Gönlümüzdeki çatlaklardan sızan ışık: Leonard Cohen

6 Kasım, Leonard Cohen’in birinci ölüm yıl dönümüydü. Kanada, her zaman gurur duyduğu büyük oğlunu iki büyük faaliyetle andı, anıyor. Biz ise 82 yıllık ömre nasıl sığdığını bilemediğimiz bazı satırbaşları ile yetiniyoruz

23 Kasım 2017 14:01

1.

Rivayet o ki, Kanada Sanat Konseyi’nden aldığı üç bin dolarlık bursla 1960 yılında Londra’ya giden Leonard Cohen’in ilk yaptığı iş, Olivetti marka bir daktilo ile Burberry’den mavi bir yağmurluk almaktır. Soğuk bir odada oturup hüzünlü şiirler yazan genç birisi için hayli önemli bir adımdır aslında bu. Buna rağmen, Burberry’den alınan yağmurluk, yıllar sonra Famous Blue Raincoat şarkısına ilham veren yağmurluğun ta kendisi midir bilmiyoruz, ama Suzanne şarkısının bir dönem birlikte yaşadığı Suzanne yerine, bir başka Suzanne için yazıldığını biliyoruz bir miktar![1]

Bildiğimiz bir başka şey de, Bird on the Wire şarkısına konu olan Marianne’in hüzünlü öyküsü. 60’ların başında Londra’nın bol yağmurlu ve sisli havasından sıkılan Cohen, büyük annesinden kalan mirasın da verdiği rahatlıkla savrulup durmaktadır. Bankada gördüğü bir veznedarın tenindeki bronzluğun sebebini merak etmiş, onun Yunanistan’dan yeni döndüğünü öğrenince de ilk uçağa atlayıp Atina’nın yolunu tutuvermiştir. Nihaî hedefi, Atina’nın biraz daha ilerisindeki Hydra Adası’dır aslında. Pire’den bindiği feribot, birkaç saat içinde hedefine ulaştıracaktır genç şairi. Hydra’daki sıradan hayat, ruhunda fırtınalar esen ve bunalımdan bunalıma sürüklenen Leonard Cohen açısından tam bir sığınak fonksiyonu görecektir çok geçmeden. Büyük annesinden kalan mirasın 15 bin dolarıyla, bütün itirazlara rağmen hiç mütereddit davranmadan beyaz badanalı bir ev satın alması, bunun somut bir göstergesidir mesela. Kuvvetle muhtemeldir ki, Lawrence Durrel’den sonra bir Yunan adasında mekân tutan yüreği yaralı ilk Batılıdır Leonard Cohen...  

Hydra’daki beyaz badanalı evin balkonu, sabahın erken saatlerinden itibaren kuş cıvıltıları, martı çığlıkları ve rüzgârın uğultusunun yanı sıra, Oivetti’nin tuşlarından yansıyan şakırtıya da tanıklık edecektir uzunca bir süre. Gene de, Leonard Cohen’in The Favorite Game isimli fantazmagorik romanı ile Flowers for Hitler isimli şiir kitabını yazdığı yılların sorunsuz yaşandığını söylemek bir hayli zordur. Şiirler için bol miktarda uyuşturucu, romanlar içinse uzo ve şarap yıkıp geçmektedir ortalığı çünkü. Kimi zaman da, tersinden başlayan kayıt kabul koşulları egemendir Hydra’nın insanı ta içeriden kuşatan iklimine.

Leonard Cohen, Fotoğraf: Gunter Zint, 1970 Çığlığını çılgınlıklardan ve çıngıraklardan esirgemeyen güçlü şairler gayet iyi bilirler: Yaratıcılığı besleyen temel unsur aşktır. Aşktan mahrum manzumeler, kâğıtlara iliştirilse bile, yüreklerin solgun kıyısına ulaşamamaktadır pek fazla. Kazara yaklaşmaya kalkışsa, öpülesi dudaklara yakışmadığını hemen sezen akide şekerleri misali eriyip gitmektedir usul usul. Oysa, mavisi mora çalan Akdeniz ufkunda, aşkın kendisi bir kenara, esintisi bile yelken aramaktadır yol yordam uyarınca. Bu ise Leonard Cohen hesabına daha fazla uyuşturucu, daha fazla alkol demektir tabii ki. Ta ki, bir gün markette o mucizevî yaratık bütün varlığıyla karşısına çıkana kadar...

Nelere ilham vereceğinden henüz habersiz bulunan kadının ismi Marianne Ihlen’dir ve güzelliğini örseleyen yahut besleyen küçük bir kusuru vardır: Evlidir ve sanki bu yetmezmiş gibi, dört aylık oğlunu da taşımaktadır kucağında! Bird on the Wire’ın dizelerine ve notalarına bütün cesaretiyle müdâhil olan Norveçli bu güzel kadın, aradaki bütün ayrılıklara ve kırgınlıklara rağmen, ölene kadar dost, arkadaş ve sevgilidir Cohen için. Birbirlerine, hüznün gölgesinde gizlenen bir öfkeyle seslendikleri bütün zamanlar dâhil! Öyle ki, kanser hastası Marianne, Leonard Cohen’in ona gönderdiği son mektubu dinlerken gözlerini kapatacak ve başında bekleyen arkadaşlarının şaire bildirdiğine göre, huzur içinde tamamlayacaktır yeryüzü sürgününün son günlerini.[2] Hey, That’s No Way to Say Goodbye, So Long, Marianne boşuna yazılıp bestelenmemiştir bir başka ifadeyle...

2.

Leonard Cohen, gençliğinden başlayıp yaşlılığına uzanan girintili çıkıntılı anaforlara aldırmadan, hemen her yerde ve hemen her fırsatta, işitmeyi ihmal etmeyen kulaklara ve kayıt cihazlarına, esasen şarkıcı değil, şair ve yazar olduğunu söyleyecektir. Öyledir de. En azından, kendisiyle ve kâinatla sürdürdüğü kavgadan yorulup perişan bir hâlde mistisizmin serin kanatlarının altına sığındığı bütün zaman dilimlerinde yüreğini parçalayan çileler ve o acıların söze dökülme biçimi bunun böyle olduğunu ifade etmektedir hepimize. Meselenin müzisyenlik kısmına, tıpkı sahneye çıktığı ilk günkü gibi panik ataklar eşlik edecek, sadece, İstanbul’a da uğradığı “sahnelere ve hayata elveda turu”nda bir miktar rahat nefes alacaktır.[3] Judy Collins’in ısrarıyla, dizleri titreye titreye ilk kez adım attığı sahnede Suzanne’i yanlış okuduğu yetmiyormuş gibi, bir de sözlerini unutmuş ve kaçarak kulise sığınmak dışında bir çare bulamamıştır oysa. Britanyalı gazeteci Sylvie Simmons tarafından yazılan I’m Your Man: The Life of Leonard Cohen isimli yetkin biyografiye bakılırsa eğer, asıl idollerini müzik dünyasından değil, edebiyat dünyasından seçtiği görülecektir zaten. Bu idollerin ilk sırasında, aşk yorgunu ve kırgını şiirleriyle acının şafağında ışıldayan İrlandalı şair William Butler Yeats’in yer alması fazla incitmez zihnimizi. Ancak, kızına ismini verecek ölçüde sevdiği İspanyol şair Federico García Lorca’nın trajik sonu, Cohen’in yazgısında yolunda gitmeyen hırpalanmışlıklar bulunduğu gerçeğiyle yüzleştirir bizi.[4] McGill ve Columbia üniversitelerindeki tahsili sırasında ise bu isimlerin yanına, Lev Tolstoy, Marcel Proust, T.S. Eliot, James Joyce ve Ezra Pound’u da iliştirecektir özenle.[5]  

Leonard Cohen çocukları Lorca ve Adam'a Peter Pan okurken, Fotoğraf: Dominique Boile

3.

Yazarlığını ve şairliğini ön plana çıkartmak, hiç şüphesiz, Leonard Cohen’in müzikle kurduğu ilişkiyi gözden kaçırmamızı gerektirmiyor.  Bilhassa küçük yaşlarında, muhtemelen içine doğduğu Yahudi gettosunun da tesiriyle, folk şarkılarıyla ilgilendiğini biliyoruz mesela. Ne var ki, müzikle doğrudan bir bağlantı kurmak istememesinin gerisinde, belki de o ilk trajik tecrübe yatıyordur. Hikâye hakikaten travmatiktir ama: Yirmili yaşlarının hemen başında, tenis kortunda tanıştığı İspanyol bir delikanlıdan gitar dersleri almaya başlıyor Leonard Cohen. Birkaç ders gayet iyi gidiyor üstelik. Lakin, dördüncü derste birdenbire ortadan kayboluveriyor İspanyol hoca. Meraklanıp kaldığı eve telefon eden Leonard Cohen, gencecik gitar hocasının kendini öldürdüğünü öğreniyor. Genç şairin hiç beklemediği bu cevap, bir kıymık misali zihninin karanlık bir köşesine batacak ve bir daha da çıkmayacaktır ne yazık ki. Yolunu yöntemini bilmiyoruz ancak bu derin travma hayli belirleyicidir Leonard Cohen’in bildiğimiz Leonard Cohen sularına sürüklenmesinde. Yıllar sonra, Avusturya’da verdiği bir konser esnasında, “Bu genç adam hakkında hiçbir şey duymamıştım. Montreal’e neden gelmişti, o tenis kortunda ne arıyordu ve neden durup dururken canına kıymıştı? Bunlara dair hiçbir fikrim yoktu. Müziğimin temelinde biraz da bu trajedi yatıyor galiba” deyişine bakılırsa, aradan geçen zamanın onarıcılığına rağmen tesirini asla yitirmeyen, kâbus gibi bir gönül yarasıdır bu.  

Chelsae HotelLeonard Cohen, yeryüzünün müzik tarihine asıl okunaklı kaydını, New York’taki o ünlü Chelsea Hotel’de kaldığı yıllarda yaptıracaktır hiç şüphesiz. Yıllar sonra bu satırların yazarının da birkaç günlüğüne konuk olacağı Chelsea Hotel’in dördüncü katındaki odasında, gündüzleri küçük defterini şiirle dolduran, akşamları da Manhattan’daki muhtelif mekânlarda sahneye çıkan bir Leonard Cohen vardır artık karşımızda. Kendisini dinlemeye gelenler arasında, bugün bile zihnimize ve ruhumuza yabancı düşmeyen isimler mevcuttur üstelik. Geçtiğimiz yıllarda yayımlanan M Treni ile Misak-ı Millî sınırları dâhilinde de hayli ilgi çeken Patti Smith oradadır mesela.[6] Cohen’in Beautiful Losers kitabının katıksız bir hayranı hâlinde Chelsea Hotel’in koridorlarını arşınlayan Lou Reed de Patti Smith’in hemen yanıbaşındadır. Ve nihayet, Suzanne şarkısını dilinden düşürmeyen Jimi Hendrix karşı köşeden gülümsemektedir muzip bir ifadeyle...

Lakin, nasıl demeli, nasıl söylenmeli yahut dile getirirken nerelere gizlenmeli, Janis Joplin vardır bir de. Varlığıyla hemen dikkat çeken Janis Joplin, Chelsea Hotel’in sadece müdavimi değil, bir miktar kurbanıdır da zaten.[7] Leonard Cohen’in bir veya birkaç gece odasında ağırladığı Janis Joplin’in Chelsea Hotel şiirinin ve şarkısının esas kahramanı olması hiç de şaşırtıcı değildir bu yüzden. Şaşırtıcı olan, Cohen gibi incelikleri önceleyen bir insanın, Joplin’i anlatırken pornografik diye nitelemekte hiç de güçlük çekmeyeceğimiz bir şiiri nasıl yazabildiği ve yazdığı yetmezmiş gibi, “giving me head/ on the unmade bed” dizelerini nasıl gün ışığına çıkartabildiğidir...  

4.

Leonard Cohen’in bir diğer yakın arkadaşı da önceki yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Bob Dylan’ın ta kendisidir. Müzik yapma tarzları birbirlerinden hayli farklı bir seyir izlese de, ortak yönleri hiç de yabana atılır gibi değildir. Bir kere, ikisi de Yahudilik gibi sağlam bir kültürel arka plana sahiptir, ikisi de, edebiyat kadar, Kitabı-ı Mukaddes’in sayfalarını süsleyen çarpıcı imgelere de bir hayli düşkündür.[8] 80’lerin başlarında dostukları bir hayli ilerlediği için olsa gerek, Cohen, Bob Dylan’ı dinlemek için kalkıp Paris’e gitmeye üşenmemiştir bile. Konserden sonraki sabah iki şair/ müzisyen, Paris’in ünlü cafelerinden birinde bir yandan Gitanes eşliğinde acı Fransız kahvelerini yudumlamakta, bir yandan da müzik ve edebiyat dünyasına dair dedikoduların şafağına yakın tutmaktadır akıllarını fikirlerini.

Leonard CohenBob Dylan, bir ara fırsatını bulup sözü çok sevdiği Hallelujah’a getirecek ve bu şiirin yazılmasının ne kadar sürdüğünü soracaktır Leonard Cohen’e. Beş yıl rakamını telaffuz etmekten utanan Cohen de, “İki yıl” diyerek geçiştirmeye çalışacaktır durumu. Bob Dylan’a söylemese de, o beş yıl boyunca Chelsea Hotel’in duvarlarına başını vura vura tamamlayabilmiştir söz konusu şiiri Cohen. Muhtemelen, muhatabının bunu anlamayacağını düşündüğü için kendisine saklamıştır bu bilgiyi. Hemen arkasından da, jeste jestle karşılık verme kaygısıyla, Bob Dylan’ın son albümündeki I and I şarkısını ne kadar sürede kaleme aldığını soracaktır Cohen. Dylan’ın “On beş dakika” cevabı, Nobel alışını haklı çıkartacak bir yalınlıktadır elbette! Üstelik, Cohen, “Bence Dylan abartmıştı, en fazla on dakika sürmüştür” sözleriyle netliğe kavuşturacaktır bir süre sonra meseleyi. Eh, Bob Dylan da bütün bu mukayeselerden bir şeyler öğrenmiştir tabii ki. Kim bilir kaç yılın ardından, Los Angeles’ta karşılaştıklarında, bu kez, yaşayan en ünlü şarkı sözü yazarının kim olduğu sorusunu bırakacaktır orta yere. O yıllarda, Zen-Budizm terbiyesinin gölgesine sığınan Leonard Cohen de, “Sen bir numarasın Bob, ama ben de iki numarayım” cevabını verecektir bütün samimiyetiyle. Aradan geçen yıllar, Bob Dylan’ı da aynalarla yüzleştirmiştir anlaşılan. Hiç tereddütsüz dile getirdiği, “Hayır, sen bir numarasın, ben ise sıfırım sadece” itirazı başka nasıl açıklanabilir ki?

5.

Leonard Cohen’le ölmeden önce son söyleşiyi yapan The New Yorker muhabiri David Remnick, şarkıcının ömrünün neredeyse tamamında ama bilhassa son yıllarında uhrevî âleme olan ilgisinin yoğunlaştığını yazacaktır bütün açıklığıyla. Ölümünden bir yıl önce Los Angeles’ta Cohen’in evinde yapılan söyleşi, hayatı arayışlarla geçen şairin, tıpkı İsmet Özel gibi, bir duvardan diğerine yol aradığını serecektir gözler önüne. Bir taraftan Yahudi mistisizmiyle ilgili metinler okumakta, diğer taraftan Budist öğretinin inceliklerini anlatan kitapları masasının üzerinden ayırmamaktadır. Remnick’in verdiği bilgiye göre, son günlerinde, bu topraklara hiç de yabancı olmayan Sabatay Sevi’ye bile düşürecektir yolunu Cohen.[9]

Tabii bu arada, Cohen’in ömrünün beş yılını, Japon Zen-Budizm üstadı Kyozan Joshu Sasaki Roshi’nin önderliğinde California dağlarındaki bir Zen tapınağında küçücük bir hücrede dinlendirdiğini de geçirmek gerekiyor kayıtlara. Cohen’den bir yıl önce, 107 yaşında ölen Kyozan Joshu Sasaki Roshi, mistik arayışlarını mütemadiyen sürdüren Cohen’in en önemli yol göstericilerinden ve kılavuzlarından birisidir zaten. Beş yıl, İslam tasavvufunun çilehânelerine benzer yöntemler eşliğinde ruhunu eğitmeye soyunan Cohen, Budizm’in önemli mertebelerinden keşiş seviyesine yükselmekle birlikte, susuzluğunu dindirememiştir ne yazık ki... Roshi’nin isminin de karıştığı seks skandalları dolayısıyla manastırı terk etmesi ise bugün bile ayrı bir muammadır zaten.

Ancak Cohen, o kadar çabuk vazgeçip pes eden bir insan da değildir. Zen manastırı tecrübesinin hemen ardından Mumbai yollarına düşmesi bunun küçük bir göstergesidir sadece. Orada, Advaita Vedanta üstadı Ramesh Balsekar’ın dizinin dibine çökecek, Chelsea Hotel’de duvarlara vurduğu başını, Uzakdoğu’nun derinleşme kabiliyetini bağrının yufka bir yerinde barındıran ve sadeliğiyle insanı ürperten tapınaklardaki taşlara yaslayacaktır. Budist tapınaklarının modern zihni kendine hayran bırakan sadelik serüveni, hiçbir işe yaramasa bile, Anthem’i armağan edecektir Cohen’e ve ondan medet uman bütün hayranlarına. Yazılması ile çözülmesi, sezilmesi ile kelimelere dizilmesi neredeyse 10 yıl süren bu şiir/ şarkı, umut hasretindeki ruhlara küçük bir kandil düşürmüştür belki de...

Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That’s how the light gets in

The Musée d’art Contemporain de Montréal’de açılan Cohen’e Saygı sergisinin ismi bile bunun somut bir göstergesi değil midir zaten? Kandillerin ya da mendillerin ışığı, ruhlarımızı saran çatlaklardan sızacak bir yol bulmuştur belki de kendisine. Şöyle de söylenebilir mi acaba: “Bereket, her yerde biraz çatlak var/ Ki oradan sızar bütün ışıklar...”[10]

 

 

 

 
[1] Şarkı Okuma Kitabı, Ses ve Sözle Denemeler, Bülent Somay, Metis, İstanbul 2016.
[2] Marianne Ihlen’in büyük annesi, artık kahve falına mı yoksa avuçlarındaki derin çizgilere bakarken mi görmüştür bilmek mümkün değil ama “altın dilli” bir erkekle buluşacağını ve ona âşık olacağını söylemiştir torununa. Oysa, Marianne, kendi ifadesiyle, zaten “altın dilli” birisiyle, bir romancıyla evlidir. Jack Kerouac ve William Burroughs ekolüne bağlı bu romancının ismi Axel Jensen’dir. Ki, Cohen’in çok sevdiği o küçük çocuk da babasının ismini taşımaktadır zaten. 
[3] Leonard Cohen, Zen tapınağında ruhunu eğitmeye çalışırken, mali işlerine bakan 17 yıllık arkadaşı ve hayranı Kelley Lynch, nasıl becermişse becermiş, şairin onca yıllık birikimini har vurup harman savurmuştur. Cohen’in kızı Lorca’nın dikkati sayesinde bu skandalın ortaya çıkartılması pek bir işe yaramamıştır aslında. Lynch mahkûm edilmiştir edilmesine ama Cohen beş parasız kalmıştır. İlerlemiş yaşında bütün dünyayı kapsayan bir turneye çıkmasının sebebi, söylemesi zor olsa da, parasızlıktır. 
[4] Lorca, İspanya İç Savaşı sırasında, henüz 38 yaşında iken faşistler tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüştü. Geniş bilgi için: https://www.britannica.com/biography/Federico-Garcia-Lorca
[5] Kızına Lorca ismini veren Cohen’in, Lorca’yı öldüren ideolojiyi savunan ve bu uğurda mahkûm olmayı bile göze alan Ezra Pound’u da sevebilmesi, şair tabiatının bir yansıması olsa gerek. https://www.poetryfoundation.org/poets/ezra-pound
[6] M Treni ile ilgili faydalı bir deneme: Patti Smith: Bir İlham Öğretisi, Gökçe Gündüç. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/patti-smith-bir-ilham-ogretisi-i-4428
[7] http://www.telegraph.co.uk/music/artists/how-never-seen-before-letters-reveal-the-inner-world-of-janis-jo/
[8] Öyle ki, Cohen, yazdığı mısralara “verse/ ayet” demekten çekinmeyecektir.
[9] https://www.newyorker.com/magazine/2016/10/17/leonard-cohen-makes-it-darker
[10] http://macm.org/en/exhibitions/leonard-cohen/ A Crack in Everything ismini taşıyan sergi, 8 Nsan 2018’e kadar açık. Yolu Montreal’e düşenlere tavsiye edilir...