“Filmi izlerken nedense Virginia Woolf’u düşünmeden edemedim. Paltosunun ceplerini taşlarla doldurup kendini nehir sularına bırakan Woolf, evinin balkonundan uzaklara süzülen Nilgün Marmara ve depresyona yenik düşen pek çok kadın sanatçı sırayla aklımdan geçti…”
19 Mart 2020 02:46
Hayatta süper güçlerimizle lanetimizin çoğunlukla aynı şey olduğuna inanırım. Bizi biz yapan ve özel kılan, öldürmese de süründüren, en derin acılarımızın kaynağında yatan şeyler çoğunlukla aynı yerden gelir. Yıllar evvel Nepal’de geçirdiğim yaklaşık bir aylık süre zarfında Pokhara’da sevgili arkadaşım Esin’le bir Budist manastırında üç günlük bir sessiz inzivaya katılmıştık. Budist keşişlerin meditasyon dersleri verdiği manastırda sabah beşte başlayıp akşamüstüne kadar süren dersler haricinde konuşmak yasaktı. Turuncular içindeki saçları kazınmış Budist görevli bizleri kayıt ederken acil durumlar için bir telefon numarası istedi. Tapınakta acil ne olabilir diye sorduğumda da “Aydınlanırsanız ailenize haber veriyoruz” diye kahkahayı basmasın mı? Neyse lafı uzatmayayım, derslerden birinde hocamız bize “Sen kimsin?” diye bir soru sordu. Son derece basit bir soru ama bir o kadar da zor! İnsan rezil olmamak için akıllı bir cevap vermek istiyor ama dürüst olacaksın ki bir anlamı olsun. Ben de dedim ki “Adım Sona Ertekin ve ben yaratıcı bir insanım.”
Bunun üzerine hoca müstehzi bir gülümsemeyle yüzüme bakıp “Peki Sona” dedi, “bir sabah kalktın, hiçbir şey yaratacak halin yok. İçinde yaratıcılık vasfına yakışır tek bir zerre bile bulamıyorsun. O zaman sen kimsin?”
Yaratıcı deha ve depresyon denince, 2019 yapımı Where'd You Go Bernadette son dönemde bende iz bırakan filmler arasında başı çekiyor, ama eleştirilere bakıldığında filmin pek parlak bir noktada durmadığını görüyoruz. IMDB puanı 6.5, Roger Ebert 1.5 puan vermiş. Guardian gazetesindeki Benjamin Lee imzalı incelemede ise Cate Blanchett’ın sönük bir drama içinde kaybolduğu yazıyor. Blanchett’ın abartılı oynadığı, Richard Linklater’ın nasıl anlatacağını bilemediği için hikâyeyi Bernadette’in kızına anlattırdığı, hatta sinemaya uyarlanacak en son kitaplardan biri olduğu da yapılan sert yorumlar arasında.
Dikkat, biraz spoiler geliyor ama çok da değil!
Gelelim filmin konusuna… Depresyona giren yıldız mimar Bernadette aile yaşamında ön plana çıkan bazı kritik sorunlardan dolayı işe ara vermek zorunda kalıyor. Özene bezene tasarladığı, kendisine pek çok ödül getiren ve “mimari bir deha” olarak anılmasını sağlayan evi şuursuz bir müşterinin alır almaz yıktırması da Bernadette üzerinde yıkıcı bir etki yapıyor.
Yaratıcılığıyla var olan bir insan yaşamında yaratıcılığa yer kalmadığında adeta bir canavara, hatta grotesk bir depresyon karikatürüne dönüşüyor. Filmin özellikle sorguladığı noktalardan biri de kadının doğurganlığı ve yaratıcılığı eksenindeki karmaşık bağlar. Kadının çok kimlikli, çok işlevli varoluşunun karanlık gölgesiyle ne kadar ezici boyutlara varabildiğini filmde esprili bir anlatım ve sıradışı bir hikâyenin hafifliğinde izlerken bile tüm ağırlığıyla hissedebiliyoruz.
Filmi izlerken nedense Virginia Woolf’u düşünmeden edemedim. Paltosunun ceplerini taşlarla doldurup kendini nehir sularına bırakan Virginia Woolf, evinin balkonundan uzaklara süzülen Nilgün Marmara ve depresyona yenik düşen pek çok kadın sanatçı sırayla aklımdan geçti. Hatta Kate Chopin’in annelik rolünü sorgulayan ve feminist edebiyatta kendine unutulmaz bir yer edinen Uyanış/Awakening (1899) adlı romanına da şöyle bir uzanıp o tenha kumsaldan ıslak ve kumlu ayaklarla geri geldim… Bazen şeytan diyor gönder çocuğu okula, aç fırının kapağını kokla babam kokla ama günümüzde gazlı fırın da kalmadı! Ya da Bernadette gibi Antarktika’ya git buzulların arasında kürek çek daha iyi…
Fakat nedense bu grotesk nevroz rolü de kadına daha bir iştahla yakıştırılıyor. Kadının yerine getirmesi beklenen roller daha fazla ve çeşitli olduğu için duygusal krizlerde belki makine daha kolay yanıyor ya da yangın etrafa daha kolay sıçrıyor. Ne de olsa –hele de bizim memleketimizde– erkekler öfke ve maç sevinci hariç hiçbir duyguyu dışarı vurmadan yaşamaya alıştırılıyor, bilhassa böyle yetiştiriliyorlar. Ya da öncelikleri kadınlara nazaran daha sınırlı sayıda ve zihinlerinde aynı anda çalışan dosya sayısı o kadar kabarık değil… Ama iş kadınların hezeyanına gelince “dengesiz deli kadın” imgesi nedense herkesin ağzını daha da bir sulandırıyor. Biri de sormuyor ki bu kadını kim bu hale getirdi? Buncağıza neler oldu? Yahu kadın sinirli! Yorgun!... Buradan hayatının zor bir noktasındaki tüm kadınlara sesleniyorum: Dinlenin. Siz dinlenirseniz inanın ki dünya durmayacak. Bir de ilaçlarınızı düzenli alın… Bizim ülkemizde kimsenin anti-depresansız yaşama lüksü olduğu düşünülmesin.
Maria Semple’in filme konu olan romanı, Neredesin Bernadette başlığıyla ülkemizde Yabancı Yayınları
tarafından 2013 yılında Boran Evren çevirisiyle –ve talihsiz bir kapak tasarımıyla– basılmış.
Velhasıl, Maria Semple’in 2012 tarihli romanından yönetmen Richard Linklater tarafından 2019’da uyarlanan Where’d You Go Bernadette yaratıcı bir dehanın hayatın yükü altında ezilirken yaratamadığında ne gibi diplere vuracağını ve en diplerden bile en radikal yöntemlerle nasıl çıkılacağını anlatan sıradışı bir film.
Edebiyat uyarlamaları elbette kendi sorunlarını da beraberinde getiriyor ama bazı hikâyeler filmlerin sinemasal başarısının ötesinde kendini sevdiriyor. Örneğin Tom Robbins’in Kovboy Kızlar da Hüzünlenir / Even Cowgirls Get The Blues kitabı 1993 yılında Gus Van Sant tarafından sinemaya aktarıldı. Kitabın yapısı nedeniyle hikâyenin belki ancak üçte biri filmde yer alabildi ve ne Uma Thurman’ın ne Keanu Reeves’in ne de emektar John Hurt’ün varlığı bunu harika bir film yapmaya yetmedi. Ne var ki –bazen– bir filmin kendini sevdirmesi için kusursuz olması gerekmiyor. Bazı hikâyelerin, bazı anlatım biçimlerinin o ya da bu şekilde izleyiciyle buluşması yeterli. Bize de bu gibi cesur adımları atabilen Gus Van Sant ve Richard Linklater gibi yönetmenlere teşekkür etmek kalıyor.
Kovboy Kızlar da Hüzünlenir, Gus Van Sant, 1999.
Filmin aldığı olumsuz tepkilere geri dönecek olursak… Bir erkeğin hayatı anlatılıyor olsaydı, yaratıcı dehanın bunalımlarını herkes hapur küpür yemez miydi? Örneğin 2017 yapımı Çavdar Tarlasındaki Asi / Rebel In the Rye. J.D. Salinger’ın biyografisi. Edebi mirasını bir kenara bırakırsak filme bakıldığında gerçek hayatta yaralı parmağa işemeyecek bir adam… Gelin bakın diğer tarafta Picasso ile Yaşamak / Surviving Picasso (James Ivory, 1996). Picasso’yu koskoca Sir Anthony Hopkins oynuyor ama yine de insan bir kaşık suda boğmak istiyor onu! Hele o Diego Riviera, kurban olsun Frida’ya (Julie Taymor, 2012), kurban!
Ama bu adamlar tarihe bencil, ayyaş, yalancı, huysuz pislik değil de büyük sanatçı olarak geçiyorlar. Demek ki yaratıcı deha kadınlara lüks kaçıyor… Hem şaheserler yaratacaksın, hem fasulyeyi ıslayacaksın, hem okul aile birliğine ayar vereceksin, hem bulaşık makinesi boşalacak, çamaşırlar asılacak da falan filan… Demem o ki bu kadar da kendinize yüklenmeyin! Fasulyeyi alır almaz bütün paketi geceden ıslayacaksın. Ertesi gün ikişer bardak halinde poşetleyip hiiiiç haşlamadan atacaksın buzluğa, oldu bitti!
•