Nahid Sırrı’nın Saray Hikâyeleri

Nahid Sırrı, 1945-1960 yılları arasında Osmanlı Hanedanı ve devlet adamlarına dair üç yüze yakın yazı kaleme alır. Daha doğrusu, şimdilik bu kadarı bulunabildi

21 Şubat 2019 10:30

Nahid Sırrı’nın Osmanlı’ya ilgisi yazı hayatının başlangıcına, yani 1920’lere dayanır. Bilinen ilk öyküsü olan “Kin” bile bir Osmanlı padişahını, Üçüncü Osman’ı anlatır. 1928 yılının temmuz ayında Resimli Hikâye’de yayımlanan “Bebekleriyle Oynamayınca” öyküsü ya da yine Ekim 1928’de Resimli Perşembe’de tefrika edilmeye başlanan Kösem Sultan novellası Osmanlı sarayını ya da saraya yakın insanları merkeze alır. 1933 tarihli Fransızca novellası Colere de Sultan’da Dördüncü Mehmet (Avcı) öykünün baş kişisidir. “Kanlıca’nın Bir Yalısında”, Sultan Hamid Düşerken ve pek çok eserinde saraylılar, saraya yakın insanlar vardır.

Yüzünü düne dönen Nahid Sırrı

1895’te doğan yazar Osmanlı’yı idrak etmiş, Abdülhamid’in çevirmeni olan babası sayesinde saraya yakın olmuştur. Veliahtlarla arkadaşlık edecek, onlarla Avrupa’yı gezecek kadar yakındır Osmanlı Hanedanı’na.

Sonrası malum… Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı derken, Osmanlı Devleti yıkılır, saltanat ve sonra hilafet kaldırılıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulur. Nahid Sırrı 1924’ten itibaren, yani neredeyse Cumhuriyet’le beraber yazmaya başlar.[1] Osmanlı’ya doğmuş ama kendisini Cumhuriyet’in içinde var etmeye çalışmıştır. Sergüzeştlerini anlatıp duracağı, hilafetin kaldırılmasıyla sürgüne yollanan Osmanoğulları gibi bu yeni şartlara alışmakta zorlanacak, fakir düşecek ama var gücüyle, yazarak direnecektir.

Yazarak direnecektir diyorum ama yazdıklarını bastırmak da kolay olmayacaktır onun için. Hem de hiçbir zaman. 1924-1960 yılları arasında neredeyse durmadan, ara vermeden yazacak ama yazdıklarının çok azının kitaplaştığını görebilecektir. Sadece adını bildiğimiz ama tozlu gazete ve dergi ciltleri arasında kalmış romanları, öyküleri, yeri izi bulunabilenleri tabii, ölümünden çok sonra kitaplaşmıştır.

Yani Osmanoğulları gibi o da tutunamamış, kendini var edememiştir tam olarak.

Bu yüzden, bu yalnızlık, kıymeti bilinmezlik ve sanırım mutsuzluk içinde Osmanlı’ya tutunması hayret uyandırmamalıdır. Özellikle de Ankara’da yaşadığı ve devlet kurumlarında, memuriyetle, çeviriyle geçirdiği yıllardan, yani 1945 yılında İstanbul’a kesin dönüş yaptıktan ve yalnızca kalemiyle geçinmeye başladıktan sonra.

Tanin’de, 1943-47 yılları arasında yazdığı yazıların başlıklarına bakmak bile yeterlidir. “Eski Şeylere Dair”, “Düne Ait Çehreler Etrafında”, “Hatıraları Beklerken”… Biraz daha genel bir söyleyişle yüzünü gitgide geçmişe dönecek, günün değil, dünün içinde yaşamaya başlayacaktır. Ahmet Haşim’in “Tahattur” şiirinde kaleme getirdiği gibi, bu sönen, gölgelenen dünyada ona bir zevk-i tahattur kalacaktır. Ve büyük bir oranda ailesini, anılarını ve Osmanoğullarını yazacaktır.  

Tabii, bu kadar romantize ederken şunu da atlamamalı: Uzun, çetrefil cümleleri, unutulmaya yüz tutmuş kelimelerle dolu dili yüzünden -buna tematik tercihleri de eklenince- kolay okunur veya popüler olmaktan çıkan roman ve öykülerini bastırmakta, oyunlarını sahneletmekte, hatta gazete ve dergilerde tefrika ettirmekte zorlanan yazar gitgide kurmacadan uzaklaşacaktır. Tam da bu sırada tarihî fıkra ve makaleleri rağbet görecek[2], edebiyatçı Nahid Sırrı’nın yerini edebî soslu tarihî metinler kaleme alan bir Nahid Sırrı alacaktır. Yani tarihî yazılar Nahid Sırrı’nın geçim kapısıdır da.[3]

Nahid Sırrı’nın "opus magnum’u 

Nahid Sırrı, 1945-1960 yılları arasında Osmanlı Hanedanı ve devlet adamlarına dair 300'e yakın yazı kaleme alır. Daha doğrusu şimdilik bu kadarı bulunabildi.

Sanırım bin sayfayı hayli aşan bir kitapta toplanabilecek bu yazılar, hadi bir isim de verelim, Nahid Sırrı’nın bu yazılardan ikisinin[4] başlığında kullandığı gibi Saray Hikâyeleri diyelim… Saray Hikâyeleri -basılmış, tefrika olarak gazete ve dergi sayfalarında kalmış neredeyse tüm eserlerini okumuş biri olarak söylüyorum- Nahid Sırrı’nın opus magnum’u, en büyük ve değerli mirasıdır.

Bu mirası bir araya getirmek kolay olmadı. Zira tek bir dergi ya da gazete değil söz konusu olan. Tanin, Tasvir, Hakikat, Akın, Hürriyet, Milliyet, Dünya, Vatan, Akşam, Vakit, Türk Sesi ve Havadis gazeteleriyle Büyük Doğu, Resimli Tarih Mecmuası, Tarih Dünyası, Yeni Tarih Dünyası, Türkiye Haftası, Ayda Bir, Resimli Hayat, Tarih ve Coğrafya Dünyası ve Altın Kitap dergilerinde Nahid Sırrı’nın “Saray Hikâyeleri”ne rastladım. Sanırım zaman içinde yeni gazete ve dergi isimleri de bu listeye eklenebilir, hatta eminim ki eklenecektir.

Bu yazılar kabaca üçe ayrılabilir. Osmanoğullarını, yani padişah ve şehzadeleri anlattığı, merkezinde erkeklerin yer aldığı yazılar, saray kadınlarının başrolünde olduğu, evlilik ya da kan bağıyla bağlı bulundukları erkeklere göre tasnif ve tavsif edilen bu kadınları ele alan metinler ve hanedan üyesi olmayan, vazifeleri gereği saraya yakın vükela, vüzera ve diğer hizmetlilere dair olanlar.

Bu yazılardan çok azı, iki kitapta, 1989 tarihli Abdülhamid’in Haremi ve 2002’de yayımlanan Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar’da okuyucuya sunuldu. Hiç yoktan iyi olmakla beraber, bu neşriyat yetersizdir. Nahid Sırrı’nın telifini elinde bulunduran Oğlak Yayınları’nın tüm bu yazıları belki hepsi bir arada, belki de mantıklı bir tasnifle ciltlere ayırarak basmasını dilerim. Bu, tarih yazıcılığı ve edebiyatımız adına değerli bir çalışma olacaktır. 

Saray Hikâyeleri’nin önemi

Saray Hikâyeleri’ni birkaç açıdan önemli buluyorum. Öncelikle Nahid Sırrı gibi üslûpçu, nevi şahsına münhasır bir kalem tarafından yazılmış metinler bunlar. Dahası, yazarın kurmacadaki kıvraklığı ve ustalığı da kendisini gösteriyor hemen her birinde. Yani Osmanlı Tarihi deyince aklımıza gelen savaşlar ve anlaşmalarla değil de daha çok ayak kaydırmalar, tuzağa düşürmeler, evlenmeler, aldatmalar ve boşanmalarla, ardı ardına dizilen kuru olaylardan ziyade insanî zaaflar, dramlar ve hırslarla ilgileniyor Nahid Sırrı.[5] Ele aldığı şahsiyetleri derinlikli karakterler hâlinde sunuyor okurlarına. Dahası, roman ve öykülerindeki gibi haris, karanlık, son derece hesapçı ve hatta yer yer sevgisiz bir hanedan ve saray çıkartıveriyor karşımıza.

Bu metinlerin bir diğer önemi o güne değin tarihçilerin isimlerini yazmayı dahi akıl edemediği, önemsemediği pek çok kadın ve adamın ilk defa onun yazılarında isimlenmiş, ete kemiğe bürünmüş olması. Zira saraya mensup bir ailede, saray hikâyeleriyle büyümüştür Nahid Sırrı. Yani bu insanların pek çoğunu kendi gözleriyle görmemiş olsa da görmüş kadar tanımakta, bilmektedir. Zaten Osmanlı Hanedanı’na dair metinlerinin birinci kaynağı da budur. Anne babasından, aile çevresinden duydukları, yani saray dedikoduları…

Nahid Sırrı’nın ikinci kaynağı bilfiil saray kadınlarıdır. 1952 yılında çıkan bir yasayla sürgünden dönmelerine izin verilen Osmanlı Hanedanı’na mensup bu kadınlarla paha biçilmez bir “sözlü tarih” çalışması yapmış, onları ziyaret edip daha önce kayda geçmemiş pek çok bilgiyi birinci ağızdan almıştır. Ölümü üzerine Kim dergisinde çıkan bir yazıda “Son yıllarını yurda dönen hanedandan yaşlı kadınları ziyaret etmek, notlar toplamakla geçirmiş,” olduğundan bahsedilmektedir.[6]

Selim İleri’nin Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver romanındaki Cemil Şevket gibi Nahid Sırrı’yı da saray kadınları arasında, bir çay saatinde görür gibi oluyorum. Etrafına topladığı çoğu yetmişi devirmiş kadınların ağzından ölmüşlere yahut küs olup da davete icabet etmeyen diğer saraylı hanımlara dair laf almaya çalışan, arada bir alaycı tavrıyla havayı elektriklendiren bir yazar. 

Kendisi de örnek veriyor bu alaycı, çam deviren hâllerine. “Abdülmecid’in pek sayın ve aydın bir hafidesiyle birlikte II. Mahmud’un ve Abdülmecid’in kızlarıyla annelerini noksansız tespite çalıştığımız sırada ‘Ya bunların hepsi yaşasalardı ne olurdu?’ diye gayri ihtiyari sorduğumu ve bu zarafetsiz sualime küçük bir dehşet sesi ve jestiyle mukabele edildiğini kaydetmeliyim.”[7]

Nahid Sırrı’nın yazılarının üçüncü kaynağı da gazete ve Osmanlı arşivleridir. Arşiv Umum Müdürlüğü’ne ait bazı evrakı vazifeli bir memur sıfatıyla karıştırdığı sırada mektuplarla, gizli kalmış yazışmalarla karşılaşır, hemen gazete arşivlerine gidip resmî ilanlardan aslını astarını araştırır ve yazmaya girişir.

Böylece o güne kadar bilinmeyen, ele alınmayan pek çok şahsiyeti, ayrıntıyı, olayı, dedikoduyu okuyucuya sunmuş olur. Hem de yukarıda da altını çizdiğim gibi, tüm bu eşhas ve hadisat Nahid Sırrı’nın kendine özgü kaleminde yeniden, sil baştan şekillenmiştir.

Sözü daha fazla uzatmadan, sizleri Saray Hikâyeleri’nden bir örnekle baş başa bırakıyorum.

Dolmabahçe Sarayı’nda Bir Facia[8]

Kadınlara karşı zaafı büyük birader ve selefi Abdülmecid’in göstermiş olduğu marazi nispetleri bulmamış olan Abdülaziz, doğumu resmen cülûsunda ilan edilen tek çocuğunun, müstakbel veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’nin annesi olan bir tek zevcesi bulunduğu halde tahta çıkmıştır ki, bu kadın da bütün saltanatı müddetince ‘başkadın’ unvanını taşıyacak olan Dürnev Kadın’dır. Sultan Abdülmecid zamanında altıya erişen kadınefendilerin bütün kadrosu ilk yıl işte bu Dürnev Kadın’a inhisar etmiş, şu kadar ki saltanatın ikinci yılında bir başka cariye padişaha ikinci bir şehzade verince o da ‘ikinci kadın’ paye ve unvanını ihraz etmiştir. Şehzade, babasının saltanatı esnasında ve yaşı henüz on ikisinde var yokken bahriye ferikliğine erişip II. Abdülhamid devri ortalarına doğru, evladı dünyaya gelmeden ve henüz otuz yaşına varmadan ölen Mahmut Celaleddin Efendi, kadınefendi ise Edadil’dir.

Edadil Kadın, Abdülaziz’in ablası ve II. Mahmud’un en uzun ömürlü kızı Adile Sultan tarafından Hayrandil isimli bir başka cariye ile birlikte ve büyük bir itina ile yetiştirilerek verilmiş bir cariyeydi ve sultan bu iki cariyeyi biraderine cülûs hediyesi olarak takdim eylemişti. Edadil, güzelliğinin efsanevi hadlere vardığından bahsedilen ve halife Abdülmecid Efendi’nin annesi olan Hayrandil derecesinde belki güzel değildi. Fakat ya daha yetişkin olup daha önce iltifatı hümayuna mazhar olduğu için yahut da Hayrandil’in malum olan ilk çocuğu Nazıme Sultan 1866’da dünyaya geldiğine göre, bundan dört yıl önce bir şehzade dünyaya getirdiğinden dolayı, ikinci kadınlık kendisine tevcih edecek, Hayrandil Kadın’a ancak üçüncülük nasip olacaktı.

Bu ikinci kadınefendi ruhu serazat ve mizacı pek ateşin bir kadındı. Galiba çabuk semen de getirdiği için Sultan Abdülaziz’in teveccüh ve iltifatını muhafaza edemeyecek, kadere boyun eğip haremi hümayundaki dairesinde bütün şefkat ve alakasını oğluna hasredip iltifatı hümayunun -gittikçe nadir tecelli eden- tezahürlerini bekleyerek ve bunlarla iktifa ederek yaşamaya da katlanmayacaktı.

Edadil Kadın Kapalıçarşı’nın güzelliği hâlâ dillerde dolaşan ve ‘Küçük fesli’ diye anılan Ermeni tezgâhtarıyla sevişmeye başladığı gibi iltifatını bu tezgâhtara hasretmeyerek Serasker Hüseyin Avni Paşa ile de -kuvvetle iddia edildiğine göre- daha Âli Paşa sadaretinde bir macera tesis edecekti. Müverrih Abdürrahman Şeref Efendi’nin âyan ve vükelâdan bulunmasına rağmen, “Abdülaziz’in vefatı katil mi, intihar mı?” isimli makalesinde Hüseyin Avni Paşa’nın münasebet tesis etmiş olduğunu yazmaktan perva etmemiş olduğu kadınefendi işte bu Edadil’dir. Ve Abdülaziz’in öteki haremlerinin hatıralarını mümkün bir ithamdan kurtarmak üzere bu kadınefendinin hüviyetini artık müphemiyet içinde bırakmamakla bir hayır işlemiş olduğuma kaniyim.

Hüseyin Avni Paşa, Sultan Aziz’den on iki yaş kadar büyük olmakla beraber -görenlerden de bizzat duyduğuma göre- sarışın, çakır gözlü, yakışıklı ve gürbüz bir adamdır ve padişah tarafından ihmal edilmeyi affedemeyen kadınefendi adını şimdi bir türlü hatırlayamadığım Frenkçe bir kitapta gördüğüm pek tuvaletli bir resmini, iddiaya göre bu paşanın şerefine gizlice çıkartmış ve Sultan Mecid’in birkaç kızından sonra fotoğrafını çıkartmak cesaretini gösteren ilk kadınefendi olmuştur. Böyle şeyleri en son kocalar duydukları için macerayı herhalde Sultan Aziz duymamış olacaktır. Fakat ari bir çapkın olan ve rivayete göre Isparta eşrafının bir uşağından dünyaya gelmiş bulunan Hüseyin Avni Paşa, aynı zamanda selamlık resimlerinde bütün saray kadınlarına işaretler etmek ve söz atmak ithamı altında bulunduğundan padişah kendisini sürmek isteyecek, muhakemesiz adam sürmenin Tanzimat hükümlerine mugayir bulunduğunu söyleyip Ali Paşa keyfiyeti reddedecekse de vefatıyla Mahmut Nedim sadarete geçer geçmez Edadil’in sevgili paşası, rütbesi alınıp memleketine sürülecektir. Kaldı ki, kadınefendi için de serasker paşa ciddi bir gönül bağı değil, sadece bir maceradır ve kendi dairesinde hür ve iltifattan mehcur yaşayan Edadil, Isparta’ya sürülen sakallı paşanın matemini tutacak değildir. Yeni maceralarından biri de bir gün dairesi halkına ölüm dehşetleri tattıracak ve nihayet, 1875’te, yani hal’den bir yıl önce, bir başka macerası o zaman için yaşını başını almış, yani otuz beşlere erişmiş bulunan ıslah kabul etmez kadınefendinin hayatına mal olacaktır.

Dairesi halkına ölüm dehşetleri tattıran keyfiyet bir gün, hiç beklenmedik bir sırada, musahiplerin getirdikleri bir müjdedir. Sultan Abdülaziz Han akşam yemeğini ikinci kadınefendi dairesinde yiyeceklerini tebşir ettirmektedirler. Fakat ikinci kadınefendi, dairesini tebdil olarak terk etmiş ve felekten bir gece çalmaya gitmiş bulunmaktadır. En yakın cariyeleri bu felekten çalınan gecelerin geçtiği yere haber ulaştırıp şişman kadınefendiyi alı al moru mor bir halde dairesine getirinceye kadar kendilerine dakikalar birer saat, birer asır gelecek, Edadil vaktinde yetişip ve belki vücudundan memnu buselerin izlerini dehşetle silip teşrif-i hümayun saatini bekleyecek, kendini dünya üzerindeki Allah gölgesinin, resmî ifade ile zıllullah filâlemin iltifatına saadetten ve iftihardan gaşyolmuş bir halde takdim edecektir.

Fakat başka bir macera çok çok daha elim bir şekilde, az önce dediğimiz gibi Edadil’in ölümüyle nihayet bulmuştur. Kadın, padişahın aylardan beri iltifatını ihsan etmemekte bulunduğu bir sırada hamile olduğunu hisseder. Keyfiyeti anlamakta belki gecikmiş, belki de bir iltifatı hümayunun her şeyi halledebileceğini umarak bir müddet musahiplerin ani bir müjde ile gelmelerine intizar etmiştir. Fakat şişmanlığı hangi maceranın mahsulü bulunduğu meçhul olan gebeliği henüz açığa vurmamakla, rezaleti meydana çıkarmamakla beraber, bir gün gelir ki, Edadil artık musahiplerin ziyaret-i hümayunu müjdelemeleriyle de işin halledilemeyeceğini, karnında gittikçe büyüyen bebeği Sultan Aziz’e mal etmenin artık kabil olamayacağını takdir eder ve her sırrının aşinası ve örtücüsü olan kadınlarıyla bir istişare neticesinde, şehirden bir ebenin gizlice saraya sokulmasına, bebeğin düşürülmesine karar verilir.

Getirilen ebe çocuğu düşürmeye muvaffak olur, fakat müthiş bir seyelan-ı dem neticesinde kadınefendi ruhunu teslim eder. Herhalde Valide Pertevniyal Sultan gelininin nasıl öldüğünü öğrenmiş olsa gerektir; fakat hal’ tehlikesini bile aslanının üzülmemesi için bildirmeyen bu yaşlı ve müstebit ruhlu kadın gelip gelinin yüzüne ölüm döşeğinde tükürmüş olsa bile, keyfiyeti oğlundan ve o sırada on bir yaşında bulunan torunundan gizlemiş olacaktır.

Sultan Aziz’in, fazla bir teessür ve tecessüse kapılmadan ikinci kadının ölümünü öğrenmiş bulunduğuna hükmedebiliriz. Sağlığında ölen bu yegâne hareminin II. Mahmud Türbesi methalindeki odaya gömülmesi hususunu irade edecek, cenaze merasimi tekellüflü olacak, bir sene sonra da Edadil’in sevişmiş olduğu Hüseyin Avni’nin kininin kurbanı olarak kendisi de aynı türbede, babasının türbesinde, son uykusunu uyumaya gelecektir.

İlave edelim ki, Edadil’in ölümü, Hüseyin Avni Paşa’nın seraskerlik inzimamıyla sadaret makamını işgal etmiş bulunduğu bir sene ve iki aylık zamana tesadüf etmektedir.

 

[1] Belki 1924’ten de öncesi vardır. Zira 1924’te yayınlanan “Kin” öyküsüne bir dipnot eklemiş ve “Bu hikâyeyi ilk önce Fransızca Jurnal Doryan’da neşretmiştim. Manasını alt üst eden birkaç tab hatası beni Türkçeye nakline sevk etti,” demiştir Nahid Sırrı. Ne yazık ki Journal D’orient’ın 1920’li yıllardaki arşivi Türkiye’de hiçbir kütüphanede yok. Bu yayının en azından 1923-24 yıllarının taranması Nahid Sırrı’nın yazarlık kariyerinin başlangıcına dair yeni bilgilere ulaşılmasını sağlayacaktır.

[2] Bunu, tarihî fıkra ve makalelerinin çokluğundan dolayı söyleyebiliriz sanırım.

[3] Aynı süreçte radyo oyunları yazmaya da ağırlık verecektir. Zira oyunları da İstanbul Radyosu’nda seslendirilmektedir. Kızlarağasından İstimdat, Merhumları Rahat Bırakın, Bir Zamane Ailesi, Prensesler Bekleniyor, Bir Roman Hazırlanıyor, Dimyat’a Pirince Giderken, Dertli Kaymakam ve Hamileri gazetelerde yayınlanan haftalık radyo programlarından adını saptayabildiğim oyunlar. Ne mutlu ki tüm bu oyunların, hatta daha fazlasının metinleri Şehir Üniversitesi’ndeki Taha Toros Arşivi’nde yer alan Nahid Sırrı Terekesi’nde yer almakta.

[4] “Yakın Tarihten: Saray Hikâyeleri”, Tarih ve Coğrafya Dünyası, sayı: 1, Nisan 1959 ile “Eski Saray Hikâyeleri”, Vatan, 10 Ağustos 1959

[5] Bunda dönemin popüler tarih dergilerine ve günlük gazetelerine yazıyor oluşunun da etkisi vardır mutlaka. Ahmet Refik Altınay’dan itibaren gazetelerde tefrika edilen tarihî roman ve etüdler okuyucunun ilgisini çekecek, merak uyandıracak şekilde kaleme alınmaktadır.

[6] Kim, 26 Ocak 1960

[7] “Sultan Mecid’in Yirmi Bir Kızı”

[8] Ayda Bir, sayı: 37, Temmuz 1955