Nâzım Hikmet, Kemal Tahir'e Bursa'dan yazdığı bir mektupta şöyle der: Sana bir şey söyleyeyim mi Kemal, ben tercüme yapmayı sevmiyorum, adeta ağrıma gidiyor bu iş
16 Ağustos 2018 13:55
“Türk kadın sesinin pırlantası”
Semiha Berksoy’un hatırasına, sevgiyle…
Nâzım Hikmet’in çeviri faaliyetlerinin başlangıcı 1930’ların ilk yıllarına denk düşer. “Ben” imzasıyla Yeni Gün gazetesinde çeviri öyküler yayımlar. 1934’ten sonra “Orhan Selim” takma adıyla çevirdiği öyküler Tan gazetesinde yayımlanır. Bunlar geçimini temin için yaptığı işlerdir.
1938’de 28 yıla mahkûm olduğunda, hapishaneden çeviri yapmaya devam eder. Yine geçim temini içindir ama bu kez neredeyse tümüyle hane halkının; Piraye Hanım ve onun ilk kocasından olan çocuklarının geçiminin sağlanmasına yöneliktir. Çevirilerden gelen paranın hemen hemen hepsini karısına gönderir, bazen küçük bir miktarını da kendi gibi cezaevinde yatmakta olan Kemal Tahir için alıkoyar.
Nâzım Hikmet çeviri yapmayı gerçekte sevmemektedir. Kemal Tahir’e Bursa’dan yazdığı bir mektupta şöyle der: “Sana bir şey söyleyeyim mi Kemal, ben tercüme yapmayı sevmiyorum, adeta ağrıma gidiyor bu iş.” Diğer mektuplarında da yaptığı çeviriden şikâyet eder, memnun değildir. Bu esnada Tolstoy’un “Harb ve Sulh” çevirisine çalışmaktadır. Piraye Hanım’a ise hiç dert yanmaz çeviri işinden, hatta sezdirmez bile. Çankırı’da Tosca’yı çevirdiği esnada sadece bir mektubunda çeviriyi tekmil tamamlaması hâlinde ellerine geçecek paranın miktarını belirttikten sonra, bu işi tamamlayabilmesinin, ancak kendisinin yanında olmasıyla mümkün olacağından söz eder. Âdeta yalvararak “gel” der. “[…] opera işini, bu belayı ancak senin havandan, gözlerinin ışığından kuvvet ve cesaret alarak bitirebilirim. Tecrübesini yaptım. Eğer sen burada olmasaydın, birinci perdede bile cesaretim kırılacak yüzüstü bırakacaktım. Ne kadar çabuk gelirsen bu belayı da o kadar çabuk, el birliği ile atlatır ve kışlık hayatımızı o kadar çabuk tanzim ederiz, biricik karıcığım.” Bu mektup, 1940 yılı, eylül ayı içinde yazılmış olmalı. Piraye Hanım’a ev tutulup Çankırı’da ikamet ettiği mayıs-haziran aylarında Nâzım Hikmet bir yandan Tosca’nın ilk perdesine çalışmaktadır. Eylül ayında tekrar geleceği sözüyle ayrılır Piraye Hanım, ama anlaşılıyor ki bu ziyaret gerçekleşmez. Nâzım Hikmet de kendi talebi ile aralık başında Bursa Cezaevi’ne nakledilir.
Nâzım Hikmet Tosca’yı Çankırı Cezaevi’nde 1940 yılında başlar çevirmeye, aynı yıl içinde bitirir. Opera sanatçısı ve dostu Semiha Berksoy, Nâzım’ı Tosca çevirisinden haberdar eder ve Nâzım’ın dayısı, o sıralarda Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) olan Ali Fuat Cebesoy aracılığı ile, Maarif Vekâleti’nden bu iş alınır. Tosca’ya çevirmen olarak dönemin şartları gereğince, besteci ve orkestra şefi Ferid Alnar’ın adı yazılacaktır. Semiha Berksoy Nâzım Hikmet’e yazdığı bir mektupta sürecin gelişimini anlatır: Berksoy, önce Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım vasıtasıyla Cebesoy’la konuşup, tercümeden söz eder ve gıyabında Ferid Alnar’ı bu işle ilgili takdim eder. Paşa, Alnar’ı çağırtır, ondan Nâzım Hikmet’e yardım için gerekli taahhüdü alır. Alnar, gerekirse iki üç haftada bir Çankırı’ya gitmeye hazır olduğunu da bildirir. Hemen ardından Berksoy’a mektup yazar; mektupta, Cebesoy’la görüşmesini özetleyip, Paşa’nın Maarif Vekili ile görüşüp, -Nâzım’la çalışacağını bilmek şartıyla- tercümeyi kendisine havale edeceklerini, parayı Nâzım’la paylaşacaklarını bildirir. Berksoy’a da dedikodulara mahal vermemek için bu konuda ketum olmasını tembihler. Ferid Alnar, durumu anlatan bir mektup da Nâzım Hikmet’e yazar, Nâzım da Piraye Hanım’a: 12 Mart 1940 tarihli mektubunda Ferid Alnar’ı şöyle hatırlatır: “[…] tanıdın değil mi, şu Yalova operetini beraber yaptığımız Ferid, işte onunla görüşmüşler…” [1]
O sıralarda henüz Ankara Devlet Opera ve Balesi kurulmamıştır; Konservatuvar adıyla Maarif Vekâleti’ne bağlıdır, vekil de Hasan Âli Yücel’dir. Gerekli izinler alınır, Nâzım Hikmet’le çalışması kaydıyla çeviri işi Ferid Alnar’a verilir. Nâzım Hikmet, 1940 yılında, Çankırı’da hemen çeviriye başlar.
Puccini’nin bestelediği bu opera eseri, ilk kez 1900 yılında Roma’da sahnelenir. Konusu özetle şöyledir: “Meşhur şantöz” Tosca, tutkulu, çok kıskanç ve gözü kara bir kadındır. Ressam Mario’ya çılgınca âşıktır. Mario cumhuriyetçi ve devrimci bir adamdır. Opera, Mario’nun hapishaneden kaçan eski dostu Angelotti’yi saklamasıyla başlar. Kaçağın peşindeki polis müdürü Scarpia, Mario’dan şüphelenir, onu yakalatır. Angelotti’nin yerini söyletmek için ağır işkencelerden geçirir. Başarılı olamaz. Mario kurşuna dizilecektir. Bunu fırsat bilen polis müdürü, uzun süredir elde etmek için uğraştığı Tosca’ya karşı bu durumu koz olarak kullanır: Kendisiyle birlikte olması karşılığında Mario’nun hayatını bağışlayacak ve ikisine yurt dışına çıkmaları için bir izin belgesi hazırlayacaktır. Plan, Mario’nun kurşuna diziliyormuş gibi yapılmasından ibarettir. Tosca kabul eder gibi görünür, tam bu sırada masanın üzerinde olan bıçağı alır, Scarpia’nın göğsüne saplar, izin belgesini kaptığı gibi, Mario’nun kurşuna dizileceği kaleye gider. Scarpia’nın planını anlatır, gerçekte kurşuna dizmeyeceklerdir, Scarpia ile anlaşmaları böyledir; ilk ateşten sonra kendisini yere atmasını ve uzun süre kalkmamasını tembih eder. Bu planın uygulayıcısı müdürün yardımcısı olan kişi olacaktır. Ancak gerçekten kurşuna dizilir Mario. Ölür. Tosca müdür yardımcısının elinden kurtularak kalenin burcuna gider ve oradan kendini boşluğa bırakır.
Eser üç perdedir. Ferid Alnar Çankırı’ya giderek teslim eder, tercümesine başlanır. Ferid Alnar tercüme sürecinde, Ankara’dan Çankırı’ya arada gider gelir. Bir kez de Berksoy’la beraber giderler. Semiha Hanım münferiden de Nâzım Hikmet’i birkaç kez Çankırı’da ziyaret eder. İlk perde haziran sonunda, ikinci perde ekim başında biter. Üçüncü perdenin tercümesi esnasında Piraye Hanım’a yazdığı bir mektupta, son perdenin 10-15 gün sürebileceğini, bugünlerde eline 200-250 lira geçebileceğini müjdeler. Ancak tercümeden beklenen paralar gecikir. Nâzım Hikmet, Tosca tercümesini Çankırı’da, ekim ayı sonunda bitirir. Eline ilk para, Bursa Cezaevi’ne nakledildiği sırada geçer. Bu arada gerek Semiha Berksoy’a gerekse karısına yazdığı mektuplarda, tercüme parasının bir an evvel ödenmesi için paşa dayıyla görüşmelerini tembihler. Bu konuda Ferid Alnar’a da yazar. Piraye Hanım’a Çankırı’dan yazdığı son mektubunda ise, “Semiha geldi. Benimle görüştü. Carmen operasının tercümesi varmış. Tosca’yı çok beğenmişler, Carmen’i de bana tercüme ettirmek istiyorlarmış. Yalnız Semiha ile Ferid’in arası açıkmış” demektedir. Bu sıralarda Berksoy yazdığı bir mektupta, “Carmen tercümesini ancak Tosca’yı oynayıp muvaffak olduktan sonra teklif edebileceğim” demektedir. Görüldüğü gibi, Semiha Berksoy Nâzım’a tercüme temininde büyük çaba sarf etmektedir. Aynı çabayı, çeviri parasının alınmasında da gösterir.
Ankara’da Nâzım’ın “iade-i muhakemesi” konuşulmaktadır, hatta yargılanmanın yenilenmesi hâlinde hemen tahliye edileceğine dair büyük umutlar beslenmektedir. Berksoy bu konuda da elinden gelen yardımı yapar; Nâzım Hikmet’e gelişmeleri anlatan mektuplar yazar. Celile Hanım’ın talebi üzerine “yardım etmesi ve gerekli yerlerle temaslarda bulunması ricasıyla” Ankara’da Yahya Kemal’le de görüşür. Bu arada ilginç bir olay yaşanır, Semiha Berksoy’un bu son Çankırı ziyareti sonrasında, Ankara’ya döndüğünde emniyetten çağrılır, Nâzım Hikmet’i neden ziyaret ettiği hususunda dönemin Ankara valisi tarafından “hesap sorulur.” Berksoy’un ifadesiyle ağzından biteviye “Onu seviyorum” sözü çıkar. Berksoy, kendisini ihbar edenin Alnar olduğunu söylemektedir. Kendisine bu bilgiyi aktaran, dönemin Ankara emniyet müdürüdür. Yine kendisine dayanarak belirtelim: “Ferid Alnar, Nâzım’la birlikte Tosca operasını çeviriyor, daha doğrusu kendi çevirmiş gibi Nâzım’ın çevirmesinde aracılık ediyor, Nâzım’la kendisi de görüşüyor, mektuplaşıyor, sonra da tutup Semiha’yı ihbar ediyor.” Alnar, o sıralarda Semiha Berksoy’a kur yapmaktadır ama beklediği karşılığı alamaz. Ancak yine Berksoy’un ifadesine göre, düşmanlığını ‘40’lı yılların sonuna kadar sürdürür, opera kariyerine elinden geldiğince engel olur.
Bu arada belirtelim, Semiha Berksoy’la Nâzım Hikmet arasında 1930’ların başında bir gönül ilişkisi yaşanır ve çevrelerindeki herkesin malûmu olan bu ilişki Nâzım’ın Piraye ile evlenmesinden sonra bir süre daha devam eder. Ta ki, Berksoy sanatını seçip, Berlin’den aldığı teklifle 1936 yılında Almanya’ya gidene ve böylece kendini bu gelgitli ilişkiden bir tür “koparmayı” başarana kadar. Çok genç yaşlarına ilişkin yaşadığı duyguları şöyle ifade etmektedir Berksoy: “[…] Onun eserlerinin emsalsiz şiiriyetine ve yine tanrının bir sanatı olan emsalsiz güzelliğine hayran ve tamamen platonik ilahi bir aşkla bağlanmıştım”[2]
Nâzım Hikmet’in Bursa’ya naklinden hemen sonra Berksoy gelir, bir gün kalıp döner. Ona her hafta yazacağına dair söz verir. Falih Rıfkı Atay’ın kendisine tercüme vereceğini de muştular. Ardından Piraye Hanım Bursa’ya gelir, kaplıcalarda oda tutulur, bir hafta kadar kalır. Nâzım siyatikleri için kaplıcalara gider, Piraye ile tuttukları odada kalırlar. Berksoy bu durumu Nâzım’ın paşa dayısı Cebesoy’a yazdığı ve kendisi aracılığıyla gönderdiği mektuptan öğrenir. Pek kıskanır. Kısacık bir mektup yazar: “[…] Madem ki işleriniz yoluna girdi, ve sıhhatiniz de iyi, size her hafta yazarım diye verdiğim sözü geri alıyorum.” Nâzım Hikmet bu mektuba karşılık, “Mektubum kısa oldu, çünkü küstüm kızım” diye biten, üzüldüğünü bildiren, yazmasını isteyen “Eğer ben burada biraz rahat nefes alıyorsam, bunda senin güzel yüreğinin, güzel ellerinin payı o kadar büyük ki… […] Toskalığın lüzumu yok. Radyoda Toska’yı söylerken verseler de, biz de, ben de burada seni dinleyebilsem” sözleriyle cevap verir. Semiha Berksoy kıyamaz Nâzım’ına, mektuplarını sürdürür, hatta Cebesoy’dan aldığı bilgilerin emniyetiyle, Tosca’nın ilk temsilinde kendisinin de seyirciler arasında olabileceğini âdeta müjdeler. Her ne kadar Nâzım oyunu izleyemese de, Semiha, oyundan fotoğraflar gönderir.
Berksoy oyunda Tosca’yı seslendirir. Ancak eserin tamamı değil, sadece ikinci perdesi oynanır o yıl, Berksoy bundan da Alnar’ın sorumlu olduğunu belirtir. Tosca 1941 yılı nisan ayında gösterime girer. Nâzım Hikmet hapishane radyosundan dinler ve şöyle yazar kendisine: “Toska operasını, radyomuzun başında, ve saatinde dinlemek iznini Müdürümüzden almıştım. Binaen aleyh harikulade sesinin dalgalarıyla avunabildim, müteselli oldum.”
Bu sıralarda tercüme parası da peyderpey gelmeye başlar. Önce teyzesi aracılığıyla 70 lira, sonra nisan ortalarında Semiha Berksoy eliyle 122.50 lira. Nâzım Hikmet, sadece 22.50 lirayı kendine alıkoyup, neredeyse tamamını karısına gönderir. 100 lirayı gönderdiğini belirttiği mektubunda “Bana tercüme gelecek. Mahsuben para alır, sana derhal yollarım […] Bu yolladığım 100 lirayı derhal sıhhatin ve gıdan için sarfet. Merak etme seni parasız bırakmam” demektedir. Piraye Hanım’ın neredeyse hemen her mektubunda ya kendisinin ya aile efradının sağlık sorunlarından ya da parasızlıktan şikâyetine karşılık yazılmış bir mektuptur bu da…[3]
Berksoy, 1941 yılı sonunda Bursa’ya tekrar gider. Selvinaz Otel’de bir oda tutar. Nâzım da bu otelin kaplıcalarına gidip gelmektedir. Nâzım ve Semiha otelde buluşur, konuşur, dertleşir, birlikte olurlar. Memet Fuat, Nâzım’ın, Semiha Berksoy’un kendisine hapishanede gösterdiği ilgiye, “ancak saygı duyulabileceğini” söyleyerek savunduğunu, üstelik “nasıl başardıysa, buna karısını da inandırmıştı” söylemektedir: “Başka kadınların Nâzım’a ilgi göstermelerine hiç katlanamayan Piraye, (…) Semiha Berksoy’un cezaevlerine gelip gitmesine aldırmazdı.” Piraye’nin bu “aldırışsızlığında” Berksoy’un Nâzım Hikmet’e çeviri işi, para temini ve yargılanmanın yenilenmesi için koşuşturmasının da payı olsa gerek.
Öte yandan, Nâzım Hikmet’in 16.2.1942 tarihli mektubunda yazdığı “Biliyor musun? Geçen sene bu vakitler Bursa’daydın” satırları 1941 yılı şubat ayından sonra Piraye Hanım’ın bir yıl boyunca ziyarete gitmediğini düşündürtmektedir.
Berksoy, Ankara’da önüne çıkarılan engeller neticesinde 1942 senesinde harp içindeki Almanya’ya gider, orada dokuz ay kalır. Dönüşünde Ercümend Siyavuşgil ile evlenir.
1943 senesinde Nâzım Hikmet, Zeki Baştımar’la birlikte Tolstoy’un Harb ve Sulh tercümelerine başlar. Bu çeviri de Maarif Vekâleti’ne yapılmaktadır. Bu çeviriye başlamadan önce, 1942 yılı sonlarında Semiha Berksoy’dan mektup aldığını yazar karısına: “[…] Tercüme işi halledilmişe benziyor. Kendisi buraya gelip anlatacakmış.” 1944 senesinde Semiha Berksoy bir opera tercümesi teklifi ile gelir: Cavelleria Rusticana. Şöyle yazar: “[…] iki gün önce Semiha geldi. Bir opera oynayacaklarmış. Cavalleria Rusticana’yı. Halkevi’nde. O işi de aldım. Biraz para da ordan geçer elimize. Velhasıl bu iki iş bugünlerde olursa seni daha emniyetle düşüneceğim. Parasız kalıyorsun diye üzüntüden kurtulacağım.” Ancak daha sonraki mektuplarında bu tercümeden veya bu işten gelen/gelecek olan paradan hiç söz edilmez. Sözünü ettiği diğer iş, Harb ve Sulh tercümesinin ilk cildinden alacağı paradır.
Berksoy, 1946 senesinde kızı Zeliha’yı dünyaya getirir. Haberi alan Nâzım Hikmet, “Anneciğim ve Semiha’cığım” hitabıyla başlayan mektubunda, Semiha’nın anne olmasına çok sevindiğini yazar. Bebeğin ismi konusunda Nâzım’a danışılmıştır. “[…] Ben Zeliha -Züleyha değil- adını pek severim. Kızına isterse o adı koysun. Sonra Ankara’da Devlet Operası’nda çalışmağa başlayacağı da beni ayrıca bahtiyar etti. Pırlanta ne kadar toz toprak içine atılsa da, günün birinde pırlantalığını belli eder ve hakkını ister. Semiha da bizim Türk kadın sesinin pırlantasıdır. Haydi hayırlısı. Dünya onun, yolu açık olsun.” Aynı mektupta Berksoy’un eşi Ercümend Bey’e de “kendi durumuna” ilişkin gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür vardır.
Her ne kadar Nâzım Hikmet, “Semiha bizim Türk kadın sesinin pırlantasıdır” dese de, Berksoy’un yoluna taş koymaya devam edilir. 1948 senesinde Ankara Operası’ndan bir heyet tarafından sesi “kontrol” edilir. Bir tür imtihana tâbi tutulur aslında. Heyette Ferid Alnar da vardır. Berksoy, Carmen ve Rusticana’dan Santuçya’yı söyler heyettekilere. Sonrasında heyette bulunan rejisör Mordo[4], Semiha Berksoy’u kutlayıp, sahnelemek istediği Cavallaria Rusticana’daki Santuçya rolünü kendisine verdiğini söyler. Ancak Alnar’ın olumsuz raporu sonucunda, kendisine sesinin korist olarak değerlendirilebileceği bir yazıyla bildirilir. Semiha Hanım, çılgına döner, büyük bir hakaret olarak düşünür, kızı Zeliha’yı kaptığı gibi Viyana’ya gider. Başlangıçta zor günler geçirir, sonrasında önemli temsillerde rol alır. Başarıları Türkiye’den duyulur, “korodan çıkarıldığı ve Devlet Operası’na solist olarak atandığı” bir yazıyla kendisine bildirilir. 1950 yılında yurda döner.
Tosca, Ferit Alnar adıyla İstanbul Devlet Operası ve Balesi yayını olarak 1971 yılında, Cavalleria Rusticana ise Aydın Gün adıyla İstanbul Şehir Operası yayını olarak 1966 yılında kitapçık olarak yayımlanır.[5] (Rusticana tek perdelik bir eserdir. 1949-50 sezonunda sahnelenir, Ankara temsillerinde başrollerde Leyla Gencer ve Aydın Gün vardır.)
Rusticana 1950 senesi kasım ayında Beyoğlu’nda Atlas Pasajı’nda bulunan Küçük Sahne’de gösterilir. Santuzza’yı Semiha Berksoy oynar. Küçük salon alkıştan yıkılır. Nâzım Hikmet de seyirciler arasındadır.
Oyunun İstanbul’da sahnelenmesinden iki ay önce, eylül ayında Celile Hanım Semiha’ya yazdığı mektupta, “Cümlemiz iyiyiz. Ağabeyin [Nâzım Hikmet kastediliyor. S. A] vereceğin konserden sonra sana makale yazacak” haberini vermektedir. Bu arada belirtelim, 1940’ların başından itibaren Semiha Hanım ile Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım arasında, çok yakın bir dostluk ve âdeta bir ana-kız ilişkisi kurulmuştur.
Nâzım Hikmet’in Bursa’daki son yılında anlaştığı ve tahliyesinden sonra beraber oturmaya başladığı, oğlu Mehmet Nâzım’ın anası Münevver Hanım’la Berksoy arasında karşılıklı saygı ve özene dayanan bir ilişki olduğunu anlıyoruz. Münevver Andaç’ın, Semiha Hanım’a yazdığı son derece nazik notta, kendilerini ziyaret edememelerinden ötürü mahcubiyet ve özür; ayrıca kısa zamanda bu ziyareti gerçekleştirecekleri bilgisi vardır. Zeliha Berksoy’un ifadesine göre, tarihsiz bu not, Nâzım Hikmet’in yurt dışına gidişinden bir gün önce gönderilmiştir.
Nâzım Hikmet, 1951’de yurt dışına gitmek zorunda kalır, Semiha Berksoy’un memlekette sürdürdüğü opera mücadelesi devam eder. 1951 senesine opera jürisi tarafından birinci sınıf opera sanatçısı olarak değerlendirilmesine karşılık 32 senelik opera yaşamında sadece 26 kez sahneye çıkartılır. 1963 senesinde bir jübileyle emekli olur. Sonrasında sürdürdüğü resim çalışmalarına ağırlık verir. Ama “Do sesini verdim, ölümü yendim” diyecek kadar sesini ve tekniğini de çalıştırarak.
Ressamlığında, kanımca, çok sayıdaki eserinin içinde en güzellerinden ikisi, La Tosca’nın Temsili’ndeki Semiha Berksoy (1975), bir diğeri de Nâzım Hikmet’i resmettiği Aşk Yüzünden Ölüm’dür (1998).
Tosca operasında Nâzım Hikmet’in çevirdiği dizeleri; “Ben yaşardım aşkla ve sanatla” şarkısını bütün bir ömrüne “tercüme eden” Semiha Berksoy 2004 yılının ağustos ayında vefat eder.
Ben Yaşardım, aşk ve sanatla,
Bembeyazdır ömrümün geçtiği yol.
Tek bir dert yok ki
Merhametinle şifa bulmasın.
Her gün temiz bir kalble
Gelip Mihrap önünde
Sana imanla yalvaran,
Sana çiçek getiren ben,
Ben değil miydim, söyle!
Ve şimdi bu müşkül an
Gelince böyle, Yarap!
Neden beni yalnız bıraktın sen?
Elmaslarımla ben Meryem’i süslerdim,
Bir sonsuz aşkla
Sesim semâlara yükselirdi.