“Mutlu olmak politik bir edimdir”

Arundhati Roy için masallar politik bir alet, edevat. Ama o, yarattığı masallarda prenses olmadığını söylüyor, çünkü sessiz kalmanın da politik bir şey olduğunu, sessizleştirilen, duyulmayan hikâyelerin olduğunu biliyor...

26 Ekim 2017 14:00

“Kitap yazmak bir görme, düşünme biçimi. Bir dua, bir şarkı”

Arundhati Roy

Arundhati Roy'un, ilk kurmaca kitabı Küçük Şeylerin Tanrısı (God of Small Things) yayımlanalı 20 sene oldu. Hatta geçtiğimiz Mayıs ayında kitabın Türkçe dilinde 17’nci baskısı yayımlandı. Küçük Şeylerin Tanrısı, bundan önce yazdığı iki film senaryosunu saymazsak Roy’un Hindistan'da ve İngilizce konuşulan ülkelerde adının duyulmasını sağlayan ve sonrasında onu tüm dünya ile buluşturan ilk eseri oldu. 1997 yılında Man Booker Ödülü'nü kazanan kitap, pek çok dile çevrildi ve Arundhati Roy'un popüler bir figür olmasını sağladı. Fakat Roy, arkasına pek çok kapitalist şirketin sponsorluğunu alarak endüstrileşmiş yazın dünyasının ona vadettiklerini ya da vadedebileceklerini kabul etmedi. Kendisine, sonuna pek çok sıfırın iliştirildiği yüksek meblağlarda para sunulması karşılığında başka kurmaca kitap yazmayı seçmedi. Aksine kurmaca yazınını kurgulayacağı o dilin, kurmacanın onu seçmesini istedi.

Arundhati Roy, ilk romanının ardından rotasını makalelere, Hindistan'ın içinde bulunduğu politik koşullar üzerine kurmaca dışı yazılar yazmaya çevirerek aktivizme ağırlık verdi. Hindistan'daki siyasî yönetim, nükleer silahlanma, kapitalizm, ekoloji üzerine politika yaptı ve aslında hâlâ da yapmaya devam ediyor. Dağılmış Cumhuriyet, Çekirgeleri Dinlemek, Kapitalizm: Bir Hayalet Hikâyesi, Sonsuz Adaletin Muhasabesi, Sokaktaki İnsanın İmparatorluk Rehberi, Ya Çek Defteri Ya Cruise Müzesi yazdığı makaleler ve kurmaca olmayan kitaplardan bazıları.

Küçük Şeylerin Tanrısı, Arundhati Rıoy, Çev.: İlknur Özdemir, Can YayınlarıAma bunun anlamı, kurmaca yazıyorken politik bir insan olmadığı, kurmaca yazınının politikadan azade olduğu asla değildi. Aksine, Roy'a göre Hindistan ve Keşmir'de yaşananlar makaleyle değil, ancak kurmacayla anlatılabilirdi. Roy, bunu da makale yazımının gerektirdiği aciliyetin aksine kurmacanın zaman isteyen ve katmanlı yapısına bağlıyor.

Yirmi senenin ardından Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nı (The Ministry of Utmost Happiness) yazmak aklına nasıl düşmüştü Roy'un? Aslında “illâ şunu yazmalıyım” diye kitap yazmaya başlamadığını anlatıyor, Roy. Ailevi ilişkilerle kapalı bir hayatı olmayıp dünyayla ve pek çok şeyle geçirgen bir ilişkisi olmasının, yazın konusunda deneysel şeyler yapması için kendisine alan açtığını belirtiyor. Acele etme gibi bir sorumluluğu olduğunu hissetmeden, çevreyi gözlemleyerek, kendi derdiyle harmanlayarak.

Roy, Hindistan'da bulunan o kadar yazarın kast sistemine1 değinmeden eserler vermesini oldukça şaşırtıcı buluyor. Yani kurmaca eserlerinde politik konular üzerinden bir hikâye yaratması ya da yarattığı hikâyenin geliştikçe Hindistan'daki politik ortamla çevrelenmesi ne bir rastlantı ne de Roy'un bir “tercihi.” Roy için bu bir sorumluluk. Hindistan'da Jaipur Edebiyat Festivali'ne kötü şöhretli bir maden şirketinin sponsor olması sebebiyle o festivale katılmamak gibi, ilke sahibi biri olmasının gerektirdiği bir konu. Ama Roy'un bu politik ve ilkeli duruşu, hayatına antikapitalizmi, dayanışmayı entegre etmeye çabalamasındaki inanç, “en etik/ en ahlaklı” insan olma gayesinden gelmiyor. Aksine bu iki durumu birbirinden ayırmakla kalmıyor, ikincisinin bir otorite, iktidar kurucu pozisyonda olduğunun farkında. “Ben sütten çıkmış ak kaşık değilim, herkes gibi çelişkilerim ve sorunlarım var. Gandhi gibi biri değilim...”

Kast ve otoriter devlet sistemine karşı “mutlak mutluluk”

“Küçük şeyler önem arz eder” der, Roy, “Küçük şeylerin birikmesi büyük şeyleri meydana getirir.” Küçük Şeylerin Tanrısı, işte bu fikirle ortaya çıkar. Küçük gibi görünen şeylerin nasıl büyük tesirleri olduğu gerçeğinden hareketle kaleme alınır. Tutkuyla, arzuyla birbirlerini ve kendilerini keşfeden ve her keşfedişte, sevişmede toplumun genel ahlakçılığına, ataerkisine ve kast tapıcılığına kafa tutan iki bedenin birbirlerine yeten hâllerinin gittikçe büyümesi. Birbirlerini davet ettikleri küçük dünyalarının aile kurumuna ve topluma verdiği “rahatsızlık”ın gittikçe büyümesi.

Küçük Şeylerin Tanrısı, Roy'un yarı otobiyografik bir eseri. Kendi ailesi üzerinden Hindistan'ın “özel- kamusal” alanlara sirayet eden politik pozisyonuna dair, şiirsel, kendine has hikâye anlatıcılığı ve kalemiyle, eleştirel bir roman. Zamanını bilmediğimiz bir masal gibi. Ama Hindistan'ın politik arkaplanını referans alarak, bir aile üzerinden politik bir kurmaca roman çıkarıyor, Roy. Estha ve Rahel isimli kardeşlerin, ebeveynlerinin ayrılması ve sonrasında annelerinin ölmesi sebebiyle onca yıl ayrı kalmalarından sonra tekrar bir araya gelmelerini geçmişe dönüşlerle konu alıyordu, Küçük Şeylerin Tanrısı. Cennet Turşuları ve Konserveleri fabrikası kurucusu Hindu bir ailenin kızı olan Ammu ile yanlarında çalışan bir işçi ve dokunulmayan2 olan Velutha'nın yasak ama karşı koyamadıkları tutkularının, Hindistan'ın kast sistemine, ataerk ve genel ahlakçı aile, anne- kız, eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkilerine izdüşümünün çarpıcı hikâyesi konu ediliyordu. “Özel” alanın konusu olarak görülen bir hikâyenin nasıl politik bir argümantasyon yaratacak güçte toplumsal, sınıfsal, cinsiyet rejimine sirayet ettiğini Roy'un büyülü, sürükleyici, bilinç akışıyla yoğunlaştırdığı sembolik hikâye anlatımıyla gösteriyordu.

Mutlak Mutluluk Bakanlığı da buna benzer bir anlatıma ve konuya sahip. Özellikle Hindistan'da gelenekselleşmiş kast sistemi ve Keşmir isyanı üzerinde yoğunlaşan hikâyede, Küçük Şeylerin Tanrısı'ndan farklı olarak Hindistan'daki toplumsal olaylar daha odakta olup bireysel hikâyeleri şekillendiriyor. Yani bir önceki kitapta odakta olan bir hikâyenin sirayet ettiği toplumsal sorunları ayyuka çıkarmak yerine son kitapta toplumsal olaylar şemsiyesinin altından hikâyeler teker teker çıkıyor, birbiriyle kesişiyor ve ayrılıyor gibi.

Roy'un kurmaca kitaplarını bu kadar dikkat çekici yapan, büyüleyici ve son derece başarılı hikâye anlatıcılığı olduğu kadar tabulaştırılan konuları eleştirmesi. Kurmaca yazınının bu eleştirilerin etkisini artırdığını düşünüyorum. Bu hikâyeler vasıtasıyla bu eleştiriler üzerine düşünmeye başlamamız ve bu eleştirilerin bizim payımıza düşen gerçekliğiyle yüzleşmemiz son derece muhtemel. Roy, makale yazımında tuzağına düşülebilecek, üstten, ders verir gibi bir dil ve üslup kullanımını, kurmaca yazınıyla tamamen elemiş oluyor. Küçük Şeylerin Tanrısı'nda iki kardeş arasındaki cinsel yakınlaşmayı ve etkileşimi kaleme alan Roy, “toplumun ahlakını tehdit ettiği” düşüncesiyle hedef hâline gelmişti. Şu an bile hâlâ doğru bir şekilde tanımlandığını düşünmediğim, direkt hiyerarşi ve iktidar eşitlenmesiyle cinsel istismar olarak damgalanıp stigmatize edilen ensesti, Roy insanları kıstıran önemli bir toplumsal sorun olarak betimlediği “genel ahlak” eleştirisiyle anlatıyordu, Küçük Şeylerin Tanrısı'nda. Ensest hâlâ toplumda bir tabu. Ve Roy, kitabında bunun da altını çizerek, ensesti konuşulmaz kılan genelgeçer ahlakî mekanizmaları okunun hedefine alarak yayını geriyordu, iki kardeş arasındaki cinsel çekim hikâyesini anlatırken. Cinsellik ve şiddet, cinsel istismar arasındaki farkı da toplumun abartı- sıradan olarak birtakım olayları adlandırma ikiyüzlülüğüne ışık tutarak gösteriyordu. Farklı kastlardan insanların birbirlerine ilgi duymasının, iki kardeşin cinsel olarak birbirlerine çekim duymasına karşı abartılı reaksiyonlarla karşılanmasının, aile içinde iki kadının hayatlarındaki erkekler tarafından şiddet ve suistimale maruz kalmasının, oğlan çocuğuna kız çocuğuna nazaran her şeyin hak görülmesinin, bir oğlan çocuğunun tanımadığı bir adam tarafından cinsel şiddete maruz bırakılmasının “sıradan” görülmesi gibi...

Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda ise okunun yönünü Gandhi'ye, onun ululaştırılmasına çeviriyor. Gandhi ile ilgili duyduğumuz bir hikâye var. Bir erkek tarih anlatısı. İşte Roy, kurmaca yazınla, bu anlatıyı yerinden ediyor. Gandhi'nin kast sistemini oluşturması ve onun dâhiyane bir şey olduğunu düşünmesi, ırk ayrımına inanışı üzerinden, kendisinden ezbere bahsedilen “ulu önder, Mahatma” sıfatlarını yerle yeksan ediyor. Kitapta Encüm, Saddam Hüseyin, Doktor Azad Bhartiya karakterleri, Gujarat'ta Müslümanlara yönelik saldırılar, Hicraların Hindistan toplumundaki konumları, Keşmir isyanı gibi durum ve olaylar üzerinden satır aralarında kast sistemini ve Gandhi'yi eleştiriyor, Roy. Yaşadığımız düzen içinde “cesaretle” demek gerekiyor bu duruma maalesef. Ululaştırılan, önderleştirilen, anıtlaştırılan, kahraman olarak addedilen özellikle birtakım adamları, “baba” figürlerini eleştirmek “büyük bir meziyet” çünkü, geçen onca yıla rağmen.

Arundhati RoyRoy her ne kadar yaşadığı toplumu, deneyimini, kendi hayatını yeniden yorumlayarak kaleme döküp hikâyeler çıkarsa da hikâye anlatımı, sınır tanımayan bir özelliğe sahip. Türkiye sınırları içinde yaşayıp kitap üzerinden kendi kültür ve toplumsal yaşamımızın eleştirisini yapabilmemiz son derece mümkün. Türkiye'de Mustafa Kemal'in asla eleştirilememesi gibi. Ya da Hindistan'da 40'lı, 60'lı ve 80'li yıllarda ideolojinin değişmesiyle meydana gelen Hint ordusuyla kendi yaşam alanları için Keşmirlilerin savaşmasını, Bhagalpur isyanlarını, Hindu- Müslüman ayrımının, devlet eliyle  kaybettirilen Müslümanların, Türkiye'deki Kürtlerin özgürlük mücadeleleriyle, Kürtlerin zorla kaybettirilmesiyle örtüşmesini örnek verebiliriz.

Roy, Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda karakterler arasında kurduğu teması, okuyucuyla kitap arasında başarıyla inşa ediyor. Kendisiyle okuyucu arasında geçirgen bir ilişki oluşturuyor. Hindistan'da Maocu direnişçilerle birlikte yaşama ve onların haklarını savunma deneyimini ve yolculuğunu, okurun kendi deneyimi, adalet anlayışıyla buluşturuyor. Bu da okuyucuyu kitaba ve hikâyelere daha çok bağlıyor. Çünkü okuyucu artık sayfalarda binlerce kilometre ötedeki bir ülkenin hikâyesini okumuyor yalnızca.

Roy, “beyaz”olan “Batı”nın oryantalist yorumundan uzak kadın portreleri çiziyor hikâyelerinde. İki kitabında da hikâyenin odağında kadınlar var. “Özgürlük mücadeleleri”, “sol mücadele” kisvesi altında yok sayılmaya çalışılan, anlatılmaya değer bulunmayan, “zaman israfı” olarak düşünülen hikâyeleri anlatıyor. Ama kadınları stereotipleştirmeden, sadece “mağdur” pozisyonuna hapsetmeden, fail olma durumlarını onlardan esirgemeden, kadınlığa dair bir özcü form yaratmadan. Kadınların kendilerini keşfetme, yeniden doğurma, onlara “hak görülen” hayattan başka bir hayat kurma hikâyelerini işliyor.

“Estha'nın tam adı Esthappen Yako idi. Rahel'inki de Rahel. O sırada soyadları yoktu, çünkü Ammu kızlık adına geri dönmeyi düşünüyordu, bir yandan da kocasının soyadıyla babasının soyadı arasında seçim yapmanın bir kadına pek de fazla seçenek tanımadığını söylüyordu.” (Küçük Şeylerin Tanrısı, syf. 54)

İktidar yapılarını deşifre etmekle kalmıyor, toplumda içselleştirilen erkek üstünlüğünü, oğlan çocuğu kutsamasını, annelik kurumu, Hindu-Müslüman ikililiği gibi keşisimsel ve çarpımsal hiyerarşi inşalarıyla ele alıyor.

“Bebek Kochamma Ammu'ya kızıyordu, çünkü kendisinin, yani Bebek Kochamma'nın kibarca kabullenmiş olduğunu düşündüğü bir alınyazısıyla onun savaştığını görmüştü. Biçare, Erkek-siz Kadın alınyazısıyla.” (Küçük Şeylerin Tanrısı, syf. 64)

Roy'un kendi hayatından, geçmişinden yola çıkarak yazdığı hikâyelerin metin aralarında bunu yapması, okuyucuyla daha samimi ve doğrudan bir ilişkilenme kurmasını sağlıyor. Eleştiriler daha hakiki ve etkili bir düzlemde ulaşıyor biz, okuyuculara.

Parçalanmış bir hikâye nasıl anlatılır?”

“Yavaş yavaş hikâyedeki herkese, hayır, hikâyedeki her şeye dönüşerek” diye sorduğu soruya cevap veriyor Roy, Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda.

Gerçekten de, kitapta bu söylediğini harfiyen uyguluyor.

Aslında tek bir parçalanmış hikâyemiz yok, Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda. İki, hatta çok daha fazla... İlk hikâyemiz, Afitap olarak dünyaya gelmiş bir kahramanınki.

“Bir anne kendi bebeğinden ürkebilir mi? Cihanara Begüm ürkmüştü. İlk tepki olarak kalbi sıkıştı ve kanı dondu. İkinci tepki olarak, yanılmadığından emin olmak için tekrar baktı. Üçüncü tepki olarak, bağırsakları kasılır ve bacaklarının arasından ince bir bok sızıntısı sızarken, dünyaya getirdiği şu şey karşısında irkildi. Dördüncü tepki olarak kendini bebeğiyle birlikte öldürmeyi düşündü. Beşinci tepki olarak da tanıdığı şu dünyalarla mevcudiyetini bilmediği başka dünyalar arasındaki çatlağa düşerken, bebeğini tutup kendine yaklaştırdı. Uçurumun karanlığında fırıl fırıl dönerken o zamana kadar emin olduğu her şey, en küçüğünden en büyüğüne her bir şey anlamını yitirdi. Bildiği tek dil olan Urducada her şeyin; sadece canlılar değil, halısından giysisine, kitap ve kaleminden müzik aletlerine her şeyin bir cinsiyeti vardı. Her şey ya erildi ya dişil, ya erkekti ya kadın. Bebeği dışında her şey. Evet, onun gibiler için bir kelime olduğunu -Hicra- biliyordu. Aslında iki kelime: Hicra ve Kinnar. Farklı bir dil iki kelimeden ibaret değildir ki.” (Mutlak Mutluluk Bakanlığı, syf. 21-22)

Mutlak Mutluluk Bakanlığı, Arundhati Roy, Çev.: Suat Ertüzün, Can Yayınları

İşte böyle başlıyor, Encüm'ün hikâyesi. Afitap olarak doğup Encüm olan bir kadının hikâyesi. Encüm interseks trans bir kadın. Yazın dünyasında interseks karakter temsiline de neredeyse hiç rastlamadığımız için bu bakımdan Mutlak Mutluluk Bakanlığı kayda değer bir eser. Encüm'ün doğum hikâyesiyle birlikte cinsiyet/ toplumsal cinsiyet, beden konularının feminist bir perspektiften tartışmaya açıldığını görüyoruz. Zorba akranları, kendisine “erkekliği aşılamaya” çalışan babasının, çocuğunun gerçekliğiyle yüzleşme konusunda zorluk yaşayan annesinin arasından sıyrılıp kapısında bittiği Hicraların yaşadığı yer olan Habgâh'a yerleştiğinde kendini yeniden doğurur ve başka bir hayat evresi başlar onun için. Babası kendisiyle bağını kopardığı için hiç görüşmezler; hatta sokakta karşılaştıklarında bakışıp selamlaşmazlar bile. Encüm, annesiyle ise türbe altında buluşmaya devam eder. Gizli gizli el ele bile tutuşurlar. Roy, Encüm'ün ailesinin ataerk ve heteroseksist yapısını, ailedeki “baba” figürünü ve bu figürün otoritesine anne- kız olarak başkaldırmalarını Hindistan'la sınırlı kalmayan evrensel bir düzlemde aile ve babalık kurumu eleştirisiyle okuyucularına sunar. Kitabı okurken sadece Hicraların hikâyelerini okumayız aslında dünyanın her yerinde hayatta kalma mücadelesi veren trans kadınların hikâyelerini okuyor oluruz.

“Kimse mutlu değil. İmkânsız. Arre yâr (Bak, hey dostum), düşün siz normal insanları mutsuz eden şeyler ne? Yani sen değil, ama senin gibi yetişkinler; onları mutsuz eden şeyler ne? Zamlar, çocukların okul harçları, kocaların dayak atması, karıların aldatması, Hindu- Müslüman ayaklanmaları, Hindistan- Pakistan savaşı; önünde sonunda çözülen dış meseleler. Oysa bizim için zamlar, okul harçları, koca dayakları, karı aldatmaları, hepsi içimizde. Ayaklanma içimizde. Savaş içimizde.” (Mutlak Mutluluk Bakanlığı, syf. 38)

Roy'un toplumsal cinsiyet konularını eleştirel olarak hikâye anlatımında kullanma geleneği ve bu çerçevede hikâye anlatımında “ötekileştirilen” kimliklere ses vermesi, oryantalist ve beyaz anlatısıyla arasına koyduğu mesafe, karakterleri çok daha sahici ve evrensel kılıyor. Onları çeşitli karaktere büründürüyor, tek bir kimlik üzerinden var etmiyor. Habgâh'ta birbirinden farklı ve çeşitli hicralar, cross-dresser'lar var. Orası komün ve getto tarzı bir yaşam alanı, kadınların ve orada yaşayan insanların kendi kurallarını koyarak hayatlarını, kendilerini baskı altında kalmadan ifade edebilecekleri bir yer. Başka bir hayatın mümkün olduğunu gösteren bir yer. Kan bağı ve anne- baba varlığıyla “mükemmel” bir toplumsal kurum olarak addedilen “aile” yapılanmasını başka bir şekilde yorumlayan, toplumun en küçük bu yapısının kurulması için illâ kan bağına yahut anne- babaya ihtiyaç olunmadığını gösteren bir yer. Kitapta “aile” yapısının Habgâh üzerinden de sorgulandığını görüyoruz. Bir tarafta Encüm'ün onu olduğu gibi kabul etmeyen, içinde kendisini gerçekleştiremediği ailesi, diğer tarafta ona bedenini yetiştirmesi için destek olan, hiç tanımadığı insanlarla bir çatı altında yaşadığı Habgâh. Encüm'ün bir cami kapısına bırakılmış bebeği evlat edinmesi de “evlatlık almak” üzerinden yine aynı kuruma dair başka bir tartışmayı ortaya koyuyor. Kitap insanlarla başka bir ailesel ilişkilenmenin başlangıcını, alternatif akrabalık anlayışını gösteriyor.

Habgâh'ta yaşamaya başladıktan bir süre sonra Gujarat'taki çatışmalarda saldırıya uğrayan ama Hicra olduğu için “öldürülürse uğursuzluk getirileceği” düşüncesiyle tesadüfen hayatta kalan Encüm için hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz. Yaşadığı olayla dayanışmanın ne demek olduğunu öğrenir Encüm, dünyada neler olup bittiğine daha çok kulak verir; hatta Roy bir söyleşisinde bu durumun hoşuna gittiğini belirtiyor. Gujarat'ta yaşadıklarının ardından Habgâh'ı terk ederek mezarlıkta bir yaşam ve iş alanı kurar.

Cennet Pansiyon ve Cenaze Hizmetleri adını verdiği bu yer, aslında Havva ve Âdem'in kovulmadan önce yaşadıkları cennetin (Garden of Eden) yeniden yazımı gibi. Havva ve Âdem'in yaşadıkları yer hiçbir şey bilmedikleri, masumiyetlerinin ve cehaletlerinin simgesiyken, Cennet Pansiyonu aksine masumiyetin olmadığı fakat deneyim ve dirayetin olduğu bir yer. Queerlerin, bağımlıların, Müslümanların yani Hindistan'da “ötekileştirilen” insanların yaşadığı bir yer. İlk bakışta bir yaşam alanı olarak asla tahayyül edilemeyecek, ölülerin mezarlarının, buralara sığınmış evsizlerin, bağımlıların olduğu mezarlık, herkese kapısını açan bir yer olarak (Encüm'ün bazılarını kabul etmediği) bir yaşam alanına dönüşür. Encüm ölümlerin üstüne bir hayat kurduğu gibi kendini de burada hayata döndürüyor, bir pansiyon işletiyor. Birbirinden farklı, çeşitli hayatları, mücadele hareketlerinin vücut bulduğu bedenleri kesiştiriyor. Cennet sonsuzluğun simgesiyken, Encüm'ün mezarlık üzerinde kurduğu hayat, ölüm ile yaşamın, bu ikililiğin yapısını bozuyor. Encüm'ün işlettiği bu yerde kast sistemi yok. Aksine “düzen bozucusu” olarak görülen varoluşlar burada yaşar, gömülmeye değer görülmeyen Müslüman Hicralar burada gömülür. Cennet Pansiyon ve Cenaze Hizmetleri, hangi yaşamların yaşamaya değer olduğunu, hangi yaşamların ardından yas tutabileceğini tartışmaya açar.

Roy, Encüm için kadın olarak belirsizlikleriyle geliştiğini, erkek olarak atandığı hâliyle de sahip olduğu kesinliklerle eksildiğini söylüyor. Encüm'ün hikâyesi üçüncü tekil kişi tarafından anlatılıyor. Hikâyenin, trans dostu olmayan toplum ve dile daha yakın olan kişilere ayna tutma, onları Encüm'e daha çok yaklaştırma esasıyla bu anlatıcı bakış açısıyla anlatıldığını düşünüyorum. O yüzden kitapta “biyolojik kadın” gibi cinsiyete dair “demode” ve trans ile interseks dostu olmayan tabirler kullanılıyor. Orijinal dilinde kitabı okuma ihtiyacı duyduğumu söylemeliyim. Çevirmenin toplumsal/ cinsiyete dair kavramları çevirme konusunda orijinal metne mi bağlı kaldığı yoksa çeviri kavramlar konusunda çok bilgili mi olmadığı konusunda tereddüt yaşadım çünkü. Zira kendisinin trans dostu olmayan bir “cis” tanımı yaptığı dipnotu3 mevcuttu kitapta.

Kitapta 100 sayfanın ardından birden kahraman bakış açısıyla başka bir hikâyenin anlatıldığını görüyoruz. Encüm'ün hikâyesiyle hiçbir şekilde kesişmeyen hikâye, sonra tekrar üçüncü tekil bakış açısıyla başka bir hikâyenin kapısını aralıyor: Tilo'nun hikâyesi. Tilo, mimar olan ama hayatı çeşitli evrelerden geçip değişerek politik eylemliliğe uzanan, feminist olan başka bir kadın karakter. Roy'un kendi hayatından ve kişiliğinden esinlenerek yarattığı biri, Tilo.

Tilo ile Encüm'ün yolu bir şekilde kesişiyor fakat bu süreçte hikâye anlatımının büyüleyici olduğu kadar zorlayıcı bir hâle geldiğini söylemeliyim. Mutlak Mutluluk Bakanlığı, Küçük Şeylerin Tanrısı gibi tek bir odak üzerinden gitmiyor, birçok odak ve birçok karakterle, tarihle örülen birçok hikâye, Roy'un etkileyici hikâye anlatıcılığıyla okuyucuyu etkisi altına alırken, bu fazla katmanlılık kitabın okunurluğunu engelleyen bir role de sahip. Aralarında üç metre olan buzdolabı ile yemek masasının olduğu mutfakta, masanın hikâyesinin anlatılacağını düşünelim. Masanın hikâyesinin anlatılması için buzdolabından başlayarak, mutfak dolaplarının, tezgâhın, tezgâhın üstündeki mutfak eşyalarının hikâyelerinin de anlatılması gerektiğini varsayalım ve sonrasında asıl hikâyemizin nihayete ermesi gereksin. İşte Roy'un Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda yaptığı şey tam da bu. Bu da kitabı çok daha yoğunlaştırıyor, çok fazla karakter ve olayın işin içine girmesi okumayı güçleştiriyor. Birkaç hikâye yoluyla farklı konulara değinme gereksinimi duyduğunu hissediyorum Roy'un, bu da hikâyeleri takip etmek için çok daha yoğun bir konsantrasyon gerektiriyor.

Roy'un iki kitabında da “straight” zihniyetten uzak kadın-erkek ilişkileri yaratması, yazın dünyasını çevreleyen normatif hetero ilişki hikâyelerine çomak sokar bir düzeyde. Bu da Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda Roy'un hikâye anlatımının zorlayıcılığını hafifleten unsurlardan biri.

Bitirirken

Roy için masallar politik bir alet, edevat. Ama o, yarattığı masallarda prenses olmadığını söylüyor, çünkü sessiz kalmanın da politik bir şey olduğunu, sessizleştirilen, duyulmayan hikâyelerin olduğunu biliyor. Özellikle Mutlak Mutluluk Bakanlığı'ndan bahsedersek, Roy'un kendine özgü anlatımıyla yarattığı “başka türlü” masallarda, karakterler içinde oldukları elverişsiz koşullarda eğlence, sevgi ve arkadaşlığı buluyorlar. Bu bakımdan Roy'un mutlu olmayı politik bir edim olarak tanımladığını görüyoruz. Yaşadığımız topraklarda hapishanelerde işkence gören trans kadınların o koşulların verdiği acıyı sağaltmak için birbirleriyle “gullüm” yapmaları gibi. Elverişsiz koşulları da Roy, Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nda “Bakanlık” olarak tanımlıyor. “Aile”, “devlet” olarak özdeşleştiriyor “bakanlık”ı. Queerler, Müslümanlar gibi Hindistan'da “ötekileştirilen” kişilerin yarattığı “başka” bir bakanlığın mümkün olduğu şiarıyla hikâyelerini örüyor, Roy. Ne de olsa “umuttan bahsetmenin zamanı değil ama insan bahsetmeden de duramıyor.”

 

Kaynaklar
Küçük Şeylerin Tanrısı, Arundhati Roy, Çev.: İlknur Özdemir, Can Yayınları, 17. Baskı, Mayıs 2017
Mutlak Mutluluk Bakanlığı, Arundhati Roy, Çev.: Suat Ertüzün, Can Yayınları, Haziran 2017
Arundhati Roy'un Gandhi mitini çürütmesi üzerine: https://www.youtube.com/watch?v=4-yMiBGBOe0&list=WL&index=6&t=1011
1 Kast sisteminin kadınlara çok zarar verdiğini ve onlar üzerinde büyük bir tahakküme sahip olduğunu söylüyor, Roy. Gandhi zamanında 1500 kadının yüksek kastlardan adamlar tarafından tecavüze uğradığını belirtirken “modernleştirilmiş” Hindistan'da %1'den bile daha az insanın kast dışından evlilik yaptığını söylüyor.
2 Hindistan'da kast sistemine göre en çok ayrıcalığı bulunmayan kesim, en alt sınıf. Tuz Yürüyüşü'nden üç yıl önce dokunulmayanlar Gandhi'ye karşı yürüyüş yapıyorlar.
3 Çevirmen “cis erkek” tanımlamasını şu şekilde yapmıştı: SisMan ya da cis man, toplumsal cinsiyeti biyolojik cinsiyetiyle aynı olan erkekler için transseksüel camia tarafından kullanılan aşağılayıcı terim. Burada “aşağılayıcı” ifadesi kullanımı, oldukça sorunlu. Cis ifadesinin kullanımının sebebi, hiçbir insanın trans ve interseks olmadığı, olmayacağı şekilde atanmasını politik bir şekilde eleştirmektir. Bu durumu fark etmemin ardından bir arkadaşım sayesinde Twitter'da konuyla ilgili yapılan tartışmayla karşılaştım: https://twitter.com/oktemim/status/886649290201993217 . Ardından Can Yayınları'nın sahibi Can Öz, Twitter hesabından kitabın ikinci baskısında bunun revize edileceğini belirtti.