1688'de yayımlanan "Görüşmeden, Konuşmadan, Yazışmadan Haberleşme Sanatı" adlı kitap, Osmanlı haremlerinde kullanıldığı iddia edilen, sonradan Batıda "çiçek dili", Osmanlılarda ise aynı anlama gelen “lisân-ı ezher” diye anılacak olan bir “gizli dil”i ele alıyor.
01 Mart 2020 13:04
Dizimizin ilk yazısında 17. yüzyıl sonlarında Fransa’da başlayan “Turquerie” akımından söz etmiştim. İşte tam o sıralarda yayınlanmış olan çok ilginç bir kitap bu ayın konusu: Le secretaire turc, contenant l’art d’exprimer les pensées sans se voir, sans se parler & sans s’écrire, avec les circonstances d’une aventure turque, & une relation tres-curieuse de plusieurs particularitez du serrail qui n’avoient point encore esté sceuës (“Türk kâtibi; içinde, görüşmeden, konuşmadan, yazışmadan düşünceleri ifade etme sanatı; bir Türk macerasının keyfiyeti; ve sarayın bugüne kadar bilinmeyen birtakım özelliklerine dair çok ilgi çekici bir anlatı mevcuttur”).
Hayli nadir olan bu kitabın taramasına google books’tan ulaşılabiliyor.
Kitabın bu yazıya konu olan ilk baskısı, Michel Guérout tarafından Paris’te 1688’de yayınlanmış; bir İngilizce çevirisi (Londra, 1688), en az üç de farklı isimli Fransızca baskısı (Amsterdam, Middelburg, Paris) var. Beş sayfalık bir giriş ile bir sayfalık yayın izni/ruhsatından sonra başlayan asıl metin 340 sayfa tutuyor. Kitabın ebadı 150 x 85 mm, duodecimo.
Başlık sayfasında yazarın adı “du Vignau” olarak geçiyor, birkaç da ünvan verilmiş: “Ecuyer, S[ieu]r de Joanots, cy-devant Secretaire d’un Ambassadeur de France à la Porte”, yani “şövalye yaveri, Joanots mültezimi, Fransa’nın Bâb-ı Âli elçisinin sâbık kâtibi”. Gel gör ki konuyu araştıran John-Paul Ghobrial (The Whispers of Cities: Information Flows in Istanbul, London, and Paris in the Age of William Trumbull, Oxford, 2013, s. 1–7), tarihî belgelerde böyle birinden söz edilmediğini tesbit etmiş bulunuyor. Ona göre “du Vignau” bir müstear isim, yazarın asıl adı ise Édouard de La Croix (ö. 1704). Peki, niye müstear isim kullanmış? Ghobrial, de La Croix’nın o esnada yeni bir hami arayışında olması ihtimaline bağlıyor bunu.
Ghobrial her ne kadar du Vignau’nun de La Croix olduğu sonucuna nasıl vardığını açıkca belirtmiyorsa da, Le secretaire turc’ün içeriğinin 1684’te yayınlanmış olan Mémoires du sieur de La Croix, cy-devant secrétaire de l’ambassade de Constantinople, contenans diverses relations très-curieuses de l’empire othoman (“Konstantinopolis elçisinin sâbık kâtibi mültezim de La Croix’nın, Osmanlı İmparatorluğu’na dair çeşitli çok ilgi çekici anlatılar içeren hatıraları”) adlı kitapta da bulunması anlaşılan en önemli kanıtı. Gerçi o dönemde intihal ve korsan yayıncılık o kadar yaygındı ki, Le secretaire turc’teki metnin bir başkası tarafından aşırılıp kendine mal edilip edilmediğini bilemiyoruz; bu nedenle de, “du Vignau” adıyla yayınlanan her kitabın –örneğin 1687’de çıkan L’état present de la puissance ottomane, avec les causes de son accroissement, & celles de sa décadence (“Osmanlı gücünün bugünkü durumu, yükselişinin ve gerilemesinin nedenleri”) gibi– de La Croix’nın eseri olduğunu kesin olarak iddia etmek (hiç olmazsa Ghobrial’ın verdiği bilgiler dahilinde) mümkün görünmüyor sanki, ama öyle olması çok muhtemel. En azından Le secretaire turc’ün de La Croix’nın eseri olduğuna şüphe yoktur. Hatta yazar çaktırmadan kendi reklamını yapmaktan geri durmuyor, İstanbul’da oturduğu yıllarda harem-i hümâyun’a dair bütün öğrendiklerini anlatacak olursa “Türkiye konusunu daha önce işleyenlerin, özellikle de Mösyö [Jean-Baptiste] Tavernier’nin [ö. 1689] ve Konstantinopolis elçisinin sâbık kâtibi Mösyö de La Croix’nın söylediklerini tekrar etmiş olacağını” belirtiyor! (s. 214–215)
Gelelim kitabın içeriğine. Giriş bölümünde yazar, yakın zamanda L’état present de la puissance ottomane adlı kitabı yayınladığını, siyasetten ve Türklerle savaşmaktan söz eden o ciddi kitaptan sonra şimdi de çiçeklerden, meyvalardan, gönül işlerinden, Osmanlı sultanının sarayında olup bitenlerden bahseden eğlendirici bir kitap yazmaya karar verdiğini belirtiyor.
Kitabın ilk bölümü (s. 1–36), Osmanlı haremlerinde kullanıldığı iddia edilen “gizli dil”e ayrılmış. Sonradan Batıda “çiçek dili” (langage des fleurs, language of flowers, Blumensprache), Osmanlılarda ise aynı anlama gelen “lisân-ı ezher” olarak anılacak olan bu dil aslında sadece çiçeklerle sınırlı değildi. Çoğu kez kafiye yahut eşseslilik yoluyla çeşitli nesnelere biçilen anlamların bir çeşit kod teşkil ettiği, ama bu anlamlar eğer gerçekten de söylendiği kadar bildik idiyseler pek o kadar “gizli” bir tarafı olmayan bu dile du Vignau’nun verdiği bir örneği aktarayım:
Üzüm = “İki gözüm”
Mavi = “Mail oldum”
Erik = “Eridik”
Nohud = “Derdünden oldum bî-hud”
Şeker = “Seni midem çeker”
Öd ağacı = “Başımın ilâcı”
O halde bir kutunun yahut kesenin içine bir üzüm tanesi, bir parça mavi ipek, bir erik, bir nohut tanesi, biraz şeker, bir de öd ağacı parçası koyup sevdiğiniz kişiye gönderirseniz, “iki gözüm, sana âşık oldum, aşkından eridim bittim, derdinden aklımı yitirdim, içim senin özleminle perişan oluyor, ancak sen derdime derman olabilirsin” mesajını vermiş olur(muş)sunuz. Bu gönderilen küçük nesne kümesine ise “selâm” dendiğini belirtiyor yazar.
Konuyu derinlemesine araştırmış değilim, ama bu “gizli dil”in böyle ayrıntılı olarak anlatıldığı en erken kaynak bu (daha doğrusu aynı metnin 1684’te yayınlanmış olan Mémoires du sieur de La Croix’daki hali) olabilir. Gerçi “çiçek dili”ni Avrupa’ya tanıtanın meşhur Lady Mary Wortley Montagu (ö. 1762) olduğu söylenir ama, buna değinen mektubu ancak 16 Mart 1718’de yazılmış ve çok daha sonra, 1763’te yayınlanmıştır. Yine de du Vignau’nun kitabı hiçbir zaman Lady Montagu’nun mektupları kadar meşhur olmadığından, konunun şöhretini o mektuba borçlu olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Lady Montagu’nun verdiği örnekler arasında şunlar var:
İnci = “Sensin güzellerin genci”
Pul = “Derdime derman bul”
Armut = “Ver bize bir umut”
Sabun = “Derdinden oldum zebûn”
Çuha = “Üstüne bulunmaz paha”
Sırma = “Yüzünü benden ayırma”
Tel = “Ölüyorum tez gel”
Şöyle diyor adı meçhul muhatabına:
“Sanırım bu şekilde kullanılabilecek bir milyon mısra vardır. Hiçbir renk, çiçek, çalı, meyve, ot, çakıl taşı yahut tüy yoktur ki sahip olduğu bir mısra olmasın. Kavga veya sitem edebilir, tutku, dostluk, nezaket, yahut hatta haber mektubu yazabilirsiniz, parmaklarınıza mürekkep değmeden.”
(The Letters and Works of Lady Mary Wortley Montagu, hazırlayan Lord Wharncliffe, gözden geçiren W. Moy Thomas [Londra: Swan Sonnenschein & Co., 1893], c. 1, s. 350–351.)
Bir milyon mısra?.. İyice abartmış olduğunu düşündüyseniz, Joseph von Hammer-Purgstall (ö. 1856) ile aynı fikirdesiniz! Ünlü Avusturyalı şarkiyatçı, çiçek dilinin sadece Osmanlılar’a ve özgül olarak da haremlere has bir eğlenceden ibaret olduğu kanaatindeydi. (“Sur le langage des fleurs”, Annales des voyages, de la géographie et de l’histoire, c. 9 [1809], s. 346–360; a.y., “Sur le langage des fleurs”, Fundgruben des Orients, c. 1 [1809], s. 32–42; a.y., “Nachtrag zum symbolischen Wörterbuche der Hareme”, Fundgruben des Orients, c. 2 [1811], s. 206–209.) Hammer’in verdiği örneklerden bazıları da şöyle:
İbrişim = “Allah’a kaldı işim” yahut “Nedir bize bu hışım”
Ekmek = “Niyetimdir seni öpmek”
Lüle = “Sana oldum köle”
İncir = “Burnuma takdın bir zincir”
Oya = “Gel sevelim doya doya”
Mercan = “Feda olsun bin can”
Gerek Lady Montagu gerekse von Hammer-Purgstall, bu bilgileri sözlü olarak edindiklerini belirtiyor; kendilerinden sonra Batıda yayınlanmış olan birçok başka kaynak da bu ikisine dayanıyor. Buna karşın nisbeten yakın zamanda yayınlanmış olan iki makale yazılı kaynaklardan söz ediyor. Bu kaynaklardan biri, Süleymaniye Kütüphanesi Dr Süheyl Ünver bağışları arasında bulunan Rebiülahir [1]303 (Ocak 1886) tarihli elyazmasıdır. (Zsuzsa Kakuk, “Lisân-ı Ezhar [1886]”, Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi, İstanbul, 23–28 Eylül 1985, Tebliğler: I. Türk Dili [İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Araştırma Merkezi, 1985], c. 1, s. 149–156; a.y. ve Cemil Öztürk, “Lisân-ı Ezhâr”, Acta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaricae, c. 40, n. 1 [1986], s. 3–37.) Yazmanın, Avrupa’da bulunmuş olduğu anlaşılan ismi meçhul yazarı, herhalde konunun orada revaçta olmasının ilhamıyla olacak, ülkeye döndüğünde yine sözlü kaynaklardan bu bilgileri derlemiş olmalıdır. Diğer kaynak ise Prof. İsmail Erünsal hocanın kütüphanesinde bulunan bir elyazmasıdır. (Edith Gülçin Ambros, “The ‘Language of Flowers’ and Ottoman Don Juans [Zenpâres]”, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, c. 95 [2005], s. 19–43; a.y., “Çiçek Dili [Lisân-ı Ezhâr] ve Osmanlı Zenpâreleri”, çev. Özer Şenödeyici, Turkish Studies, c. 2, n. 4 [2007], s. 106–122.) Ambros’a göre metni muhtemelen 18. yüzyıla kadar giden bu yazmada yer yer oldukça âmiyâne bir dil kullanılmış. Örneğin:
Ceviz = “Ne bu bre cevriniz”
Kiraz = “Leblerin emeyim biraz”
Şeker = “Rast gelen seni s*ker”
Kahve = “Var ey s*kişmiş kahbe”
Tütün = “Ne fenadır senin g*tün”
Şemmâme = “Göndereyim seni cânım hammâma”
(Şemmâme: “Güzel kokan fakat yenmeyen, üzeri benekli ufak bir kavun biçimindeki meyve” – Kubbealtı lugatı)
Yani şimdilik bilinen konuya ilişkin en erken Osmanlı yazılı kaynağı bu son eserdir sanırım, ki du Vignau ondan hayli eskidir.
Neyse, çok uzattım sözü, son bir iki şey ekleyeyim. Erken devirlerde Doğudan Batıya gitmiş olan birtakım şeylerin 19. yüzyıldan itibaren gerisin geriye Batıdan Doğuya ithal edilmesinin bir örneği, Avânzâde Mehmed Süleyman’ın Gizli Lisân (Rûmî 1330 = 1914; çeviriyazı 2018) adlı “çiçek dili”ne dair kitabının Fransızcadan tercüme edilmiş olmasıdır!
Le secretaire turc’e dönelim. İlk bölümde anlatılan “gizli dil”in birçok örneği, kitaptaki “Yusuf ile Gülbeyaz” öyküsünde veriliyor (s. 37–147). Valide Sultan’ın cariyesi olan Gülbeyaz ile küçüklüğünde komşusu olan Yusuf arasındaki çileli, ama sonu mutlu aşk hikâyesinde saraya serbestçe girip çıkabilen Ester Kira (ö. 1590) benzeri (ve adaşı!) bir Yahudi kadının aracılığıyla sevgililer birbirlerine sık sık “selâm” gönderiyorlar. Bunun ardından gelen, güya kitabı okumuş olan bazı Osmanlıların yazdığı takrizleri (s. 148–158) uzun bir sözlük (s. 158–197) ve dizin (s. 198–211) izliyor. Fransızca yazılmış olan sözlükte verilen bilgilerin Türkçe karşılıkları yoksa da, tamamen uydurulmuş olmamaları mümkün. Örneğin “size yemin ediyorum ki”nin bir yasemin çiçeği yahut yaprağı ile simgelendiği belirtiliyor, ki “yemin” ile “yasemin”in kafiyeli olması tesadüf olmayabilir. Keza “beni okşa”nın “menekşe” ile, “yüreğim aşkından yanar”ın “nar” ile simgelenmesi, yazılanlarda bir hakikat payı olabileceğini düşündürüyor. Ama verilen 179 örneği, içlerinde saklı olan kafiyeleri de ortaya koyarak Fransızcadan Türkçeye çevirmek doğrusu her babayiğidin harcı değil!
Kitabın son bölümü (s. 212–340) saraya ilişkin bilgiler veriyor: harem kadınları (s. 215–238), valide sultan (s. 238–268), haseki (s. 268–290), sultanın kızları ve kız kardeşleri (s. 291–309) ve padişahın gündelik hayatı (s. 309–340) hakkındaki bu bölümler ciddi olarak bilinen başka yazarların söyledikleriyle örtüştüğü gibi, tipik oryantalist fantezilerin ötesinde olgusal bilgiler de vermeye çalışıyor, ki bunların hiç olmazsa bir kısmı doğru. Yani o kadar da uyduruk bir kitap değil bu! Okunmaya, çevrilmeye değer.
•
GİRİŞ RESMİ:
Çiçek (şükûfe) ressamlığının yanı sıra tezhîb ve ruganî san’atlarında da 18. yüzyılın en önemli Osmanlı san’atçılarından olan Ali Üsküdârî, özellikle Sultan III. Ahmed devrine damgasını vurmuş, saray için birçok şaheser yaratmıştır. Osmanlı resminde kısmen Batı tesiri altında tezahür etmiş olan, ‘soyut ve üslûplaştırılmış’tan somut ve natüraliste doğru geçişin en önemli habercilerinden olmakla birlikte, bu iki aykırı boyutu eserlerinde ustalıkla birbiriyle barıştırmıştır. İlgilenenler şu güzel kitaba bakabilir:
Gülnur Duran, Ali Üsküdârî: Tezhip ve Ruganî Üstâdı, Çiçek Ressamı,
Kubbealtı Neşriyatı, 2008.