Bir gün Başveziri Hamut’la dertleşmek isteyen Mekruh, “Yav” demiş, “Çok enteresandır, bana diktatör diyorlar. Böyle şey olur mu? Ben diktatör olsam, bu ülkede bana diktatör denilebilir miydi?”
04 Şubat 2016 13:20
Aşağılık insanlar tarihçisi El Tıflî’nin yazdığına göre Tebriz Hükümdarı Şah I.Mekruh’un kıçı taht biçimindeymiş; ömrü boyunca oturduğu taht kıçına biçim vermiş. Bu yüzden nerede olursa olsun oturacağı yeri arama sıkıntısı yokmuş.
Onun eyyy diyerek başlayan konuşmalarına, pis bakışlarına, dişlerini sıka sıka susuşlarına bir türlü alışamayan Vezir Bin Hamut, Helyum gazı içerek ve hatta papağanımsı sesler çıkararak Şah’ı taklit eder, fakat olduramazmış. Çünkü kıçı taht biçiminde değilmiş. Herkes bilir ki şahlığın ve vezirliğin göstergesi tahta yapışmaktır; kıçını o şekle sokmayanlar, tahttan düşerler.
Bu nedenle o ahmak veziri “bahtsız” anlamında “tahtsız” diye çağırırlarmış. Taht sözcüğü zamanla insanın mabadı anlamına gelir olmuş, “Afedersiniz tahtım ağrıdı” “Ayy tahtım” “Tahtında basur var” sözleri Tebriz’in en ayıp sözleri arasındaymış.
“Tahta çıktı” sözüne tecavüzle eşdeğer ceza verilirmiş. Bu, yalnız Mekruh için serbestmiş çünkü o her türlü tahta çıkabilirmiş.
Bir gün Başveziri Hamut’la dertleşmek isteyen Mekruh, “Yav” demiş, “Çok enteresandır, bana diktatör diyorlar. Böyle şey olur mu? Ben diktatör olsam, bu ülkede bana diktatör denilebilir miydi?”
Şeyh Hamut’un aklından “Ne yapacaksın, insanların ağzını dikecek misin, tabii ki derler” demek geçiyormuş ama yutkunmuş. O kısacık boyu ve şirret sesiyle Şah Mekruh üsteliyormuş: “Söyle! Ben diktatör müyüm?”
Vezir dayanamayıp “Diktatörsünüz!” deyivermiş.
Şah Mekruh’un gözleri yuvasından fırlamış “yağlı urganı hazırlayın” diyerek gürleyecekken Vezir Hamut parmağını uzatmış “Gördünüz mü, söyledim… Diktatör olsaydınız ben bunu nasıl söyleyecektim?” demiş ve sonra da çak yapmış.
Gülüşmüşler ama biraz acıymış bu gülüşme. Şah Mekruh “Kafa bulmak” dediği şeyi herkese yaparmış ama kendisine yapılmasından hoşlanmazmış.
“Hamut” demiş Mekruh, “Valla doğrusu ben de her dediğimin yasa sayıldığı özgürlüklerden bıktım, her dediğim yasa oluyor … Biz en iyisi mi şey yapalım…”
Şah Mekruh okuma yazma bilmez cahilin biri olduğu için bu sözün gerisini Hamut’un getirmesini beklemiş.
Bakmış ki ses yok, bakmış ki Hamut korku ve merak içinde, “Şey yapalım” diyerek devam etmiş. “Seni şu andan itibaren benim bütün gizli ilişkilerimden, kızlarım, oğullarım ve karımla olan özel konuşmalarımdan, BOKYEYİM işlerinden de sorumlu yapayım, ha ne dersin?”
BOKYEYİM, Belediye Orman Kesme Yok etme Yıkma işleri Müdürlüğü’nün kısaltılmışı olduğundan Hamut korkudan ölecek gibi olmuş. “Senin neyine de Mekruh’a şaka yaparsın” diyerek kendine kızıyormuş. Çünkü Hamut’a göre orman yok etmek bir şey değilmiş ama BOKYEYİM’in başında otuz yıldır oturan canavardan ödü koparmış. “En iyi ben BOKYEYİM” diyerek belediyeye yaklaşanı daha ağzını açamadan kırt diye yutuveren bu canavar Baş Bokyeyimci El Fışkıyevî’den başkası değilmiş. Mekruh’un hık demiş burnundan düşmüş kadar benzeri olan bu rezil, carcar, korkunç ve iki yüzlü adam, yani El Fışkıyevî, yalnızca Mekruh karşısında yaltaklanır, “Şahım şahım” diyerek onun tahtına yüz sürermiş.
Aşağılık insanlar tarihçisi El Tıflî, bu adamın yüz sürdüğü yere dikkatimizi çekmekte ve bu iki rezilin kafa kafaya verip İMAMIM işleri başkanının o günkü sapık fantezilerini hayırla yad ederek, kakara kikiri, Bakara Mıkırı, eğlendiklerini bildirmektedir.
Koca Tebriz’de Mekruh Şah’a sen alçaksın deme cesareti gösterecek bir tek adam bile yokmuş. Varmış da, hepsi ya hapisteymiş ya da mezara gömülmüş.
Şaha “Diktatörsün” diyerek yaptığı şakadan ötürü harcanacağını hisseden Vezir Hamut, “BOKYEYİM bana göre değil, TOKİM olsa iyiydi” diyecek olmuş. Yani “Tebriz Ormanlarını Kesme İşleri Müdürlüğüm yeterli” demeye getirmiş. Mekruh bu, hiç öyle ulu orta, hiç neden yokken kimseyi sevindirir mi? Kötü kötü bakmış: Bu, “şaka yaptım” demek oluyormuş. “Korktun değil mi?” diyerek sırtarmış, bu gülmekmiş. “Fışkıyevî gelecek diye altına ettin, söyle yalan mı” demiş ve tahtını okşamış, bu da şaka yaptığını belli etmek oluyormuş. Sonunda, çak yapmışlar.
Mekruh’un şaka yapma düzeyi bu kadarmış.
Fakat yaptığı şaka belli bir süre sonra “Bu şaka, aklıma boşuna gelmedi ya” diyerek içinde yuvalanır ve kakaya dönüşürmüş. Çünkü Mekruh olağanüstü güçleri olduğuna, Allah tarafından görevlendirildiğine, Halife olacağına, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sultanı olarak öleceğine inanırmış.
Mekruh yalan olduğunu sezse bile onu yücelten bu sözleri çevresindekilere söyletirmiş. Çünkü yalan Mekruh’un habis ruhuna bir merhem gibi gelir, onu çocuk gibi sevindirirmiş.
Mekruh’un başka bir özelliği de okuma yazma bilmeden okumuş gibi yapabilmesiymiş. Ekonomi bilmeden ekonomi üzerine konuşabildiğini, hukuk bilmeden hukuk lafları döktürdüğünü, hadis bilmeden Arapça konuştuğunu, İngilizce bilmeden gâvurları lan bi sus diyerek susturduğunu gördükçe yapabildiklerine şaşar, “Bütün bunları bana Allah söyletiyor” diyerek kendisine yükseklerden bir güç verildiğini düşünürmüş. Söylediklerinin beş para etmez gerizekâlıca şeyler olduğunu açıklayabilecek bir kişi bile olmadığından Şah Mekruh Sultanlığı dünyada bilinen her şeyin dışında, yapayalnız, ateş ortasında dönüp duran bir akrep gibi kıvranıp dururmuş.
Onun böbürlenmeye düşkünlüğünü, bu zayıf noktasını bilen saray uşakları hep orayı pohpohlar, her söylediği sözü Tanrısal kelam işitmiş gibi çığlıklar atarak dinlerlermiş. Mekruh bu kişileri Danışmanım, İtim, Çakalım ve Tahtımın Kenarı Daire Başkanlıklarına bağlı kadrolu personel olarak atadığı için onların yardımcıları, şube müdürleri ve memurlarından oluşan koca bir yağcılık ordusu durmadan bu alçak ve aşağılık bücürü yüceltmek için çalışır, Tebriz böyle işlerle uğraşanlardan oluşan büyük bir yağcılık sektörü kurduğu için dünyaya örnek gözterilirmiş.
Gerçi tarihlerin silinmesinden önceki zamanı anımsayanlar, Tebriz’in altın çağlarını bilenler, bir zamanlar yemyeşil ormanlarda salıncak kurduklarını anımsar, medrereselerde yüksek düzeyde bilimle uğraşan aydınlık yüzlü insanların anısıyla ağlarmış. Tebriz böyle bir beton yığını değilmiş o zamanlar, şüphesiz biraz fakirmiş ama gönlü zenginmiş. Yöneticileri her zaman pis adamlar olsa da halk çevresine baktıkça mutlu olacak bir şeyler bulur, yokluktan umut devşirirmiş. Mutluluk önce gelir, iyilik, dürüstlükle sınanırmış. Para elinin kiriymiş, gönüller kurmak, doğayı bütün canlılarıyla sevmek asıl işmiş. İnsanlar doğanın bir parçası olduğunu bilir, onu incitmeye kıyamazmış.
Fakat Şah Mekruh’la başlayan dönem, önceleri “iyi şeyler oluyor canım” diyerek benimsendiğinden çok destekçi bulmuş. Zamanla onun ve BOKYEYİM’in başkanı El Fışkıyevî’nin yaptığı şeylerin geri dönülemez olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş. Tebriz bir daha asla eskisi gibi olamayacakmış, o artık bir beton kütle olarak kalacakmış.
Bu durumdan, tuhaf ama Mekruh bile hoşnut değilmiş.
Düşünmüş taşınmış, ülkenin yok edilen ormanlarının yerini tutması için danışmanım, sayışmanım, dövüşmenim, bilişmenim dediği kimler varsa sormuş soruşturmuş ve dev plastik ağaçlar yapan bir fabrika kurmanın en hayırlısı olacağı sonucuna varmış. Plastik de eloğlundan değil, kardeş kafa kesicilerden, Müslümaaaan Araplardan gelecekmiş. Böylece üç beş garibana ekmek kapısı açılacak ve şehir yemyeşil olacakmış.
Böylece idamlar daha gösterişli hale gelecek, kuş sesleri arasında idam fantezileri denenecekmiş.
Bunu şad eylemek amacıyla taht yıkayıcım, kuşak bağlayıcım, çanak tutucum, havuz yüzücüm dediklerini yanına alıp Umre’ye gitmiş. Allah kabul etsin diyerek iman tazelemişler, fakat o sefer hapı biraz fazla kaçırmışlar.
Kafalar yerine gelmiş.
“Tez” demiş Mekruh “Başvezir Hamut’u buraya çağırın!”
Hamut deveyle yedi günde anca gelebilmiş. Bakmış ki plastik hurma ağacında tesettürlü şişme huriler cennetler içre salınmadadır, yalnızca hükümdarın davet eylediği kişiler içeri alınmadadır; sürüne sürüne girmiş huzura. Ve onu görünce şunları demiş Şah Mekruh:
“Tez her türlü özgürlüğü ilan eyle. Bundan beyle, vadesi dolmadan ölmek serbesttir. Herkes soyguna uğrayabilir. Soyma özgürlüğü ilan ediyorum. Yalancılar yücedir, kadın olmak suçtur, taciz kadından sorulur. Bak hepsi ilmi gerçek, bunları biliyoruz, nereden biliyoruz, şahsıma bildiriliyor, efendim doğru haber vereni hapse tıkıyoruz, bizi bununla eleştiriyorlar. Bu özgürlüklere saygımızdandır; hapsetme özgürlüğümüzü kullanıyoruz. İşkence yasaların güvencesi altındadır. Acı çekme özgürlüğü engellenemez. Ahan da söylüyorum, seçim meçim yok, yapmayacağız. Vatandaşlar seçim sandığının başına gelmesin, özgürdürler. Hitler, -çok enteresan, ölmemiş miydi yav, meğer ölmemiş, bana ziyarete geldi- dedi ki Cizira denen yerdeki kara kafalıları cızır cızur bişürmeden abad olamazsın. Bitir işlerini. Ölmek bütün Amedîlerin en büyük özgürlüğüdür. Seni bundan böyle Cizira mahallesine muhtar yaptım, Ha bu da şaka değildir! Özgürsün.”
Bu büyük söylevin arkasından büyük uluma merasimine geçilmiş. Herkes Mekruh’un yüce kavrayışını övmüş, yerlerde yuvarlanmış, yüzüne acı biber sürmüş, kıçını ateşe bastırmış. Hamut bile şakasının bedelini bu kadarcık bir cezayla ödediği için gözyaşları içinde kendini jiletliyormuş.
Mekruh’un ulu sözlerini plastik hurilerden birinin kucağında otururken dinleyen bir havuz çalışanı, yağı fazla sürünce kaymış ve matkap üzerine düşüp ölmüş. Matkapın orada ne gezdiğini kimse bilememiş. Ömrü boyunca herkesin ardından demediğini bırakmayan, her türlü iftirayı atan bu adama ölür ölmez “doğruların doğrusu, büyük fikir adamı” unvanı verilmiş. Onun arkasından “Matkapın ucu gibiydi, dimdik öldü” demişler.
İşin aslını bilenler şişme hurilerle röportaj yapmaya çalışmış ama haberleşme özgürlüğü gereği yapılan röportaj, ölenin nasıl büyük bir askeri deha olduğu hakkında yazı dizisi şekline dönüştürülmüş.
O yazı dizisi, yılın bütün cemiyetleri tarafından yılın olayı olarak ödüllendirilmiş.
Böyle bildiriyor Rezil Herifler kitabının yazarı El Tıflî.