Ara Güler'in erken döneminde yazdığı öykülerle fotoğraflarını bir araya getiren Babil'den Sonra Yaşayacağız, Türkçe, İngilizce ve Ermenice olarak üç dilde Aras Yayıncılık etiketiyle bu hafta raflara çıkıyor. Kitaptan bir öykü K24 okurları için...
Bir gün babam bana şöyle dedi: “Gidersin, gelirsin, gazetelerde röportajların çıkar, okuruz, fotoğraflarına bakarız, ama bize bir hayrın yok.”
“Niye?” dedim.
“Bir gün beni alıp da bir yere götürdün mü?”
“Seni nereye götüreyim ki?” diye sordum. “Nereye istersen gidersin, patronsun.”
Bana baktı, yarı alaylı, yarı ciddi, “Bir gün alıp da beni memlekete, doğduğum yere götürmeyi düşündün mü?” dedi. “Doğduğumuz evi görmek istiyorum. Hem gel, sen de gör. Beni sen götürürsen bir değeri olur. Yoksa her köy köydür.”
Kaçamak yapmak olmayacaktı. İşimi ayarladım, vapurla Giresun’a, oradan da taksi tutup Şebinkarahisar’a gittik. Yolda giderken dağlar gittikçe yükseliyordu. Bitki türü değişiyor, yükseldikçe ağaçlar çam ağaçlarına dönüşüyordu. Adını anımsayamadığım bir yerde karşımıza boz dağ çıktı. Burası ünlüymüş. Sac kavurması yedik. Keyifliydik. Baktım, bu toprakların adamı olmak istediği belliydi. Altı yaşındayken Şebinkarahisar’dan ayrılmış, İstanbul’a okula gönderilmişti. Bir köy çocuğuyken kentli olmuştu. Sonra anımsadım. Zaman zaman bu dağları bir haftada yürüyerek nasıl kıyıya, yani Giresun’a vardıklarını daha önce anlatmıştı. 1910’lar olsa gerekti. Bayağı büyük bir şans. İstanbul’un Ortaköy’ündeki okulda temiz bir okul üniforması giymek, pazar günleri Kuruçeşme’deki kilisede Gomidas’ın korosunda şarkı söylemek, kendi yaşındaki kentli çocuklarla oynamak, gülebilmek… Ve yıllar geçmiş aradan, az zaman değil, yetmiş yıl. İşte şimdi köye gidiyoruz.
Doğduğu köy Şebinkarahisar’ın Yaycı köyü, 6-8 kilometre ötede. Yol yok ama traktör gider dediler. En sonunda yüksek karoserli bir araba bulduk ve köye vardık. Herkes “merhaba” diyor. Anlattık, ayranlar içtik. Köyün bütün adamları, herkes, teker teker “merhaba” dedi, yine ayranlar tazelendi. Sonra hep birlikte düştük köyün yollarına. Peder evini arıyor. Sağa saptık, sola saptık, sonunda, “İşte burasıydı,” dedi. Gösterdiği yerde ev mev yoktu. Harabe olmuş. Karşımızda büyük taşlarla örülmüş bir duvar yığını vardı. Belli ki ev yıkılmış, zamanla yok olmuş.
Babam birden köylülere döndü, “Köyün meydanında çeşme vardı, bir sürü yerinden su akardı. Nerede?” dedi.
“Aha burada,” dediler.
Gittik, peder çeşmenin her gözünden doya doya su içti. “Oh be,” dedi, “Su dediğin budur işte.”
Oradan buradan konuşuluyordu. Peder birden harman yerini sordu. Onlar yine, “Aha işte şurda,” dediler. Oraya gittik.
Peder, boş duran döveni göstererek, “Ben hep buna biner, döner dururdum,” dedi. “Belki de ağırlık olsun diye anam beni buna bindirirdi. Ama ben de çok hoşlanırdım doğrusu.”
Köylüler, Ahmet, Mehmet, Yusuf, İsa… Pedere baktılar, sonunda baklayı ağızlarından çıkardılar: “Yine binmek istersen, hemen hazırlarız,” dediler. “Bin işte.”
Biri öküzleri getirdi, biri döveni öküzlere bağladı. Derken peder de ceketini çıkardı, bindi dövene. Elinde bir dal, “Deh!” dedi, öküzler yürüdü, döndüler, döndüler, döndüler. Peder o anda altı yaşındaydı. Öküzler gidiyor, o dövene oturmuş, bizim gördüğümüze göre dönüp duruyordu. O eski günlerdeki gibi anası kim bilir ne zaman, “Artık yeter” diyecek, “Gel buraya” diyecek… O dönüyor, altı yaşındaki babam, Ahmetler, Mehmetler bakıyor, ben de. Belki yarım saat, belki de daha çok.
Sonunda öküzler ağırlaştı, peder dövende ayağa kalktı, öküzleri durdurdu. Aramıza döndüğünde gözleri yaşlıydı. Kim bilir özlediği daha ne kadar çok şey vardı, artık geri gelmeyecek olan eski çocukluk günleri gibi. “Ya, altı yaşındayken işte böyle dönerdim dövenin üstünde,” dedi.
Karanlığa yakın bir zamanda ayrıldık Yaycı köyünden. Herkesle vedalaştık. İki-üç kilometre kadar uzaklaşmıştık ki, babam arabayı durdurdu. “Dur da köye bir uzaktan bakalım,” dedi. Arabadan indi, ben de indim. Baktı, baktı tepenin altındaki köye, anasını mı aradı, babasını mı bilmem. Sonra birden bana dönüp, “Gidelim,” dedi. Şebinkarahisar’dan Suşehri-Sivas yolunu tuttuk. Sivas’tan da ver elini İstanbul.
Memnundu, eczanesine gelen her dosta köyünü anlatıyordu. İçine başka türlü bir yaşama isteği gelmişti sanki.
Bir gün bana, “Baksana be…” dedi, “Köye gittik, çeşmesinden su içtik, adamlarla konuştuk, dövende döndük, ayranlar içtik, hepsi iyi ama bir şey unuttuk. Hem de en önemlisi oydu. Unuttum işte.”
“Nedir o?” diye sordum.
“Ne olacak, yemişler,” dedi, “Dut kurusu, pestil, kayısı… Bunları cebime doldurur boyuna yerdim, hem de çok severdim. Alıp da getirmeyi unuttuk. Hem anımsıyorum, İstanbul’a okula gelmek için köyden ayrılırken anam bir torba içinde bu yemişlerden vermişti bana. Yol boyuncu yemiştim.”
“Boş ver,” dedim, “Seneye gideriz, istediğin kadar yersin.”
Ters ters bana baktı. İçinde bir eksiklik vardı. Bunu anladım.
Dut kurusu, pestil, kuru yemişler… Peder öldü. Ama köyünü gördükten, suyunu içtikten sonra. Cenazeye gitmek için evde bekliyordum. Şimdi rahmetli olan şair dostum Nevzat Üstün de vardı. Cenaze töreni ikide başlayacaktı. Daha yarım saatten fazla vakit vardı. O sırada kapı çalındı, gidip açtım. Kapıda iki kişi duruyordu, ellerinde büyükçe bir tahta kutu vardı. Yüzlerini tanır gibiydim.
“Buyrun?” dedim
“Dacat Güler beyi arıyorduk,” dediler, “Bunu kendisine getirdik, Yaycı köyünden, Şebinkarahisar’dan.”
Anımsadım. Bunlar pederin köyündeki köylüler, bize ayran verenler, döveni harman yerine getirip öküze koşanlar, Ahmetler, Mehmetler, Yusuflardı. Belki adlarını şimdi anımsamıyorum, belki ne Mehmet ne Yusuf, ama onlar, onlar işte. Pederin köylüleri. Şaşırdım, içeri aldım.
“Peder öldü,” dedim, “Şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin, yer yakın.”
Şaşırmışlardı. Bir sessizlik oldu. Kutuyu açtım. İçinde dut kurusu, pestiller, kuru yemişler, hem de bol bol. Şaşırdım.
Sözü onlar aldı: “Dacat bey bizim köylü. Geldi gezdi ama yemişini almadan döndünüz. Biz de İstanbul’a geliyorduk, yemiş getirelim dedik. Kısmet değilmiş…”
Nevzat da ben de ne diyeceğimizi bilemedik. Pederin sözleri geldi aklıma: “Gittik, gezdik, suyunu içtik de, dut kurusunu, pestilini, yemişini yemeden döndük.”
Artık cenazeye gitme zamanı gelmişti. Üç küçük naylon torba buldum, iki-üç avuç dut kurusu, birkaç parça pestil, biraz erik kurusu… Hepsini naylonların içine doldurdum. “Hadi, gidelim,” dedim. Yemişleri peder gömülürken tabutuna koydum. Köylüleri ona özlemini çektiği yemişleri getirmişlerdi.
Ara sıra pederi ve köyünü anımsayınca ya da Anadolu’nun herhangi bir köyünün yakınından geçerken, hep gözümün önüne harman yerinde dövenin üstünde dönüp duran babam gelir.