Şiiri ve romanı aynı kategoride gören aymazlığın iktidar çağını yaşıyoruz. Bunun bir dil iktidarına dönüştüğü de söylenebilir. Bu dil ilginç biçimde büyük bir yaratının göstergesiymiş gibi kabullenilmiştir
13 Ekim 2016 13:45
Masal kalıpları kullanılarak yazılan romana “mito-roman” diyorum. Bu roman biçimi, kahramanın bir arayış yolculuğuna çıkması ve çeşitli badireler atlattıktan sonra geri dönmesi üzerine kurulmuştur. Hem Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi’nde değindiği temel özelliklere uyar hem de bilinen en eski macera örneklerinden biri olan Odysseus’un yolculuğuna.
Mito-romanın dili, hem dinden, hem söylenceden hem de erkek düşüncesinden emanet alınmıştır. Anlatılan kadın veya erkek olsun, bu hiç fark etmez, olay erildir. Ayrıca anlatılan kişilerin doğal olmayan varlıklar olması, mito-romanın dinsel dilden emanet kavramlar içerdiğini de açıkça gösterir.
Bunun seküler zihin yapısıyla savaş halinde olanların dilinden konuşmak olduğuna şüphem yok. Mito-roman yeni ve muhalif bir söz düzeni kurmak isteyenler için çıkmaz sokaktır. Yenilik peşinde yürüyen sanatçı bu nedenle öncelikle “sanatsal muhaliflik”le “politik muhaliflik” üzerinde düşünmelidir. Ancak bunu ayırabilenler dilsel yapıları bozar, hiçbir emanet dil kullanmaz ve sanatını var eder.
Mito-roman sanatsal muhaliflik, dolayısıyla biçim yeniliği içermez. Olsa olsa parlak sözler, imgeler ve imalar taşır. Kapalı sözlere ve çağrışımsal anlam düzenine dayanan bu roman biçiminde, kadın karakter yoktur yahut azdır, karakter derinliği ve olay örgüsü yoktur.
Masal, mesnevi yahut “masalsı roman”lar parçalıdır. Bu epizodik yapı, olayların anlam bütünlüğü içinde sıralanışına dayanmadığı için yazar, kartları rastgele açan bir tarot falcısına benzer. Bu anlatım yolunun kusuru bir önceki öyküyle sonraki arasında anlatıcının kurduğu öznel ilişkiden başka bir bağlantının olmayışıdır. Oysa modern çağla birlikte öykülemede nedensellik ilkesi yeniden önem kazanmıştır. Yeniden deyişim, eskisinin “mantıksal nedensellik” kavramıyla açıklayabileceğim bir yoldan, Aristo ve Sofokles çağında kurulması nedeniyledir. Bilimden öğrenilmiş nedensellik ilkesi ise modern anlatının ortaya çıktığı ilk romandan bu yana olgusal düşünmek anlamına gelir ve üstelik Aristo çağından beri kullanılan mantıksal nedenselliği de içerir.
Çağımızda nedensellik, şiirle romanı birbirine karıştıran veya masalsı dille konuşan, bölümleri arasındaki ilişkiler açık bir biçimde kavranamayan epizodik yapıya itiraz etmeyi gerektirir. Çünkü modern çağda sanatta nedensellik resim sanatındaki perspektifle başlar. Kesin olarak ikonaların ve minyatürlerin orantısızlığına, onların çağrışımsallığına itirazdır. Modern anlatıda söz dinsel ve doğaötesi dünyadan gelmez. “Tanrı merkez” gitmiş, yerine “insan merkez” gelmiştir. Modern romanda tanrı ile insan yer değiştirmiştir. Rüyalar, karabasanlar ve çağrışımlar asla doğaötesi şeyler olmadığı gibi, modern anlatı tarafından keşfedilmiştir ve bir nedensellik ilişkisi içinde kavranabileceğini psikoanalizden önce söyleyen de olmamıştır.
Oysa mito-romanın anlatımı doğasal algıdan çok, doğaüstü bir kavrayışa dayandığından, sözdizimi insanı kavrayan bir yerden gelmez. Nedensel diziliş bilgisi de yoktur. Mito-romanı köhne haline getiren şey de budur. Oysa özellikle yirminci yüzyıldan sonra ortaya çıkan nedensellik, nesnellik, çoğul düşünce ve görecelik gibi yeni biliş biçimleri, yazarları yeni bir tutuma zorlar: Bu da –doğaüstü de dahil– her şeyi insanı kavrayan bir yerden kurmaktır. Mito-romanda yapılan şey başkadır, o çoğunlukla eski dili yeni dil içine atıp karıştırmakla yetinir; bu, eril dili eril dile aşılamak, irrasyoneli rasyonele zincirlemek gibi ahlâkdışı yollar seçerek, sanatı araçsallaştırmaktır.
Platoncu Yazı olarak adlandırdığım şeyi burada anımsatmalıyım: Bu yazı yolu, ABCD biçiminde ilerleyen olayların birbiri ardına dizilmesinden başka bir şey değildir. Oysa İbsen çığırıyla ortaya çıkan dramatik anlayış, A’yı öncesiz bir başlangıç olarak görmez. A, geçmişte yaşananların düğümlendiği bir yerdir. Örneğin Sofokles’in yazdığı Kral Oedipus veba salgınıyla başlar ama mitolojide asıl olaylar, Oedipus’un kral olmasından çok önce, henüz bebekken başlamıştır: Oedipus’un babası Laios bir gün oğlu tarafından öldürüleceği kehanetini öğrenir ve tüm erkek çocukların öldürülmesi emrini verir. Çocuk Oedipus bir çoban tarafından korunur ve Korinthos’a götürülür. Korinthos kralıyla kraliçesini anne baba sanan delikanlı, bir gün babasını öldüreceği kehanetini öğrenir ve oradan kaçıp Thebai’ye gelir. İşte orada içinde babasının da bulunduğu birileriyle kavga eder ve bu kavga sırasında Laios’u öldürür. Babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus, şehre vebanın gelmesine neden olur. Çünkü veba tanrının bir lanetidir.
İşte, Sofokles bütün önceki olayları (ABC’yi diyelim) atlamış veba salgınını (D’yi) başlangıç noktası seçerek, başlangıcı geçmişte yaşanan olayların düğümü haline getirmiştir. Böylece ABC sırasıyla ilerleyen düz çizgi kırılmıştır. Böyle yazıldığı içindir ki, başlangıç noktası hem o anla, hem geçmişle hem de sonrayla ilişkilenmiştir. Bu yazım biçimi Balzac, İbsen ve Poe ile birlikte yücelmiş, gerçek derinliğine de modern romanda kavuşmuştur.
Modern çağın başlangıcıyla birlikte, benim Platoncu anlatım yolu olarak işaretlediğim tarz kesin olarak roman anlatımının dışına düşmüştür.
Şüphesiz nedensellik de değişim geçirmiştir. Aydınlanma sonrasında gelişen doğacı nedensellik esnemiş, zamanla çağrışımsal nedensellik de ortaya çıkmıştır. Bu bakış, nesnelere bakışıyla kendini belli eder: Proust nesnelere dikkat yoluyla bilinçaltına ulaşmıştır. Onun kişiler, duygular ve çağrışım üçgeninde dolaşan zihnindeki dünya bilgisinin nedeni, nesneleri metne katmayı unutmayan yazma tavrında saklıdır.
Bu nedenle kolayca iddia edebilirim ki dünya bilgisi eksik metinler, nesnelerin rüya diliyle kavranması yüzünden yazılır. Romanda belli bir süredir nesneler duyguyu, duyuları ve anıları değil, imgelemi işaret ettiği için, yaşamayan ama konuşan bazı kişi taslaklarının hikâyeleriyle yüz yüzeyiz. Bunun Proust yoluyla ilişkisi olduğunu sanmak boşunadır, çünkü Proust her nesnenin duyu bilgisine sahiptir ve karakterlerin derin bir analiz sürecinin parçasıdır. Nesneler ve kişiler, canlı, çağrışımsal ve hatta yer yer dalgın bir söz düzeni içinde varlık kazanmışlardır. Oysa “şiirleşmiş roman dili”yle konuşan “yeni yol”da duyular dikkat alanının dışındadır. İklimimiz işte budur: Şiiri ve romanı aynı kategoride gören aymazlığın iktidar çağını yaşıyoruz. Bunun bir dil iktidarına dönüştüğü de söylenebilir. Bu dil ilginç biçimde büyük bir yaratının göstergesiymiş gibi kabullenilmiştir. Anlaşılmaz ve gizemli metinlere duyulan hayranlık hayret uyandıracak kadar yaygındır.
Masal anlatımıyla veya destanla roman dilini birleştiren yazarların, bütünlüklü öyküden uzaklaştıkları bu epizodik yöneliş, romanın roman geleneğinden beslenmediği anlamına gelir. Roman, geleneği yıkmak ve yerine ondan beslense bile farklı bir şey yapmak için geçmişin bilgisine ihtiyaç duyan bir türdür. Mito-roman doğaüstü, mitolojik ve şiirsel bir yerden beslendiği içindir ki, roman geleneğinden gelmeyen bir anlatı yolu sayılmalıdır.
Masal diline yerleşen yazar, öyküleri arasında nedensel bağ kurmaksızın ilerler. Tam da mesnevilerde olduğu gibi. Mito-roman yazarı da olaylar arasındaki bağı tıpkı mesnevilerde olduğu gibi okurun imgelemine bırakır ve aynı atmosfere yaslanmış olur. Mito-roman bu yönüyle efsaneyi ve şiiri romana geri çağırmaktadır. Oysa roman sanatı bunlardan kurtularak yeni bir form yaratalı en az iki yüz yıl oldu. Bu bir yenilik değil, eski bir formu getirip ortaya koymaktır, hiçbir radikalizmi, yeniliği ve devrimci tarafı yoktur. Mito-roman yazarı politik bakımdan süper devrimci olsa bile estetik ölçütler içinde gericidir. Üstelik mesneviyi roman sanatının alternatifi gibi gösteren resmî ideolojinin ruh havuzunda dolaştığı için, bilgi ölçütleri bakımından da yenilikçi sayılmaz.
Masal diliyle yazılan romanlarda, geçmişten hareket ederek yeni bir senteze varıldığı da öne sürülebilir. Oysa nedensizlik konumunda duran bu masallara roman adı verilemez. Üstelik adlarında bile dua, gizem veya iksir bulunan bu romanların dindarca bir imgelem kurdukları tartışmasızdır. Ne var ki, bu romanları yazanların pek çoğu dindar da değildir.
Bu noktada tartışılması gereken şey, eski masal formunun günümüz roman formu içinde ne aradığıdır! Günümüzde cinsiyetçi olmayan, doğaüstü güçlerden söz etmeyen ve şiddet içermeyen sayısız çocuk öyküsü yazılmışken, yetişkin romanına lök gibi çöken bu “eski masalcı” tavrındaki ısrar niyedir?
İnsanı anlatan metinler her dönemi işaret ederek yazılabilir; sorun, doğadışı güçlere nasıl yaklaşıldığında gizlidir. Onlar “imgelemdir” diyerek cicileştirilemez. Bir romanın bütünüyle bu doğadışı güçler, hayaller ve masallar bileşkesinde yazılması, teknik ve ideolojik açıdan yenilik sayılabilir mi?
Bu tür romanları fazlasıyla önemseyenlere Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi’ni anımsatırım. Bilindiği gibi, Propp orada kahramanın yolculuğunu öylesine derinden ortaklıklar bularak sınıflamıştır ki, çağımız yazarının bu masal diliyle yazmasının hiçbir özgünlüğü olmadığını başka hiçbir şey bu açıklıkta gösteremez. [1]
İmgesel, masalsı ve öyküsel bütünlük taşımayan romancılığa mesafeli olduğum öteden beri bilinir, nedeni de kısaca şudur: İmgelemle yaratılan şey şiirdir, dolayısıyla romanı imge yolundan kuranlardan uzağım. Bunu yazarlıkla ilgili kalıcı bir yenilik olarak görmeyi de yanlış bulurum.
Masalsı yazı yolunun en büyük sıkıntısı, masal-mitos dilinde saklı duran imgelemin fazlasıyla dinsel retoriğe kaymasıdır. Benim gibi mitosunu kendi kurup bütün “ulu şeyleri” insanlaştıran bir dille yazanlar için külliyen reddedilecek olan bu motif, eleştirimin en can alıcı noktasıdır. Masal-mitos diliyle yazılan roman imgeselliği, dinsel söz düzenini ve arkaik hegemonya dilini yeniden üretir. İbadetle alışverişi olmayan yazarı mümin gibi konuşturan bu dil düzeni, fazlasıyla köhnedir ve eskidir.