Leylan: Bir serap-roman

Demirtaş’ın öykülerinin en dikkate değer yanı “duygudaşlık kapasitemizi” artıran şeylerdir. Leylan’daki “çoklu bilinç ortamı” serabı, duygudaşlığın ulaşabileceği en uç nokta olsa gerek. Bir başkasının aklından geçen ne varsa görebilmek, tek beyin gibi hareket edebilmek… bundan daha ötesi mümkün müdür duygudaşlığın?

22 Ocak 2020 01:46

Seher’in yayımlandığı sırada anne babamın yanında Adana’daydım ve kendime alırken bir tane de iyi bir edebiyat okuru olan babama almıştım. Bir ay kadar sonra, Seher’i okuduğunu söylediğinde nasıl bulduğunu sordum. Bir meslektaşı olarak takdir etmek ve bazı konulardaki görüşlerini beğenmekle birlikte hiçbir seçimde HDP’ye ya da Demirtaş’a oy vermemiş olan babam öykülerin bazısından çok etkilendiğini söylemişti. Biraz da şaşırmış görünüyordu. Sohbetimizden anladığım, onu etkileyen öykülerde anlatılanlar ya da olay örgüsü değildi. Bunların bilmediği şeyler olduğunu sanmıyorum. Ama başka bir şeyler, belki Demirtaş’ın öykülerde odaklandığı noktalar, ayrıntılar, belki öykü kişilerinin iç dünyasını açık eden kimi diyaloglar ya da içlerinden geçirdikleri –tam olarak ifade edilmesi kolay olmayan bir şeyler– böyle bir etki yaratmıştı.

Şimdi Demirtaş’ın iki öykü kitabı ve bir romanı yayımlandıktan sonra bu etki hakkında bir şeyler söyleyebilmenin daha mümkün olduğunu sanıyorum.  Şu soru baştan beri akıllarda ve dillerde: Bu etki edebi bir etki mi, ya da başka bir deyişle bu etki edebiyata dâhil mi?

Demirtaş’ın politik kimliği ve siyasi tutsak olması yazdıklarını okurken bizi etkilemiyordur diyemem, keza öykülerinde anlattığı acılara, dertlere neden olanlara muhalif olmak ve bunların dile gelmesinde, üzerlerindeki örtülerin sıyrılmasında politik bir fayda görüyor olmak da... Yine de benim bu soruya yanıtım Demirtaş’ın metinlerinin yarattığı etkinin edebiyata dâhil sayılması gerektiği yönünde. Hatta biraz abartarak şunu iddia edeceğim: Demirtaş’ın siyasetteki başarısının ve başka politikacılardan farklılığının neler olduğu sorusuna verdiğimiz, verebileceğimiz yanıtlar da bu konudan çok uzak, çok ayrık değil. İnsanın duygudaşlık kapasitesini artıran bir özelliği var Demirtaş’ın. Edebiyata misyon biçilmesinden yana değilim, hele ki siyasi tezlerin öyküleştirilmesinin, slogan ve propaganda amacıyla edebi metinler üretmenin edebiyata çok zarar verdiğini düşünüyorum, bununla birlikte gene de tırnak içine alarak bir misyondan, işlevden söz edeceksek, o da duygudaşlık kapasitesini artırmaktır, deme yanlısıyım. Bu, aynı zamanda okuduğumuz metnin bizi kendimizden, sınırlarımızdan taşırmasıdır, anlık olarak bir başkasının yerine geçebilmek, dünyaya bambaşka gözle, bizimkinden hayli farklı bir iç dünyadan geçerek bakabilmektir.

Demirtaş’ın siyasi başarısında da duygudaşlık konusunun önemli olduğu kanısındayım. Daha önce onun siyasi görüşlerine mesafeli olanların dinlediklerinde etkilenmelerini sağlayan, Demirtaş’ın onları kendileri gibi olmayanların yerine koymaya teşvik etmesi. Hatta bir adım ötesini görmemizi sağlaması. Başkasının yerine geçer gibi olduğumuzda aramızdaki farklılıkların değil dertlerimizdeki ortaklıkların öne çıkacağını bize hissettirmesi.

Dümdüz bir yol değildir başkasının yerine geçmek, sancısız da değildir, çok uzun sürmeyebilir, çok zaman anlıktır, kısa sürelidir, handiyse imkânsızdır, ama bir kez yaşandıktan, parıltısı görüldükten sonra unutulacak, görmezden gelinebilecek bir şey de değildir. Bir iz olarak kalır hiç değilse. Demirtaş’ın öykülerini slogan olmaktan kurtaran da bence buradaki zorluğu, sancıları, imkânsızlığı ihmal etmemesi. Flu alanlar bırakması, iyiniyetli beklentilerin, “keşke-böyle-olsa”ların dümdüz hikâye edilmemesi. Öykünün bir yerinde “keşke-böyle-olsa”nın “aslında-pek-de-öyle-değil”le yer değiştirivermesi. Başka bir deyişle, “keşke-böyle-olsa”nın bizatihi olup bitenlerin hiç de öyle beklendiği, umulduğu gibi olmadığının ifadesini olduğunu sezdirmesi. Devran’da yer alan “Kapkaç” öyküsünü düşünelim. Kapkaççı bir genç pişman olduğu bir kapkaçın ardından çantasını aldığı genç kadın ve arkadaşlarıyla tanışıp onlardan etkilenir, bu devrimci gençlerle zaman geçirmeye başlar. Ne ki öykünün sonunda “Devrimci hayat nedir tam olarak çözebilmiş değilim, ama güzel bir şey sanırım,” deyiverdikten sonra ekler: “Yelda da halen çok güzel.” (s. 48)

İyiniyetli beklenti gerçekliğin duvarına çarpar böylece. Gene de umutsuz bir son diyebilir miyiz buna? Devrimci hayat için de, Yelda için de “güzel” demiştir bir kez; devrimci hayatın ne olduğuna ilişkin belirsizliğin, fluluğun yanında delikanlının yaptığı bu saptamalar da elde var birdir. Sürülecek iz budur belki de; Yelda’nın güzelliğinin bu delikanlıda yarattığı coşkunun devrimci hayatın yarattığıyla arasındaki benzerliktedir.

Devran’daki öykü toplamının en ayrıksı örneği olan “Şeftren”de de belirsiz bir alan var. Bu kısacık öykünün sonunda anlatıcının melankolik acılar çekme düşü kurarak gerçekliğin çeperlerini zorladığını anlarız. “Düş kuruyorum, bari güzel düşler kurayım,” diyemediğine göre, öyle bir haldedir, öyle bir dünyadadır ki, düş kurmanın bile sınırları vardır. Daha önemlisi, bu acılarda bulunan teselli ya da medet, insan ruhunun karmaşık yapısının yanında, insanın elinde her ne varsa onu, içinde bulunduğu ânın bedbinliğinden az ya da çok ötelere gidebilme yolunda bir aygıta çevirebilme potansiyelini işaret eder. Bu da bir tür kendini başkasının yerine koyma, dolayısıyla kişinin duygu kapasitesini genişletme çabası değil mi? Üstelik bu çabanın bile engellendiğini göz ardı etmemek lazım. Buna bile imkân tanınmayabildiği bir yer ve zamanda yaşıyoruz.

“Aşk Boğar İnsanı”nın anlatıcısı da, devrimci hayatın ne olduğunu kestiremeyen delikanlı gibi bir şeyleri bilemez haldedir. Onun için de aşkın ne olduğu, nasıl bir şey olduğu müphemdir. “Şeftren”deki istasyon şefi gibi hayal dünyasındadır – bir farkla, o çok da bilinçli olarak kurmamaktadır hayallerini, onun bilinci geçirdiği bir kaza nedeniyle bulanıklaşmıştır, gerçeklikle hayalin sınırları onun için kesinlikli değildir. Bu belirsizlik alanında Nusret’in yaşadıkları dışarıdan baktığımızda hayli kederli gelir bize, ona acıyabiliriz. Bu olaylar başka bir anlatıcının ağzında, kaleminde çok kolaylıkla acıma duygumuzun istismar edileceği bir metin haline gelebilirdi, ama Demirtaş’ın kendine özgü ironisiyle ilerleyen kurgusu içinde bu “acıklı” olaylar bizde başka bir etki yaratıyor. Kesin sınırlar gevşeyip belirsizlik alanları genişlediğinde bizi edilgenliğe sevk edebilecek acıma (ya da kendine acıma) duygusu yerini bir tür hafiflemeye bırakıyor, tuhaf da olsa etkinleştiriyor. Zorlu, sancılı bir yolla olsa da. Ama nihayetinde canımızı yakanları da huzursuz edebiliriz hayallerimiz ve tuhaflıklarımızla hafiflerken.

“Yeni Hayat” öyküsü ilk anda kaderden kaçılamazmış hissi yaratır, anlatıcı uzaklaşmak istediği dünyadan fiziksel olarak uzaklaşsa da bir zaman sonra kendisini o dünyanın bir benzerinin içinde buluyordur. Öykünün sonunda kabullenme zannettiğimiz seçiminin (kaçmak istediği yere dönüşünün) hiç de öyle olmadığını tek bir kelimeyle sezeriz. “Keyifle” kelimesiyle. Ona keyif veren artık kaçmayacak olmasıdır, ama daha da önemlisi kendisini saklaması, inkâr etmesi gerekmeyecektir. Sahteliklerle yaşamaktansa elinde ne varsa, başına ne gelmişse bunu gizlemesine gerek kalmayacağını ve bundan sonra her ne yapacaksa bulunduğu noktadan başlayacağını bilmenin ferahlığından “keyif” duymaktadır. İnsanın kendisini kıstırdığı kapanın aralanmasıyla daha sahici yaşantılara, duygulara, duyumsamalara açılacağını duyuran bir öyküdür bu.

Demirtaş’ın öykülerinde anlattığı kişilerin duygu dünyalarını, karmaşalarını önümüze serebilmesini sağlayan onları yakından tanıması. Özellikle yoksul genç erkeklerin karmaşayla dolu, kendileriyle dalga geçmekten sakınmayan ruh halleri belli ki çok tanıdık onun için. Aktif insan hakları savunuculuğu ve siyasi hayatı boyunca çok farklı kesimlerden insanlarla beraber olmasının ve hınzır gözlem yeteneğinin katkısı da büyük olmalı başkalarının yaşantılarını tanımasında, bilmesinde. Gelgelelim, yazdıklarını edebi metinler haline getiren başka bir tutum bence. Sözünü ettiğim yakınlığı, hikâyelerini anlattığı insanların “içinden geçerek” tanımış Demirtaş, onlara dışarıdan bakıp da gördüklerini anlatmıyor; tanık olunmuş, seyredilmiş acılar, sıkıntılar, bocalamalar değil yazdıkları; duygu göçü yaşayarak aradaki mesafe bu şekilde kısaltılarak kaleme getirilmişler. Bizde de bunları okurken duygu göçü yaşatan, böylelikle duygu kapasitemizi genişleten bunu seziyor olmamız. Öykü kişisi işkenceleri görmezden gelmiş emekli bir savcı olduğunda bile onun duygu dünyasına bir kapı aralanıyor mesela. Üstelik bu kapıdan gördüklerimiz de sözünü ettiğim konuyla ilgili. “Gün Olur Devran Döner”deki emekli savcının trajedisi başkalarının acılarıyla kendi acısının aynı değilse bile simetrik, komşu, yakın acılar olduğunu fark ettiğinde artık çok geç kalmış olduğunu görmesinde. Duygudaşlık kapasitesi kendi içine gömüldüğü için genişleyemeyenlerden biridir bu savcı. Başkalarının yanında kendi hayatını da zehretmiştir.

Sadece duygu kapasitemizi değil, vicdan ve utanç kapasitemizi de artırdığını belirtmek gerek Demirtaş’ın öykülerinin. Bunu da bulunduğu yerden başkalarına eleştiri okları yönelterek yapmıyor, aksine o okların hedefine kendisini koyma cesaretini de gösteriyor. “Baran’ın Beşiği”nin sonundaki milletvekilini hatırlayabiliriz burada.

İçe kapanmanın, içe gömülmenin, duyargaları sadece kendimize benzeyenlerle aynılarımıza ayarlamanın, onlardan başkasını kendimize tehdit olarak görmenin siyasi ve toplumsal hayatta özendirildiği, bunun hayırlı bir tutummuş gibi teorize edilmeye çalışılıp başkalarının acılarını, duygularını, hayatlarını görmezden gelme pahasına pratiğe döküldüğü günümüzde, Demirtaş’ın öyküleri bize temel sıkıntının biraz da bundan kaynaklandığını, ancak başkalarının bize şifa olacağını, öbür türlü zehirlenip gideceğimizi duyuruyor. Şunu fısıldıyor: Başkalarının hayatlarını görmezden geldiğimizde kendi hayatımızı da görmezden geliyoruz, çünkü böyle yaparak Hayat’ı görmezden gelmiş oluyoruz.

İki Beyin Arasındaki En Kısa Mesafe

Yakınlarda yayımlanan Leylan, yukarıda da değindiğim, Demirtaş’ın iç dünyasını, dilini, hal ve tavrını iyi bildiği Diyarbakırlı bir delikanlının, Kudret’in aşk hikâyesi olarak başlıyor. Ortaokul yıllarında başlayan, sevdiği kıza, Serap’a asla açılmadığı, açılmayı aklından bile geçirmediği, ama ona aşkını hissettirmenin farklı yollarını bulduğu, onu böyle uzaktan sevmesine engel olabilecekleri, ona yan gözle bakanları, sonraki yıllarda onunla evlenmeyi aklından geçirenleri bir yolunu, bir açığını bulup oyunun dışına attığı, gene de gidip açık açık konuşmadığı bir aşk. Duygularını ifade etmenin farklı yoluna bir örnek, sevdiği kızın mendilini çalması mesela; bütün iletişimleri de günde bir ya da iki kez aynı saatte kızın penceresinin önünden geçmesinden ibaret. Bu bir “okul aşkı” olarak filizlendiği için haliyle okula hâkim olan atmosfer de önemli. Öğrencilerin Türkçeyle okulda tanıştıkları bu eğitim sırasında Kürtçe kelimelerle Türkçe kelimelerin birbirine nasıl karıştığını (kaynaştığını değil, karışıp karmakarışık olduğunu) Demirtaş mizahi bir dille anlatıyor. (Bu arada “leylan” kelimesinin “serap”ın Kürtçesi olduğunu da eklemeliyim.) Eğitim hayatına Kudret gibi bilmedikleri bir dille ansızın karşılaşarak başlayanlara romanın bu giriş bölümü çok yakın gelmiş olmalı. Şu cümleyse bizim için, duygudaşlık kurmamızı kolaylaştırmak için:

“Yedi yaşındaki bir Türk çocuğunu İstanbul’un göbeğinde Çince eğitim yapan ilkokula gönderdiğinizde ne kadar matematik, hayat bilgisi veya Çince öğrenebilirse biz de o kadar öğrendik işte.” (s. 16)

Roman bu minvalde gidecek sanırken Kudret’in okul yıllarından sınıf arkadaşları Netice’yle karşılaşmasıyla bambaşka bir yönde ilerliyor, daha doğrusu Kudret’le beraber bambaşka bir romanı okumaya başlıyoruz: Netice’nin yazdığı romanı, Hayat Hep Yarımdır’ı. Leylan’ın ana gövdesi de bu metin zaten. Bir serap-roman Hayat Hep Yarımdır, bugünün bilimsel koşullarında imkânsız olan bir şeyin gerçekleştiği bir serabın içindeyiz romanda. “İki ayrı beynin birbirine bağlanması[nın] sağlan[dığı],” bu şekilde “çoklu bilinç ortamı yaratma[nın] başar[ıldığı]” bir dünyadayız.

Bu serap-romana pek çok noktadan bakmak mümkün. Örneğin romanın girişindeki hikâyelerin metnin devamında ustaca birbirine bağlandığı mutlaka vurgulanmalı. Hikâyelerin başta sürçüp tökezlediği, ansızın kesildiği ama sonra farklı şekilde yeniden başladığı bir kurguyla ilerliyor roman. Bu sırada soru işaretleri birikiyor, okuyanın merakı yükseliyor. Bütün düğümler çözüldüğünde baştaki bu sorular da yanıtını tek tek buluyor. Birbirine bağlanan ayrıntıların incelikle işlendiği çok açık.

Bunun yanında Leylan’da dışavurulan tartışmalar da hayli ilgi çekici. Bedirhan’ın hayat ve mutlu olmak üzerine söyledikleri mesela: “Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinden koşarken mutlusundur.” (s. 277) Ya da mücadeleden vazgeçip ikbal peşine düşen roman kişisinin bocalayışları.

Gelgelelim, ben esas olarak romandaki “çoklu bilinç ortamı” üzerinde durmak istiyorum. Buradaki bir ayrıntı önemli görünüyor. Romanda bu mekanizma Dr. Sema’ya şöyle özetlenir:

“Heyecan verici bir deneyim olacaktı; kendi beyni ile Bedirhan’ın beyni birbirine bağlanacaktı. Kendi bilinç dünyası Bedirhan’ın bilinç dünyası ile birleşecekti. Bedirhan’ın aklından geçen ne varsa –tabii eğer varsa– görebilecek ve tek beyinmiş gibi hareket edebileceklerdi. Bedirhan’ın bilincinin açılması için onunla aynı hayal dünyasının içinde kalıp ona yardım etmeye, sorunların kaynağını bulup onları çözmeye çalışacaktı.” (s. 175)

Yazının başında Demirtaş’ın öykülerinde “duygudaşlık kapasitemizi” artıran bir şeyler olduğundan söz etmiştim. Buradan bakıldığında romandaki “çoklu bilinç ortamı” serabının duygudaşlığın ulaşabileceği en uç nokta olduğu söylenebilir. Bir başkasının aklından geçen ne varsa görebilmek, tek beyin gibi hareket edebilmek… bundan daha ötesi mümkün müdür duygudaşlığın? Bedirhan, haklı olarak insanların beynine bu şekilde girebilmenin taşıdığı riskleri hemen ifade eder. Toplumu tekdüzeleştirmek, bireylerin de birbirinin aynısı ve yöneticilerin çizgisinden milim sapmayan sözde-varlıklar olmasını arzulayanlar için onları “tek beyin”e bağlamak müthiş bir icat olacaktır. Dr. Sema da katılır eşinin söylediklerine. İnsanları tek bir çizgiye çekmek varoluşun doğasına aykırıdır. “Her yaşamın anlamı özgündür,” der Dr. Sema, “kendine göredir. Hiçbir anlam yüzde yüz başka bir insanın yaşamının anlamıyla örtüşmez. Birbirine yakın olabilirler ama aynı olamazlar.” (s. 277)

Romanda bu bahis uzun uzadıya tartışılıyor, benim dikkat çekmek istediğim ayrıntı ise Demirtaş’ın “çoklu bilinç ortamı”nı mümkün kılan mekanizmada “hayal gücü”ne verdiği rol. “Onunla aynı hayal dünyasının içinde kal[maktan]” söz edildiğine değindim, ama sadece bu değil. Giriş kapısı da hayal dünyasından geçiyor:

“İki beyin cihazlarla birbirine bağlandıktan sonra Bedirhan’ın beynine dışarıdan gönderilecek uyarıcı elektriksel sinyaller sayesinde hastanın hayal kurmaya başlaması sağlanacak, bu esnada Sema da Bedirhan’ın beyninde gerçekleşen bütün nöronal faaliyetleri cihaz sayesinde algılayacak ve böylece Bedirhan’ın kurduğu hayali ve düşündüğü her şeyi kendi beyninde gerçekleşiyormuş gibi görecekti.” (Vurgu eklenmiştir, s. 178)

Bir başkasının beynine ancak hayal yoluyla girilebilmesi çok manidar aslında; hayal gücümüz ya da hayal dünyamız bizim en geçirgen yanımız gerçekten de. Bize ait başka pek çok şey sağlam, kuntlaşmış ve sabitleşmişken hayal dünyamız uçucu, ne olduğu tam anlaşılamayan bir belirsizlik alanı. (Sanırım sistemin insanları kendisine çektiği yer de tam burası.) Çok zaman kelimelerle ifade etmenin zor olduğu bir alan. Duygudaşlık kurmamıza imkân veren yanımız da hayal gücümüz olsa gerek. Bir başkasının yerinde kendimizi hayal etmek değil midir duygudaşlık? Bu noktada, edebiyatla ilişkimizde de işin içinde hayal gücümüzle ilgili benzer bir mekanizmanın bulunduğunu düşünebiliriz sanırım. Hatta daha da ileri gitmeyi göze alarak şunu savunacağım: Bir başka kişiyle “çoklu bilinç ortamına” girebildiğimiz tek alan edebiyat – şimdilik. Bir öykü ya da roman kişisinin bilinç dünyasıyla bizim bilinç dünyamız birleşir gibi olur. Kelimelerle ifadesi zor bir alanda ama kelimeler aracılığıyla gerçekleşen bu birleşmenin biçimi, tarzı, süresi, sürekliliği, niteliği metinden metine ve okurdan okura değişir, ama az ya da çok bu birleşme gerçekleşir.

Duygudaşlık için hayal gücü gerekiyor ama yeterli mi bu tek başına? Onu önceleyen başka bir şey var. Kelimedeki “daş” hecesinde açıkça görülüyor. Ortada bir “ben” ve bir de duygudaşlık kuracağı başka bir “ben” olmak durumunda. İki “ben” arasında kurulabilecek bir ilişki duygudaşlık. Yukarıda değindim, Bedirhan’ı ürküten tam da bu; “çoklu bilinç ortamında” kurulacak ilişkinin bir tabiiyet ilişkisi olması, “ben”lerden birinin silinmesi ve tekleşmeyle sonuçlanması. Duygudaşlığın önemi de burada zaten – farklılığın olduğu yerde mümkündür ancak. Bunun yanı sıra özgür düşünceye, eşitliğe ve yaratıcı hayal gücüne ihtiyaç duyar ve karşılıklı olarak birbirlerini beslerler. Bunlar olmadığında, Bedirhan’ın kaygılandığı gibi tabiiyet ilişkisi başlar. Ya da romanın başlarında Kudret’in ilkokulu daha yeni bitirmiş, Serap’ın peşine düşenleri pataklayan hayta bir çocukken söylediğiyle sınırlı kalır iki beyin arasındaki en kısa mesafe.

“Bir insanın beyni en çok ne zaman size yakın olur biliyor musunuz? Kafasını suratınıza gömdüğünde tabii.” (s. 23)

Taslağı Tamamlamak

Leylan’da okuduğumuz, Hayat Hep Yarımdır’ın bitmiş, son hali değil. Netice, Kudret’ten okuyup önerilerini iletmesini ister, demek ki bu serap-roman yarımdır, hayat gibi. Bizim de Kudret’le beraber aynı metni okuduğumuz çok açık, çünkü Hayat Hep Yarımdır Kudret, “Hemen orada açıp okumaya başladım,” der demez başlıyor. Böyle düşünmeyi mümkün kılan bir neden daha var. Netice romanda eksikliğini hissettiği bir yer olduğunu, bu bölümü tamamlayabilmek, orada bahsi geçen kamyon şoförünü ete kemiğe büründürmek için Diyarbakır’a geldiğini söyler Kudret’e. Okuduğumuz metinde de şoförle ilgili bölümün eksik olmasından ötürü bunun taslak olduğundan emin olabiliriz. Ne ki ben bu eksikliğin de hayırlı bir belirsizlik alanı olduğunu ve hayal gücümüzü iş başına çağırdığını düşünüyorum. Kitabın sonundaki “Teşekkür”ünde Selahattin Demirtaş Leylan için, “Sanki edebi hayatımın son kitabı bu gibime geliyor,” diyor, ama belli mi olur, belki bir gün kamyon şoförünün öyküsünü de yazar, ama o yazana dek edebiyatın “çoklu bilinç ortamında” Netice’yle bir araya gelip onunla ve hayalimizdeki şoförle duygudaşlık ederek kendimiz tamamlayabiliriz öyküyü. Demirtaş da, “Bu kitabı milyonlarla beraber yazdık,” demiyor mu zaten!