Köklerinden kopmak

George Eliot’ın, iki kardeşin tabiatındaki farklılık ve –toplumsal rollere bağlı olarak– bunun yol açtığı çatışmayı resmedişi Yunan tragedyalarını andırır

19 Ekim 2017 14:30

Floss Nehrindeki Değirmen Viktorya dönemi edebiyatının en önemli yazarlarından George Eliot’ın (Mary Anne [Marian] Evans) üçüncü kitabı. İlk kitabı Scenes of Clerical Life (Ruhban Sınıfı Yaşantısından Sahneler) ve yine İngiliz kırsalında yaşayan eski tarz bir aileyi anlatan Adam Bede’den sonra yazdığı, birçoklarınca yazarın ustalık dönemine geçiş romanı olarak görülen Değirmen, başkarakteri Maggie gibi kendi de İngiliz kırsalında doğup yetişen Eliot’ın en özyaşamöyküsel romanı kabul edilir –bu açıdan, yine aynı dönemde yazılmış David Copperfield’le karşılaştırılır.

Romana sahne olan St. Ogg’s ve Dolcote Değirmeni’ne benzer şekilde, Marian Evans (1819-1880) Warwickahire’da, değirmen işleten bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. Annesini çocuk yaşta kaybeden Marian, ilkgençliğinde ev işlerini yüklenir ama kendini yetiştirmekten geri kalmaz. Ağabeyi Isaac evlenince, babasıyla birlikte ev ve değirmeni Isaac’ın ailesine bırakarak Coventry’ye taşınırlar. Coventry’ye taşınmak genç kadın için bir dönüm noktası olacaktır. Muazzam bir entelektüel kapasiteye sahip olan Marian, burada hayırsever iş adamı ve entelektüel Charles Bray’in dikkatini çeker ve o sayede Herbert Spencer, Robert Owen hatta hatta Emerson gibi, onun etrafında toplanan, dönemin liberal ve radikal, önde gelen entelektüelleriyle tanışır. Bu dönemde ciddi bir inanç bunalımı yaşayan Marian, Strauss, Feuerbach gibi Hristiyanlığı ve Kitabı Mukaddes’i tarihsel veriler ışığında ele alan tarihçi ve düşünürlerin eserlerini İngilizceye çevirmeye başlar (daha sonra Spinoza’nın Etika’sını da çevirecektir). Öte yandan da makalelerini Bray’in gazetesi Coventry Herald’da yayımlama şansı bulur. Günbegün Hristiyan inancına yabancılaşan, bu yüzden özellikle babasıyla arası açılan Marian, babası öldükten sonra bir süre Cenevre’de, Bray’in ailesinin yanında kalır, daha sonra da Londra’ya taşınarak köklerinden büsbütün kopar. Burada Westminister Review adlı sol görüşlü bir edebiyat dergisinin yayın yönetmeni olmak gibi ağır bir işi yüklenir, yine çeviriler yapar, entelektüel çevrelerin dikkatini çeker. Bu çevrelerden birinde filozof ve eleştirmen (ve ileri görüşlü bir müzik eleştirmeni) George Henry Lewes’le tanışır. Lewes evli olduğu –ve dönem itibariyle boşanamadığı– hâlde ikili kısa süre sonra birlikte yaşamaya başlar. O dönemde bir skandal olarak görülen bu birliktelik Lewes ölene kadar devam eder. Floss Nehrindeki Değirmen’in ağabey karakteri Tom’u andırırcasına, Marian’ın ağabeyi Isaac, bu ilişkiye kesin bir şekilde karşı çıkar. Gelgelelim entelektüel olarak da hayli bereketli bir birlikteliktir bu, zira Marian Evans’ı “George Eliot” adı altında roman yazmaya Lewes teşvik edecektir. Yazarın içine sığamadığı küçük taşra kasabası hakkındaki hislerinin, onu acımasızca dışlayan ağabeyi Isaac ile sancılı ilişkisinin izleri, Değirmen’de rahatlıkla görülebilir. Buna ek olarak, Middlemarch, Silas Marner, Floss Nehrindeki Değirmen’deki toplum dışı kalmaya, sürgüne zorlanan başkarakterler, bize bilinçlendikçe çevresine yabancılaşan ve dışlanan genç Marian’ın yaşadığı kaygılar hakkında da fikir verebilir. Nitekim son romanı Daniel Deronda’da, Eliot kendi kültürünü, hatta kendi kökenini kendi seçen bir karakter yaratacaktır.

*

Floss Nehrindeki Değirmen, George Eliot, Çev.: Gönül Suveren, Everest YayınlarıDeğirmen oldukça çalkantılı bir dönemde, Charles Darwin’in deprem yaratan eseri Türlerin Kökeni’nden bir yıl sonra yayımlanır. George Eliot o tarihe kadar dini inancını çoktan kaybetmiştir ama yine de, dönemin birçok entelektüeli gibi pozitivizme, ilericiliğe koşulsuz bir inanç beslemez –daha doğrusu, bu konuda epey ikircikli bir tutum sergiler. Örneğin kırsal kesimde, halkları yüzyıllar boyu bir arada tutan geleneklerin bir anda çözülüp gitmesinden; hızla para ekonomisinin tekeline giren toplumda harcı Hristiyan inancıyla karılmış ahlakî değerlerin kısa süre içinde yerle bir olmasından, yerini dizginlerinden boşanmış bir bencilliğin, vurdumduymazlığın almasından büyük kaygı duyuyordu. Nitekim Floss Nehrindeki Değirmen’in sonlarına doğru, tipik bir liberal zamane genci olan Stephen, âşık olduğu Maggie’yi birlikte kaçmaya zorlar, ama ikisinin elinden gelen, kayıkla yol aldıkları nehirde akıntıya kapılmak, edilgen bir şekilde sürüklenip gitmektir. Öte yandan Kilise de otoritesini yitirmiştir; gerçi kuralları hiçe saydığı gerekçesiyle toplum dışı kalan ve sürgüne zorlanan Maggie’ye bir tek onun suçsuz olduğuna inanan Rahip Kenn destek olur, ama rahibin bu desteği cemiyetin önyargılarını aşmada yeterli olmaz. Desteğinde direttikçe cemiyetin güvenini kaybeden rahip en sonunda Maggie’yi feda etmeyi düşünmeye başlar. Gelenek ve görenekleri önemseyen Eliot, Değirmen’e sahne olan yöre halkı hakkındaki düşüncelerinde son derece sakınmasızdır. Örneğin büyük bir haksızlığa uğrayan Mr. Tulliver’ın (Maggie’nin babası) intikamcılığını yahut Maggie’yi haksız yere mahkûm eden kasaba halkının iki yüzlülüğünü eğitimden, medeniyetten nasibini almamışlığa, yozluğa, hatta (Mr. Tulliver’ın durumunda) paganlığa, taşralı kimliğine yorar ve acımasızca eleştirir.

*

1830’ların İngiltere’sinde geçen Floss Nehri’ndeki Değirmen’de, başkarakter Maggie Tulliver ve onun ağabeyi Tom’la sancılı ilişkisiyle birlikte, birbiri içine geçen üç ailenin hikâyesi anlatılır. Kuşaklar boyu Floss Nehri civarındaki topraklarda yaşamış olan Tulliver’lar kıyıdaki Dolcote Değirmeni’ni işleterek geçimini sağlar. Eski kafalı, tutucu, dünyanın geri kalanıyla pek içli dışlı olmayan ailenin Maggie ve Tom adlı iki çocuğu vardır – romanın başında 9 ve 12 yaşlarındadırlar.

Komşuları Wakem’larsa daha eğitimli, zamane bir ailedir; avukat olan Wakem, yeni yasalara ayak uyduran, bürokrasi ve hukuk konusunda bilgili –o “karmaşık dili iyi bilen”– bir orta sınıf mensubudur. Karısı doğum sırasında ölen Wakem’ın Philip adında, çelimsiz ama sanata duyarlı, entelektüel bir oğlu vardır.

Bir de Mrs. Tulliver’ın ablaları, yani başlı başına bir klan olan Dodson’lar vardır; üst sınıf mensubu olan kardeşler yörenin aristokrat toprak sahipleri ya da girişimci türedi zenginlerle evlenmiştir (bu eniştelerden tam takır bir girişimci profili çizen Mr. Deane, ileride Tom’un elinden tutup onun iş hayatında yükselmesini sağlayacaktır). Ablalar ve eşleri köylü olarak gördükleri Mr. Tulliver’ı küçümserler, kız kardeşlerine de mahvolmuş gözüyle bakarlar.

Olaylar elindeki toprakları arazi konusunda itilaf yaşadığı Wakem’a kaybetme endişesi yaşayan Mr. Tulliver’ın, oğlu Tom’u yakınlardaki bir rahibin gözetiminde okutmaya karar vermesiyle başlar; böylece genç adam yeni yasaların dilinden anlayacak, hızla değişen dünyanın yeni kurallarıyla, yani bürokrasi ve hukuk sitemiyle başa çıkabilecektir. Ancak Tulliver’ın oğlu Tom için seçtiği eğitim, genç adamın tabiatına uygun değildir. Bu bir yana, düşmanı Wakem’ın oğlu Philip de aynı eğitmen rahibin öğrencisidir.

Farklı karakterlere sahip Tom ile Philip birbirlerine pek ısınamaz. Ancak ağabeyini ziyarete gelen zeki, kabına sığmaz Maggie ile Philip arasında kısa sürede güçlü bir bağ kurulur; muazzam bir öğrenme kapasitesine sahip olan Maggie, Philip’te, müzik, sanat ve edebiyat üzerine kurulu, özlemini duyduğu bir dünyanın anahtarını bulur.

Ne ki Tulliver’lar ile Wakem’lar arasındaki dava sonuçlanır ve Wakem, biraz da dalavereyle, Tulliver’ın topraklarını elinden alır. Ailenin bu ağır darbeden yara almadan kurtulması mümkün olmayacaktır; çocuklar geleceklerini, anne Tulliver ise, ipotek nedeniyle kimlik duygusunun başlıca öğesini, yani aile yadigârı eşyasını kaybederken, darbenin asıl kurbanı Mr. Tulliver inme geçirir ama –daha sonra kendisini yok edecekse de– intikam duygusundan güç alarak tekrar yaşama döner.

*

George Eliot daha sonra Silas Marner’da da benzer bir temayı işleyecektir. Yakın arkadaşı tarafından ihanete uğrayan ve acımasızca toplum dışına itilen, sürgüne zorlanan Silas, önünü alamadığı bir küskünlük ve hınç duygusuyla topluma sırtını dönüp teselliyi altın para biriktirmekte bulmuş, böylece bir yerde adaletsizliğe isyanı (Eyüp’ün isyanı) –ve affedememesi– kendini maddiyatçılığa teslim etmesine yol açmıştır. Silas’ın mutluluğu ve hatta toplum içindeki yerini yeniden elde etmesi için, maddiyatçılığın tersi özgeci sevgiyi –bir yerde Yeni Ahit’teki agape ülküsünü– keşfetmesi gerekir. Değirmen’de ise hınç duygusu, adaletsizlik karşısındaki şiddetli isyan, adeta bir aile yadigârı olarak Mr. Tulliver’dan Tom’a geçer – ve Tom, bu yadigârı seve isteye üstlenir. Aynı tavır Maggie’den de beklenir, ama o, değil ona kitapların, medeniyetin kapılarını açan Philip’e, kimseye karşı düşmanlık besleyecek bir tabiata sahip değildir.

Tom, eğitimini yarıda bırakıp iş hayatına atılarak ailenin sorumluluğunu yüklenirken, tekdüze, yavan bir hayata hapsolan Maggie, evin günlük işlerine bakar, günbegün kendi içine gömülür ve eline geçen üç beş kitapta, daha ergen yaşında vazgeçişle gelen derin bir maneviyatta teselli arar. Tam da bu dönemde, gizlice kapısını çalan Philip’le yakınlaşacak, ikili kimselere görünmeden buluşmaya başlayacaktır, ta ki Tom bu yasak ilişkiyi keşfedene ve ikisini de mahkûm edene kadar. Güçlü kuvvetli Tom cılız ve kusurlu Philip’i aşağılarken, Maggie’nin dişiliğini, güvenilmezliğini ve aile davasına ihanetini yüzüne vurur.

***

Eliot, özellikle İngiliz taşrasında kadının toplum içindeki yerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Romanın başlarında, Tulliver’lar erkek evlat Tom’u okutmak için büyük çaba harcarken, dokuz yaşlarında olan ve onu sürekli aşağılayan ağabeyinin sevgisini kazanmaktan başka bir derdi olmayan uçarı Maggie, kendi kendine okuma yazma öğrenecek denli zeki olduğu için, çevresindeki yetişkinlerde ciddi kaygı uyandırır. Teyzeleri ve annesi onun ileride ailenin başına iş açacağını düşünürken, onu gerçek bir sevgiyle seven babası, en çok da kızının zeki oluşundan endişelenir – çünkü zekâ özünde iyi bir şey olsa da kadında asla makbul değildir, zira kendisi karısını tam da “kıt akıllı” oluşu nedeniyle seçmiştir. Ancak Maggie bir yetişkin olduğunda ve zekâsı, çekiciliği, sınırsız duyarlığı güzelliğiyle birleştiğinde, ağabeyi ve onu dışlayan toplum tarafından ele gelmez, dizginlenemez, güvenilmez bir varlık olarak mahkûm edilir. Böyle bir varlık belki ancak yasanın demir yumruğu ile dize getirilebilir. Nitekim daha sonra Maggie’ye çaresizce âşık olan Stephen ona şöyle diyecektir: “Sen artık benimsin, artık görevlerin buna bağlı olmalı, birkaç saat sonra kanun önünde benim sayılacaksın.” Bu sözleri o dönemde bir kadının söylediğini, hele hele Maggie’nin söylediğini hayal edemeyiz.

*

Bir süre sonra Mr. Tulliver ağır bir buhran geçirerek ölür, aile bir yıkım daha yaşar. Bu travmayla yıkılmayan, aksine olgunlaşıp güçlenen Tom, sarsılmaz bir iradeyle her şeyi yeniden elde etmeyi başaracaktır. Ancak Tom’un yükseldiği bir dünyada Maggie’nin yıkımı kaçınılmaz gibidir.

George Eliot’ın, iki kardeşin tabiatındaki farklılık ve –toplumsal rollere bağlı olarak– bunun yol açtığı çatışmayı resmedişi Yunan tragedyalarını andırır. Tom’un genç yaşta sergilediği irade ve sorumluluk duygusu takdir edilecek bir şeydir –yazar bir noktada onu Hektor’a benzetir– ama arzusunun güdümleyicisi –babasında olduğu gibi– kesif bir hınç duygusudur. Mutlak bir şekilde hedefine odaklanan, kendinde çelişkiye düşme, yeri geldiğinde bakış açısını değiştirme gibi nitelikleri lüks olarak gören Tom, bu nedenle katı, sevgisiz ve sığ biri olarak kalır –ve bu hâliyle sağlam bir girişimci portresi çizer– ama onu asla bir kadını şefkatle severken hayal edemeyiz (hatta bu konuda pek başarılı olmadığı da ima edilir). Maggie ise adeta tersi tabiata sahiptir, hayatı boyunca karşısındakine duyduğu şefkat ve duygudaşlığın esiri olacak, bu duyarlılığı toplumun sığlığı ve baskısıyla karşı karşıya kalınca, onun kendini gerçekleştirmesinin önüne geçecektir.

*

Yıllar geçer ve Maggie, güzel ve alımlı, ancak şanssızlıklar ve imkânsızlıklar nedeniyle kabiliyetlerini geliştirme şansı bulamamış buruk bir genç kadın hâline gelir. Onun durumuna üzülen kuzeni Lucy, Maggie’yi yanına alarak kendi çevresine dâhil eder. Bu çevrede, istemeden terk ettiği Philip de vardır. Ancak kuzeni Lucy’nin sözlüsü, üst sınıf mensubu Stephen ile Maggie’nin karşılıklı güçlü bir çekime kapılması, genç kadını bir kez daha yıkımın eşiğine getirir. Ağabeyine karşı derin bir sorumluluk, Philip’e karşı şefkatli bir bağlılık duyan, Stephen’ı da tutkuyla seven Maggie’nin iç dünyası kaçınılmaz olarak parçalanacak, ailesi de ait olduğu toplum da onun seçimlerini ve iradesini hiçe sayarak, böylesi tehlikeli, düzen bozucu bir genç kadınla uzlaşmaya asla yanaşmayacaktır. Ki Maggie için toplum dışı kalmak ölümle eşdeğerdir… Biraz da bu nedenle olsa gerek, nihayetinde Maggie sorumluluklarını ve sevgisini tutkularına –sonu belli olmayan tutkularına– tercih eder, böylece romanın sonunda, âdeta seçiminden dolayı onu vaftiz eden sel sularında sürüklenirken de olsa, ağabeyi Tom’a yeniden kavuşacak, onun sevgisini yeniden kazanacaktır.

Kardeşler onları bu dünyadan alıp götüren selde barışıp birleşirler belki ama bir taraftan da aynı azgın sular Maggie’yi (ve George Eliot’ı) acımasızca mahkûm eden kasaba ve halkını yerle bir ederek cezalandırır. Bu belki de dünyaca meşhur bir yazar hâline gelen George Eliot’ın, tıpkı David Copperfield ve Çehov’un özyaşamöyküsel o olağanüstü uzun öyküsü Bozkırda’da olduğu gibi (bu hikâyenin sonunda da bir yağmur fırtınası vardır, başkarakteri arındırıp yeni hayatına hazırlar), geçmişine vedası, köklerinden kopmasıdır. Diğer bir yandan da doğup büyüdüğü toprakları yad etmesi, geçmişiyle barışması olmalı.Nitekim bitirmiş olduğu son romanı Daniel Deronda’danın bir yerinde, anlatıcı-yazar şöyle der:

“İnsan hayatı, yurdu toprak parçasında bir yere sıkı sıkı kök salmalıdır, böylece burada yeryüzüne karşı tatlı bir akrabalık sevgisi aşılanacaktır ona… bu toprak parçası ki çocukluk anılarının katiyeti şefkatle dokunur kişinin ruhuna, buradan tüm komşularına, hatta köpeklere, eşeklere bile yayılır; santimantal bir çabayla ya da tefekkürle olacak iş de değildir bu, aksine, damarlarda akan kanın o tatlı tabiatı vardır ardında.”1

1 Deniel Deronda ile ilgili bu pasaja Mill on the Floss, Penguin Classics baskısına önsöz yazan A. S. Byatt dikkat çekiyordu, oradan alındı. (George Eliot, Mill on the Floss, Penguin Classics, 2003. s. xiv)