Dinsel roman yazanların, yazdıklarını dinsel kavramlarla değil estetik ortakduyunun biliş tarzıyla anlatabilmeleri beklenir. Dinsel inancın tartışılma yeri ve kanıtlanma alanı roman değildir
28 Ocak 2016 13:00
Dinsel amaçlarla yazılmış roman kendini hemen, üç şeyde belli eder: Gizem, masalsı abartı ve şiirsellik.
Gizem, kahramanları yüceltmenin bir yoludur. Kahraman hakkında içsel bir şey anlatmadan onun duruşu, bakışı, başkaları tarafından takdir edilişi anlatılır ve o yüce kişi herhangi bir insani zaafla yan yana getirilmez. Ondaki kerâmetler olduğu gibi benimsenir ve bunun tartışıldığı herhangi bir duruma rastlanmaz. Allah “bilinmeyi istemiştir” ve kahraman Allah’ın ya insan suretindeki izdüşümüdür ya da elçisidir: Davranışlarıyla Allah’ı gösteren ulu kişiler bu nedenle herhangi bir insanın konumuna işaret etmez. Onun açmazları, sıkıntıları, bedensel acıları, çıkarları, aklından geçen kötü şeyler yoktur. Ulu kişi her türlü hatadan arınmıştır; bu haliyle çağımızın bir karakteri değil, çağlar öncesinin bir kahramanıdır.
Masalsı abartı, romandaki her mucizenin dinsel bakımdan doğrulanması için gereklidir. Hayvanlar dile gelir, hatta Allah’a yakarır, bütün cisimler evrenin belli bir düzen içinde ve bir amaç için yaratıldığını ifade eder. Böylece roman, dinin söylemini, roman görünümü altında doğrulamanın aracı olur. Üstelik bu söylem dinin eleştirilemezliğinin ardına sığınarak, romana yapılan her türlü eleştiriyi dine yönelik bir küfür gibi göstermeyi mümkün hale getirir. Metin üzerinden yapılacak bir eleştiri karşısında oldukça zayıf görünen bu tür “romanların” dinsellikten gelen dokunulmazlığı, eleştirel düşünceyi gereksiz bir konuma iter. Adil bir tartışma olanağı bulunmayan bu düzlemde yapılacak herhangi bir karşı söz, bu tür romanlara itiraz edenleri hiç de istemedikleri halde edebiyatı değil dini tartışan kişi durumuna düşürür.
Şiirsellik, dinsel metinlerin yapısından kaynaklanır. Bu tür romanlarda sözel coşku şiirsel bir taşkınlıkla ilerler. Bunlar, hedef kitlenin roman okuyucusu olmadığını gösterir; hedef kitle inanan bir cemaattir ve yazar esriklik ve taşkınlığı dinsel inanışın belirtisi sayan bir kitle önünde konuştuğunun bilincindedir.
Bunları Reha Çamuroğlu’nun İsmail (Şah İsmail’i anlatır), Sibel Eraslan’ın Çöl ve Deniz (Hazret-i Hatice’yi anlatır), Nazan Bekiroğlu’nun Lâ (Adem’le Havva’yı anlatır) adlı yapıtlarında üç aşağı beş yukarı bir şema olarak bulmak mümkündür. Bu tür kitapların yaygın bir zeminde okunmasını, onların edebi oluşuyla açıklayacak kimselerin çıkacağı düşüncesiyle burada biraz durup konuşalım istiyorum.
Roman, insan varlığını tüm insanların dilinden kavrama sanatıdır: Onu dinin veya başka bir disiplinin dilinden kavramaya sanatı araçsallaştırmak denir. Roman insan varlığının ve akla gelebilecek her türlü insani yaşantının anlaşılmasına yönelir. Roman insanın kavrayışından hareketle varoluşun tanımlanmasıdır. Oysa dinsel amaçlı romanlar Tanrı’nın kavrayışını konu alır, üstelik insanın Tanrı’ya ulaşabilmek için neler yapması gerektiğinden söz eder. Bu tutum, romanın amacı olamaz. Olsa olsa din tebliğ edenin davranışıdır.
Dinin kendi başına kavradığı ve söylediği şeyi başka bir biliş alanında yinelemek ise totolojidir. Totoloji bir ifadeyi yenilik katmadan başka bir ifadeyle yinelemeye denir ve mantıkta “boş yere konuşma”nın karşılığıdır.
Romanda din propagandası yapmak, matematik teoremiyle uğraşan kişinin sayıları bırakıp onun yerine ilahi okuyarak teoremi ispat etmeye çalışmasıyla eşanlamlıdır. Bir kişi matematikle veya fizikle dinin eşdeğer olduğunu söylediği zaman şaşırmamız ne kadar doğalsa, din metinleriyle edebi metinlerin eşdeğerliğini söyleyenler karşısında da şaşırmamız gerekir.
Nasıl ki din sahasında kişisel kelam, psikolojik eğilimler, bilinçaltları, beden tasavvurları yasaksa; bunların serbest olduğu roman sahasında da dinsel kelamın kürsüsü yoktur. Toplumsal kurtuluş reçetesi veren sosyalist romanları, ötekileştirme ve nefret söylemi üreten millî romanları sanatı araçsallaştırdığı gerekçesiyle eleştirdiğimiz kadar, insanları hidayete erdirmek için yazılmış bu irşat mesellerini de aynı gerekçeyle kapının önüne koymamız hakkaniyete ve adalete uygundur.
Şüphesiz dini meselleri içeren arkaik bir edebiyat vardır, bunlar bir yığın melekle, şeytanla, cinle, ilahi kişiliklerle, dile gelmiş hayvanlarla ve “Tanrısal varlığı ispatlayan” doğal olaylarla ilgili konuları işlemiş olabilirler. Bu durum, Leyla ile Mecnun’un, Yusuf ile Züleyha’nın veya cenk hikayelerinin aynı mantıkla ve benzer dille yeniden yazılabileceği anlamına gelmez. Yazılırsa da edebiyatın hakkını savunan birileri çıkıp kral çıplak demek zorundadır.
Giysileri açık olduğu için kiliselerin veya camilerin kapısından geri çevrilen kadınlar görürüz ve bu o tapınağın kuralıdır diyerek durumu anlayışla karşılarız; aynı anlayış romana din bildirileriyle girmek isteyen kişilere uygulanmak zorundadır. Bu kural bir seküler haktır.
Çünkü roman Tanrı’nın dilini ve bakışını insana indirgeyen Rönesans ve Reform sürecindeki bilincin hikaye tarzıdır. Bilimin nesnel dille anlatan insanından doğmuştur nesnel hikayecilik. Romanda din ve bilim de dahil herkes ve her şey edebiyatın soğukkanlı bakışları altında incelenebilir artık.
Estetiğin özerk bir alan olduğunu belirleyen modern düşünürler ile “sanat yapıtının amacının güzeli yaratmak olduğunu, güzelin ise hiçbir çıkar duygusuna dayanmadan hoşumuza giden şey olarak tanımlanacağını” söyleyen Kant estetiği bize yardım edebilir. Çünkü güzellikten alınan haz ortakduyuya dayanmaktadır ve bu haz ahlâk yargıları gibi kavramlara göre biçimlenmez.
Bunlardan hareketle dinsel roman yazanların, yazdıklarını dinsel kavramlarla değil estetik ortakduyunun biliş tarzıyla anlatabilmeleri beklenir. Dinsel inancın tartışılma yeri ve kanıtlanma alanı roman değildir. Herhangi bir dinsel önermenin doğruluğu veya yanlışlığı edebi alanda tartışılmaz çünkü “doğru” ve “yanlış” kavramları estetiği değil mantığı ilgilendirir: Bu nedenle her yazardan yazdığı şeyin güzel olması beklenir.
Tanrısal kelamı tebliğ edenler etmiş, dini yayanlar yaymıştır: Romancı peygamber, aziz yahut din görevlisi olmadığına göre tebliğ olunan şeyi neden edebi alanda yinelemektedir? Tebliğ olunanları yetersiz bulduğu için mi? Bu durumda dinsel deyimle şirke düşmüş sayılır. Eğer din yeterli bulunuyorsa, metnin onu övmek amacından öteye bir amacı yoksa, bu da totoloji sayılmalıdır.
Dinsel olayları anlatmak; din propagandası yapmak veya onu yerden yere vurmak anlamına gelmez. Bu tür yapıtlar dini yücelterek (ya da aşağılayarak) roman olamazlar. Roman, dini herhangi bir toplumsal düzey olarak ele alır ve onun haklılığına veya haksızlığına kayıtsız kalır. Bu, romandan beklenecek en doğru adımdır. İşte ancak böyle bir durumda kahraman değil karakter öyküsü anlatılabilir. Dinsel romanların en büyük kusuru zaten “karakter” yoksunluğudur. “Karakter” kendi sorumluluğu olan kişidir, olayları yaşayan insandır, olaylarla birlikte dönüşüm geçiren protagoniste karakter denir. Oysa kahraman olaylar ne olursa olsun yüceliklerden gücünü alır, olayları değiştirir ve bir bakıma insanı değil, tanrısal gizemi temsil eder.
Roman, karakterlerin ruhuna korkusuzca girer; yasak, ayıp günah gibi kavramların sınırını çizmediği bir dünyada korkusuzca dolaşır. Sanat (din, devlet, hukuk gibi) bütün toplumsal kurumların yasaklarıyla, onların vaat ettiği korkularla, gizlediği sevinçlerle, vermediği ümitlerle, verdiği sıkıntılarla insanı yüzleştirir. Dinin mutlak çelişkisiz dünyası romana ancak çelişkili insanın dünyası olarak girebilir. Din ruhsal çatışma içindeki insana kurtuluş vaat ederken, roman kurtulduğunu düşünen insanın çatışmasını bulur.