoğraf çekmenin ilk reçetesini Salgado’nun ağzından duyarız: “Eğer beklemeyi sevmiyorsanız, fotoğrafçı olamazsınız.” Mesleki bir öneri cümlesi gibi duyulsa da bu cümle, uzundur unuttuğumuz, telaşlı ruh halimize de iyi gelecek bir ilaç cümle! Beklemenin ilk koşulunun “tanışmak, tanıştırılmak” olduğunun farkında çünkü Salgado. Bu sebeple; “insanları fotoğrafladığımda asla yabancı bir grup arasına gizlice dalmıyorum, her zaman birileri tarafından tanıştırılıyorum. Sonra ben kendimi herkese takdim ediyorum, durumu açıklıyorum, konuşuyorum ve yavaş yavaş birbirimizi tanıyoruz.”
2004’te Isabella Adası’nda çektiği Dev Kaplumbağa adlı fotoğrafının alt yazısı olabilecek şu cümleleri kuruyor sonra: “Benzer şekilde bu kaplumbağayı fotoğraflamamın tek yolunun da onu tanımak, onun dalga boyuna girmek olduğunu fark ettim. Böylece onun hareketlerini taklit etmeye başladım; yere çömeldim ve dört ayak üstünde, onun gibi hareket ettim. O andan sonra, kaplumbağa bir daha kaçmadı.”
Doğadaki her türlü canlı ve cansız varlık arasında hiçbir hiyerarşi kurmadan, hepsine eşit mesafeden bakan, hizasını baktığı yerden alan bir göz, inanılmaz güzel bir göz var karşımızda. Beklemeyi bilmenin ve sevmenin ilk koşulu tanışmaksa, tanışmanın da çeşitli koşulları var çünkü: Tanıştığınız varlığa saygı duymalı, onunla ağır ağır temasa geçmemeli, alanını ihlal etmemeli ve en önemlisi de keyfini bozmamalısınız. Bu arada onu fotoğraflama şeklinizi de bozmamalısınız. İşte böyle bir iletişim dilinden sonra ortaya çıkar Dev Kaplumbağa adlı fotoğraf. Beklemeyi en iyi bilen hayvanın kaplumbağa olması da güzel bir tesadüf doğrusu.
Bak:
Eduardo Galeano onun Maden İşçileri fotoğrafı için şöyle diyor:
“Bir madenciler ordusu mu bu, dağı tırmanan? Firavunlar zamanında piramitleri kuran işçilerin bir görüntüsü mü? Bir karınca ordusu mu yoksa?”
Bak burada:
Gidip Salgado’nun çocukluğuna bakalım. Brezilya’da, Minas Gerais Eyaleti’ndeki o çiftliğe, oradaki çocukluğa. Her tarafı suyla çevrili uçsuz bucaksız oyun alanlarına, insanlara saldırmayan Güney Amerika timsahlarıyla dolu nehirlerde yüzdüğü çocukluğuna, her sabah binip akşama kadar dolaştığı atına…
Bak o zamanlar, hayvanları çiftlikten alıp mezbahaya götürmek kırk beş gün sürüyormuş. Çiftliklerden, ormandan ve nehirlerden geçmek gerekiyormuş. Bu yolculuğu yapanların konuşmak ve manzaraya bakmak için bol bol vakti olurmuş.
Çocukluktan öğrenecek çok şeyi olan Salgado’nun çocukluğundan öğrendiklerini kulağımıza küpe edelim, hem belki onun gibi bakmayı da öğreniriz böylelikle:
“Uçak, araba ya da tren bizi dünyanın bir kısmından diğer kısmına hızla götürebilse de, fotoğraf çektiğiniz anda hiç acele etmemelisiniz. İnsanların, hayvanların, hayatın hızına ayak uydurmalısınız. Dünyamız şu anda çok hızlı hareket etse de, hayat öyle hızlı akmıyor. Fotoğraf çekmek için hayata saygı duymalısınız.”
Tüm düğmelerimizi ilikleyelim ve haz’rolda dinleyelim o vakit.
İyi ve güzel bir fotoğrafın olmazsa olmazlarındandır “ışık.” Işığı erken tecrübe ettiğini yıllar sonra şu cümleyle ifade edecektir Salgado: “Işığın deldiği yüklü bulutların görüntüleriyle büyüdüm. Bu ışıklar benim fotoğraflarıma da girdi. Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeydim.”
Evet, ışığın çocukluğu diyebiliriz buna.
Bak burada:
İktisat okuduğundan söz eder Salgado ve bu bilgiyi nasıl kullandığından:
“Mesela, hayatları bizim beş ya da on bin yıl önceki hayatımıza benzeyen Amazon Yerlileri’ni düşünelim. Balıkları nasıl tütsüleyeceklerini biliyorlar –süpemarketlerde satılan balıkların endüstriyel ölçekte tütsülenmesi bu atalardan kalma uygulamaya dayanır. Teknoloji, muhtaç olduğu insan emeğinin mekanikleşmesini sağladı. Para ilişkileri ise insan emeğinin sermayenin bir parçası olmasına neden oluyor. Üretimde en önemli bileşenin emek olduğuna hiç şüphe yok. Emeğe ve işçilere bir saygı duruşunda bulunmayı amaçlayan bir fotoğraf projesi tasarladım. Buna adadığım beş yıl boyunca hiç kimse çalışırken fotoğraflanmayı reddetmedi ve ben üretim dünyasını eylem halinde göstermeyi başardım. Gittikçe kaybolan bir dünya bu.”
“Şiirsel” sözcüğü olur olmaz her yerde öyle çok kullanıldı ki, kullanıla kullanıla içi boşalan tanımlamalardan birine döndü sonunda. Bu sebeple Salgado’nun anlatımını ve fotoğraflarını “şiirsel” sözcüğüyle tanımlamaktan özellikle imtina edelim. “Yavaşlığı” bu denli estetik biçimde övmesine ve fotoğrafçının hayatını da fotoğrafa dahil etmesine bakılırsa sadece bir fotoğrafçı değil, iyi de bir şair diyelim kendisine. Anlatımına da “şiirsel” değil, düpedüz “şiir”dir diyelim rahatlıkla.
İşte burada:
Salgado’nun fotoğrafı çektikten sonra fotoğrafa nasıl baktığını gördüğümüzün resmi: “Bir ülkeye ilk defa gittiğimde durumu çabucak kavrayabiliyor ve fotoğraflarımı tarihsel ve sosyolojik bir bağlama oturtabiliyordum. Benim için fotoğraf edebiyat gibi bir şey –yazarların kalemle söylediklerini ben makinemle söylüyorum. Işığa bayıldığım için bu benim için bir tutku ama ayrıca çok güçlü bir dil bu. Fotoğrafa ilk başladığımda hiçbir sıkıntı yoktu benim için. Merakımın beni götürdüğü, güzelliğin beni etkilediği her yere gitmek istiyordum. Ama aynı zamanda toplumsal adaletsizliğin olduğu her yere de gitmek istiyordum, durumu daha iyi aktarmak için.”
O, sadece bir aktivist olmadığı gibi, sadece bir fotoğrafçı da değil. Her iki sıfata da el kaldırıp itiraz ediyor durmadan. Doğru bir tanımlama yapmak gerekirse o da şu olur, Salgado’nun ağzından duyalım o vakit: “Doğru olan tek şey şu ki fotoğraf benim hayatım.”
Çektiği fotoğraflardan kendisinin hayat hikâyesini görebileceğimiz gibi, her bir fotoğrafı da birer hikâye anlatır. İyi bir hikâye anlatıcısının gözünden çıkmış gibidir onun fotoğrafları. Objektife değil, subjektife bakar gibidir, çünkü Salgado için fotoğrafları asla ve kat’a “nesnel” değildir. Başka bir göze özellikle ihtiyaç duyar ama, onun fotoğraflarının başka bir dile ihtiyacı yoktur, herkesin ve hepimizin bildiği bir dildendir onun fotoğrafları, bu sebeple de asla bir çeviriye ihtiyaç duymayız onun fotoğraflarına bakarken.
Bak bu son: Salgado bir gün Türkiye’ye gelir.
Tarlabaşı’nda pazarda fotoğraf çekmeye çalışırken pazarcının biri tarafından dövülür. Salgado’nun çevirmeni “Polis çağıracağım,” dediğinde ise pazarcının sesi çoktan yükselmiş ve Salgado’nun kadrajına girmiştir: “Polis de benim devlet de!”