Kadın müzisyenler “görünüyor” mu, eserleri yarına kalıyor mu?

“Bu kitapları okurken bir kadınlar dünyasına giriyorsunuz, daha doğrusu kadınların görünür şekilde var olduğu bir dünyaya giriyorsunuz, bu güzel bir şey, iyi bir şey; aynen bir müzik grubunda iki cinsten de yakın sayıda müzisyen olunduğunda, mesela dört kadın-üç erkek, beş kadın-altı erkek, kendinizi iyi hissetmeniz gibi…”

2002 yılıydı sanırım, Almanya’nın kuzeyinde Unna şehrine yakın bir yerde bulunduğum sırada “Unna Kadın Besteciler Kütüphanesi’ni (Internationale Komponistinnen Bibliothek Unna) kesinlikle görmeliyim” diyerek kütüphanenin yolunu tuttum. Fanny Mendelssohn’un –ki evlenince soyadına bir de Hensel eklenmiştir– eserleriyle kâğıt üzerinde de olsa orada tanıştım. Felix ve Fanny Mendelssohn, ikisi de müzik öğrenciliği yıllarında benzer eğitim süreçlerinden geçmiş ve içlerinde “illa ki beste yapacağım” ateşi yanan biri erkek, biri kız iki kardeştir. Ancak benim Fanny Mendelssohn hanımın besteciliğinin farkına varmam, bu bilgiyi edinmem, müziğe başlamamdan 30 küsur yıl sonrasına denk düşer; bunca zaman bu bilgiyi edinmemiş olmamı elbette benim cahilliğime verip geçebiliriz, keşke öyle de olaydı… Ancak bu durumun, bilgilerin hep çeşitli filtrelerden geçe geçe eksilerek, ait olduğu “aslı”ndan farklılaşarak dünyaya yayılmasıyla maalesef bir ilgisi var; o yüzden de zamanında belli şekilde yaşanan hayatlar hakkında dünyaya sonradan kalan bilgi, o filtreler yüzünden o hayatları hiç de gerçeğine sadık şekilde yansıtmıyor.

Bir sürü insan Fanny Mendelssohn kimdir, var mıdır bilmiyor belki ama, Felix Mendelssohn bestelerini mutlaka ablasına gösterip tavsiyelerini dikkate alarak eserleri üzerinde çalışıp değişiklikler yaparmış ve nitekim hayatları boyunca müzikal işbirlikleri süren bu iki kardeşten Fanny Mendelssohn Hensel öldüğü sırada kardeşi Felix’in oratoryolarından birisi üzerinde çalışıyormuş. Felix ablasına çok gelişmiş müzikal ve entelektüel içgörüsü nedeniyle, Roma bilgelik tanrıçasından hareketle, ”Minerva" dermiş.


Solda Fanny Mendelssohn, ileride kocası olacak Wilhelm Hensel'in çizimiyle (1829).
Sağda James Warren Childe'ın gözüyle Jacob Ludwig Felix Mendelssohn Bartholdy (1839).

Gelelim Schumann’a; dünya müzik tarihi için önemi olan iki tane Schumann var, birisi Romantik dönem bestecisi ve piyanist olan Robert Schumann, öbürü de dünyanın en büyük virtüözlerinden birisi addedilen yorumcu piyanist ve besteci Clara Wieck-Schumann, bu iki insan bir yandan da hasbelkader karı-kocadırlar. Rivayete göre Clara evlenince günlüğüne şöyle bir cümle yazar:

“Şimdi artık çabalarımdan biri de sanatçı Clara ile ev kadını Clara’yı mümkün olduğunca birleştirebilmek. Sanatımı geride bırakmayacağım.”

Robert günlüğüne böyle bir cümle yazmaz, “ev erkeği Robert ile besteci Robert’i birleştirebilmeliyim, sanatımı bırakmayacağım” demez, çünkü “ev erkeği” diye pek özel bir mefhum, bir erkekten varlık göstermesi beklenen pek özel bir emek alanı yoktur ki onun başka bir değerle-emekle birleştirilmesi zor olsun; ya da evlenmek Robert’i sanatını bırakmaya zorlamaz ki “bırakmayacağım” desin…

Solda, Clara Wieck 15 yaşındayken (1835). Sağda, Clara ve Robert Schumann, her ikisinin ölümünden sonra,
1906'da yayımlanan Famous Composers and their Works adlı kitaptan bir illüstrasyon. 

Clara Schumann’ın hayatını anlatan, çok gözlemci ve çözümlemeci bir dille ayrıntılara değinilerek yazılmış bir kitapta[1] şöyle deniyor: Clara ile ilişkisinde “Robert besteci-Clara’yı destekliyordu, ona yol ve elveriyordu ki piyanist-Clara’yı evde tutabilsin,” (s .211) ve Clara böylece daha da güçlenip turne için yollara düşmesin, “çünkü besteci-Robert için ev hayatı-evcimenlik çok önemliydi, onun Clara’nın besteciliği için yaptığı işbirliği Clara’yı kontrol altında tutmaktı da aynı zamanda; çünkü evde beste yapan kadın, evde beste yapan adamın çalışması için sağlam bir denge unsuru etkisi yapıyordu.” (s. 212)

Solda, Alma Mahler'in Oskar Kokoschka tarafından yapılan yağlıboya portresi (1912).
Ortada Gustav Mahler Kohut (1888), sağda Alma Mahler'in 1907'de çekilmiş bir fotoğrafı.

Yine bir klasik Batı müziği bestecisi ve ünlü bir orkestra şefi olan Gustav Mahler bestecilik dalında gayet parlak, çok yetenekli ve geleceği açık bir öğrenci olan Alma Schindler ile tanışır, birbirlerine aşık olurlar, ilişkileri evlenme noktasına gelir. Aralarında uzun mektuplar gidip gelirken bir ara Alma ona üniversitedeki besteleri üzerinde çok yoğun çalışması gerektiğini, “şu an yazamayacağını, daha sonra yazacağını” söyler.[2] 

Mahler‘in canı herhangi bir şeyin Alma için ona yazmaktan daha önemli olmasına çok sıkılır ve ona yolladığı uzun mektupta Alma’ya “artık bundan sonra beste yapmasını yasaklar” (s. 35), Alma onunla evlenecekse bestelemeyi bırakacaktır. Ne kadar ilginç değil mi? Bir insana beste yapmayı bıraktırmanın düşünülebilmesi. Böyle bir yasaklamanın yapılabilmesi. Bunun akla gelebilmesi. Hadi akla geldi diyelim, bunun yüksek sesle, bir beis görmeden söylenebilmesi…

* *

Kadın müzisyenlerin varoluş şekline işaret eden bu hikâyelerden sonra “kadın müzisyenlerin görünürlüğü” üzerine biraz düşünebiliriz. Basit gerçek şu ki, söz konusu görünürlük kısıtlıdır, var olanların hepsi göze görünmemektedir. Bu hem de bütün dünyada böyledir; Avrupa’da olduğu zannedilen “ileri” durumun aksine 2003’te Almanya’da düzenlenen Traumzeit (Rüya Zamanı) Festivali’nin tümünde dört tane enstrümantalist kadın yer almıştı: ABD’den piyanist Carla Bley ve bir davulcu kadın, Avrupalı bir saksofoncu kadın ve Türkiye’den piyanist olan ben. Geri kalanlar şarkıcı kadınlardı. Dünyada kadın müzisyenlerin sayıca erkek müzisyenlerden az olduğu açık da, gerçekteki oranın ne olduğunu bilemiyoruz, çünkü var olan herhangi bir kadın müzisyen çeşitli sebeplerle festivalde yer almıyor olabilir.

Peki sayı niye daha az diye soracak olursak dünyada kadın uçak mühendisi sayıca niye daha azsa, özellikle kontrbasçı/ davulcu kadınların sayısı da o nedenle azdır diyebiliriz. “Benim kızım büyüyünce uçak mühendisi olacak!”, “Benim kızım kontrbasçı olacak, aferin benim kızıma!!”, “Kızım üfle bakayım şu fagotunu, Osman amcan bi’ duysun şöyle!” diyen babaların, dedelerin, annelerin, anneannelerin sayısı arttıkça bu mesleklerdeki kadınların sayısı da doğal olarak, hatta hızla artacaktır. Büyümek ve “bir şey” olmak, bir şey olmaya özendirilmekten güç aldığı gibi, malum, bir de birilerini kendine örnek almakla olur. Kız çocuk iken kendimize örnek aldığımız davulcular, kontrbasçılar, fagotçular, besteciler hep erkek olursa bu işte bir tuhaflık olmaz mı? Bu durumdan çok fazla yara almadan çıkmak için çocuk sezgilerimizle, çocuk kalbimizi ortasından ikiye bölen bu yarığın çok da derin olmadığı konusunda kendimizi kandırsak bile, konserde ya da televizyonda bir kadın enstrümancıya rastlarsak piyango bize çıkmış gibi sevinir büyüleniriz. Esas olarak kendisine ihtiyaç duyduğumuz “örnek”, bir bestecinin “müziği” olduğu gibi, bir o kadar da o bestecinin “besteci olabilmişliği”dir. “Olabilmiş kadınlar” görmeden “besteci olmaya” çalışırız. Ve “olabilmişlik görme” açığımızı sonradan nihayet gördüğümüz, keşfettiğimiz, tarih kazılarıyla bulup ortaya çıkardığımız müzisyen kadınlarla kapatmaya başlarız. Şu dünyada kadın müzisyenlerin görünürlüğünün artmasına katkısı olan herkese şükran duyuyorum! Ve gelecekte müzisyen olacak küçük kızlar için biraz daha seviniyorum.

Traumzeit festivaline geri dönelim, anlıyoruz ki, kadınlar için hiç problem olmadan kabul edilen varsayımsal müzisyenlik şekli kadının şarkıcı olmasıdır, diyebiliriz. Ancak kadınsanız ve müzisyenlik durumunuz bu tanıma uymuyorsa, yani enstrümantalist, besteci, grup lideri iseniz, o zaman en hafifinden şöyle şeyler yaşıyorsunuzdur:

– Müzisyenlere konser öneren bir mekânda konser önerileri sizin grubunuza daha seyrek gelebilir, çalma sırası daha geç gelebilir,

– Sizin konserlerinizin duyurusu görece çok cevvalce yapılmayabilir,

– Bağımsız bir çalıcı müzisyen olarak başkasının projesinde çalmak üzere çağırılma konusunda siz çoğu zaman ilk seçenekler arasında olmayabilirsiniz.

– Önemli noktalara gelmiş bir kadın müzisyenin yönettiği grupta çalmış olan erkek müzisyen, bu öneme rağmen bunu referans olarak CV’sine yazmayabilir. Bu durumda ya kendisi bu kadın müzisyeni referans olarak görmüyordur, ya da CV’yi okuyacakların onu referans görmeyeceğini düşünüyor olabilir.

– Diyelim ki müzisyenlikte veya öğretmenlikte adınız referans olarak geçti, ancak bu referans yeterince ciddiye alınmayabilir.

– Müzisyen olduğunuz halde size tümüyle kadın olmanız üzerinden davranılabilir.

Bir grubun önemli bir provası için uygun tarih bulmaya çalışılırken, diyelim gün seçeneklerinden birinde gruptaki erkek müzisyen meşgul, öbüründe ise kadın müzisyen dolu, bu durumda meşgul olduğu gününü boşaltma fedakârlığı büyük ihtimalle gruptaki kadın müzisyenden beklenir.

- vs… vs…

Ama ben şimdi sizleri, aşağıda aşama aşama anlatacaklarımla şekillenecek olan başka bir dünyaya beraberce gitmeye davet ediyorum:

2015 yılında caz kitaplarında uzmanlaşmış buddy’s knife jazz edition isimli bir Alman yayımcı tarafından Renate da Rin ile William Parker editörlüğünde bütün dünyadan 48 müzisyen kadının yer aldığı bir kitap yayınlandı: Giving Birth to Sound – Women in Creative Music (Sese Hayat Vermek – Kadınlar Yaratıcı Müzikte). Benim de içinde yer aldığım bu kitapta mesleklerimizi anlatmamız için hepimize, müzisyenliğimize, dünyayla ve hayatla ilişkimize dair aynı 20 soru soruldu. Cevaplarımızı verdikten sonra kitaba koyulacak isme hep beraber bütün kadınlar yazışarak karar verdik, belki biraz uzun süren bir yazışma göze alındı, ama sürecin kendisi de, sonunda bulunan isim de çok hoşumuza gitti, herkesin içine sindi.

Kitaptaki “Ebeveyniniz sizi bir sanatçı/ bir müzisyen olma yolunda cesaretlendirdi mi?” sorusuna Yazz Ahmed “Beni annem tek yetiştirdi ve evde para çok azken bile trompet derslerimi ödemeye devam etti. Kimse bana müzisyen olabilirsin veya olamazsın demedi; ailem bana kendi yolumdan gitmem için izin verdi” diye cevap veriyor. (s. 17)

Piyanist, çellist, flütist ve vokalist Kali Z.Fasteau ise bu soruya “Annemler iyi bir müzik ve dans eğitimini benim yetiştirilmemin temel bir parçası olarak görüyorlardı, ama bana hep ‘hayatta ne yaparsan yap, profesyonel müzisyen olma!’ dediler. Tabii ben tam da onu olmaya karar verdim,” (s. 67) derken fagotçu ve eğitimci Amy Fraser “[o kadar ufak bir kızdım ki] babam tuşlara yetişebileyim diye taburenin üstüne kalın telefon rehberleri koyup da oturttu beni piyanoya, bana piyanoyu o öğretti, müzisyendi babam, annem en ufak ilerlemelerimde bile beni hemen överdi, fiziksel olarak gelebilecekleri her konserime geldiler, benimle o kadar gurur duyuyorlardı ki hayatta kendim için bundan daha ihtimamlı bir destek sistemi isteyemezdim” diyor. (s. 76) Kendisi aynı zamanda besteci de olan Alexandra Grimal ise “ailem beni klasik müzik piyanisti olmak üzere cesaretlendirdi,” diye anlatıyor, “fakat ben [caz] saksofoncusu olmak istediğimi söyleyince çok şaşırdılar. Ancak cazdaki içsel özgürlüğün bana çok uygun ve benim için her şey demek olduğunu fark edince beni çok desteklediler ve bana iyi bir tenor saksofon aldılar…” (s. 87-88)

Bu kitaptaki başka bazı sorular şöyle: “Müzikteki ve hayattaki atılımlarınız nelerdi? – Yaratıcılık konusunda dişil ve eril yaklaşımlar arasında bir fark görüyor/ hissediyor musunuz? – Müziği oluştururken izlediğiniz süreç ve sisteminiz nedir? – Yaratıcı bir biçimde yaşamak ve çalışmak için mücadele eden başka/ genç kadınlara tavsiye ve önerileriniz nedir? – Adalet kavramına bakış açınız nedir? – Hakikat kavramına bakış açınız nedir? – Müzik sizin için nedir?”

2019’da ise Türkiye’de iki kitap çıktı: Türkiye’de Kadın ve Müzik ile Müzikle Yaşayan Kadınlar. Birincisinde kadın ve müzik üzerine makalelerle birlikte Osmanlı döneminden bugüne 156 kadın müzisyenin biyografisi yer alıyor. İkincisinde ise bu ülkedeki 23 kadın müzisyenle yapılmış söyleşiler var ve bütün müzisyenlere hem ortak sorular, hem de her birinin içinde yer aldığı farklı müzik tarzına göre farklılaşmış sorular soruluyor. Birazdan bu iki kitabı daha geniş anlatacağım.

Ama önce 2015’te çıkan, yazar, müzisyen ve eğitimci Fırat Kızıltuğ’un kendi öğrencisi olmuş üçü erkek, dokuzu kadın 12 müzisyenle yaptığı söyleşilerden oluşan kitabı var sırada: Müzik Sohbetleri. Konumuz kadın müzisyenin görünürlüğü olduğu için bu kıymetli kitaptan burada söz etmek bu bakımdan ayrıca önemli. Fırat Kızıltuğ hocamız tarafından sorulmuş müzisyenlik mesleğine dair sorulara verilen cevapları okumak çok aydınlatıcı…

Kitaptan bir örnek: “Tanbur hocam derslerde eski kayıtları dinletirdi. Cemil bey, İzzettin Ökte bana çok huzur verirdi ve ton farklılıkları olduğunu hissederdim. İkisini de benimsedim ama keşke birebir dinleme fırsatım olabilseydi. Ben ton olarak İzzettin Bey’in tavrını çok benimsedim,” (s. 83-84) diyor Tanburi Ege Gamze Yıldız, kendisi için Fırat Bey’in “Daha önceleri Tanburi Faize Hanım, Laika Karabey, Naime Batanay gibi kadın tanburilerimiz olmuş, ama Ege, tanburuna bir başka hakimiyet kurmuştu” (s. 81) dediği Ege.

Bunlara ek olarak sadece haberini vermek istediğim bir kitap daha var; arkeolog doktor Işık Şahin ile arkeolog müzisyen-kontrbasçı Esra Kayıkçı’nın yazdıkları, henüz baskıya girmese de çıkması an meselesi olan bu kitabın konusu antik dönemde kadın ve müzik, arkaik ve klasik dönemdeki Sappho gibi kadın ozanlar ve kadın müzisyenler. Henüz kesinleşmiş olmadığı için adını veremiyorum, ama kitabın çıkmasını heyecanla bekliyorum.

Türkiye'de Kadın ve Müzik kitabının derlenip toplanması ve yazılmasına, hem özellikle Avrupa kıtasında yaşayan birçok müzisyen kadının yol göstereni, hem de dünyanın her yerinde, her türlü müzik türünde beste üreten, icra eden kadınları birleştirmeyi ve tüm müzikseverlere sunmayı misyon edinen bir oluşum olan Adkins Chiti: Kadın ve Müzik Vakfı (Fondazione Adkins Chiti: Donne in Musica) ön ayak olmuş. 2011 yılında WIMUST adı altında, kadın bestecilerin görünürlüğü, iş ve yaşam olanakları hakkında üç sene süren bir proje Avrupa Birliği ile ortak gerçekleştirilmiş. Bu proje için Türkiye’den kadın besteciler adına çalışmak üzere söz konusu vakfın talebi ve verdiği bursla üç ay boyunca orada bulunan müzisyen Selen Gülün, kadın bestecilerin adlarını toparlayıp bilgilerini ve mümkünse eserlerini kütüphane için derlemiş.

Çeşitli araştırmalar sonucunda İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan bu kitap Türkiye'de kadın bestecilerin tarihini ele alıyor; Osmanlı döneminden günümüze uzanan bu kapsamlı incelemenin sonunda yer alan "Türkiye'den Kadın Besteciler Sözlüğü" de güncel bestecilere ilişkin ayrıntılı bir araştırmaya dayanıyor. Selen Gülün ve Patricia Adkins Chiti'nin hazırladığı bu Türkçe - İngilizce başvuru kitabında onların yazılarıyla birlikte akademisyen E. Şirin Özgün ve Ş. Şehvar Beşiroğlu'nun yazıları, sözlük kısmında da biyografileriyle 156 kadın müzisyen yer alıyor. Kitaptaki makale ve biyografiler bize büyük resim hakkında kafalarımızda çoğunlukla dolanandan oldukça farklı ve epey daha geniş bir çerçeve veriyor; 1850'lerden bu yana Osmanlı'da ve Türkiye'de yaşamış, yaşamakta olan bu müzisyenlerin hayatlarını okuduğumuzda daha önceden hiç bilmediğimiz ya da bir kısmını bilip kadın müzisyenlerle ilgili kısmını çoğunlukla bilmediğimiz yeni bilgilerle donanıyoruz: Bir enstrüman olarak "tef"in Türkiye'de kadınlara özgü görülmüş olduğu, tanınmış bazı müzik eserlerinin kadın bestecilerle yazılmış olduğu, mesela "Kız Sen Geldin Çerkeş'ten"i yazan tanburi, şarkıcı ve besteci Faize Ergin (1894 - 1954), Batılı tarzda "çoksesli marşlar" besteleyen piyanist ve besteci Hatice Sultan (1879 - 1938), "Nihavend Longa"nın bestecisi Kemani Kevser Hanım (1880 - 1950), şarkıcı Safiye Ayla’nın (1907 - 1998) aynı zamanda besteci ve piyanist olduğu, Tanburi Cemil Bey'in son öğrencisi olup besteleri kayıtlı bulunan, Türk Müziği konservatuarında profesör ve İst. Konservatuarı İcra Heyeti'nde olan ve Hüseyin Saadettin Arel ile birlikte İleri Türk Müziği Konservatuarı Derneği'ni kuran Laika Karabey (1908 - 1989), "Nese-i Dil" adlı kanto kitabının yazarı, söylediği kantoların sözlerini de yazan kanto şarkıcısı Peruz Terzakyan (1866 - 1920), "Ben Gamlı Hazan"ın bestecisi ses sanatçısı, koro şefi ve besteci Melahat Pars (1918 - 2005), "Yaslı Gittim Şen Geldim"in bestecisi piyanist, şair, yazar ve besteci Leyla Saz (1850 - 1936), konser piyanisti ve klasik müzik bestecisi Yüksel Koptagel(1931), sonradan "arajman" olarak adlandırılan türün öncülerinden olup çalışmalarında lirik soprano olarak fokstrot, çarliston ve tango ritimleri ile Türkçe sözleri birleştirerek yeniden yorumlayan Ayşe Afife Tanyer (1901 - ?) …

Bu örnekler hep daha eskilerden, çünkü okuması ve sindirmesi haliyle uzun süren Sözlük bölümünde önce büyük bir merakla eskileri okudum, daha yeni dönemlerden piyanist ve besteci Nilüfer Verdi, şarkıcı, şarkı yazarı ve gitarist Şebnem Ferah veya besteci ve şarkıcı Aynur Doğan gibi isimlere ise sadece göz attım. Kitapta bir yandan peş peşe gelen jenerasyonlar üzerinden bugüne uzanan bir kadın müzisyenler hattı izlenirken, bir yandan da ülkemizdeki çeşitli müzik tarzları ve camialarında müzik yapmış kadınların hikâyeleri birbirine bağlanıyor, el veriyor. Tarihinin akışı kesintilere uğramış ülkemizde sanat camialarımız da epeyce birbirinden kopuk yaşıyor, halbuki birbirimizi desteklediğimizde büyük zenginlikler ortaya çıkıyor; o yüzden hem çeşitli bağlar kuran, hem de görünmeyenleri ortaya çıkarıp tarihe kayıt düşen bunun gibi kitapların çoğalması çok çok önemli. Kitaba emeği geçen herkesi tebrik ederim, ama özellikle bizi genellikle burnumuzdan yakalamış götüren müzik hayatımızın içinde koştururken bir yandan da bu kitaba el verip hazırlayabildiği için Selen Gülün'ü kutlarım! Patricia Adkins Chiti’nin kitaptaki sunumunun başına aldığı kısa bilgi ise kitabın meramı hakkında oldukça yol gösterici: 

“Yüzleşilmesi gereken, makroskobik düzeyde dört zorluk var: Kadın bestecilerin anaakım yayma kanallarında (okul müfredatları, üniversiteler, medya ve paydaş ağları, tarih kitapları, ansiklopediler); anaakım programlamalarda (tiyatrolar, festivaller, radyo, televizyon) ve özel sektörde (komisyonlar, ticari girişimler) olduğu gibi, ekonomik karar almada (sanatsal yönelimler), programlama ve görevlendirme yoklukları.” (s. xvii)

Yine 2019’da, Ağustos ayında çıkan Müzikle Yaşayan Kadınlar kitabı ise Deniz Koloğlu tarafından hazırlandı; kitap her yaştan ve değişik kuşaklardan, klasikten punk’a, metal’e, gelenekselden caz’a farklı tarzlarda müzik yapan müzisyen kadınların mesleklerini anlattıkları; nasıl beste yaptıklarını, söz yazdıklarını, sahnedeki hallerini, varsa özel sahne düzenlemelerini, müziğe nasıl başladıklarını, kime özenip kimi örnek aldıklarını, yaşadıkları müzikal sorunları, dünyayı nasıl gördüklerini, zamanımız hakkında nasıl hissedip ne düşündüklerini ve daha başka başka şeyleri de anlattıkları bir kitap.

Kadınların meslekleri ve müzisyen varoluşlarıyla ilişkilerini kendileriyle yapılan söyleşilerden ilk ağızdan öğreniyoruz. Kitabın dili çok güzel, içinde yer alan bütün kadın müzisyenleri merakla okuyorum; herkes tecrübelerini, yaşadıklarından süzdüğü bazı anıları, çıkarsamalarını çok canlı anlatmış. Kitabı hazırlayan Deniz Koloğlu’nun bu anlatılara yol açan soruları gayet derinlemesine ve tetikleyici!… O ve Kara Plak Yayınları böylece başvuru kitabı niteliğinde çok kıymetli bir eser hazırlamışlar. Biz müzisyen kadınlar işlerimizi ve kendimizi bu şekilde anlatınca çok mutlu oluyoruz. Biliyorum ki bu hissime kitapta yer alan diğer müzisyen meslektaşlarım/ kızkardeşlerim-dostlarım da katılıyor ve ben bu kitabın bir parçası olduğum için kendimi bir tür nasıl diyeyim… evet, gururlu hissediyorum. Bu kitabın da yolu açık olsun!

Deniz Koloğlu’nun hepimize sorduğu aynı/benzer soruların yanı sıra her müzisyen kadına özellikle onun müzik tarzına özgü farklı sorular sorması sayesinde hem o müzisyenin yer aldığı alanın, hem de kendisinin özgünlüğü ne ise onun farkına varıyoruz. Kitaptaki sorulardan bazıları bence özellikle tetikleyici:

Müziğin müzik olduğunu ilk ne zaman farkettin?”

“İlk besteni yapmaya seni iten neydi?”

“Sahne nasıl bir yer senin için?”

“Duygular, sezgiler, bilgiler, cinsellik, hayatta kalma güdüsü, rüyalar, estetik, iletişim, arzuların, tarih, kültür, kadın-erkek, insan, inayet, bir aradalık, … bunlarla ve daha ne istersen onunla dolu bir balkondan aşağı baktığında senden dökülüveren müziği bir cümleyle tarif edebilir misin?”

“Müziğin ne renk?”…

Bu noktada sizi bir film fragmanındaymışız gibi bu kitabın içinde hızla dolaştırmak, söyleşilerden seçmekte çok zorlandığım farklı alıntıların arasında gezdirmek istiyorum:

– “[Yaratım sürecinde] tohumları en kısa sürede derinlere ekmeye çalışıyorum. Ektikten sonra da biraz kendi haline bırakıyorum. Nasıl bir tohumu ektikten sonra ‘Sen ne zaman büyüyeceksin?’ Ya da ‘Sen büyüyecek misin?’ diye sormayıp sadece bakmaya devam edersin ve o da olur ya da olmaz, onun gibi.” (s. 14, Ah! Kosmos)

– “Punk, hazmedemeyen mide gibi, [hazmedemeyen bir mide ve bağırsak korosu]. Asıl amacımız kişiliğimizden, müziğimizden, sözlerimizden taviz vermeden var olmak,” (s. 25, Aslı Akıncı)

– “Böcek insan varoluşuna çok yabancı bir varlık ya, sanırım biz de o yüzden insan olmayı arada askıya alabilmek için takıyoruz o [böcek] maskelerini [sahnede]. Onu takınca [sen] Aslı değilsin artık,” (s. 44, Aslı Kobaner)

– “[Bestem] Girit’e Mektup’un içinde bu havzadan Girit müziği, bir yandan klasik müzik, bir yandan caz, bir yandan da orta bölümünde bir Ege ritmi var. 9/8’lik aksak bir ritim ve parçanın akor yapısı caz armonisine son derece uygun. Çeşitli şeyler iç içe. Bu unsurları güzelce entegre edebilirsin ya da edemeyebilirsin,” (s. 57, Ayşe Tütüncü)

– “[Şarkı yaparken] bazen armonik, bazen motifsel, bazen de sözle ilgili önceliklerim oluyor. Fikrim hangi önceliğin etrafında geliştiyse diğer alanları da onun etrafında şekillendiriyorum. Mesela sözleri kalabalık olan, çok fazla metafor içeren ve tam olarak ritmik bir düzleme oturmayan bir şarkı olduğunda melodisini, armonik düzlemini çok karışık yaparsam ortaya çıkan sonuç da karışık oluyor. Aynı kapıdan bir anda üç kişi geçemez, birinin birine yol vermesi lazım.” (s. 73, Başak Yavuz)

– “Sanırım şarkı yazarlığının en zevk aldığım kısmı bir müziğe şarkı sözü yazmak. Çünkü başka bir karaktere bürünebiliyorum. Mesela diyorum ki, ‘Hadi şimdi ben İstanbul’la konuşan biri olayım ve deprem yaklaşıyor olsun ve ona bununla ilgili diyeyim ki ‘Yıkılmaya hazır mısın?’” (s. 90, Ceylan Ertem)

– “[Söz yazar ve beste yaparken] olabilecek en yalın halleriyle bir şeyleri anlatmaya çalışmak istiyorum…. Mesela Marquez [nasıl ki] müthiş betimlemelerle çok olağanüstü şeylerden bahseder ama bir yandan da çok yalın ve akıcı bir dili vardır, şarkı yazarken de öyle, sadece hikâye anlatmak istiyorum!,” (s.109, Elif Çağlar)

– “‘Özledim’ diye bir eserim var, mesela o 3/4’lüktür ve tam ozansı değildir. ‘Derman Eyle’ ve ‘Dönersin’ de ozansı değildir. Tam ozansı olsun diye tutturmam müzikte. Halkın beğenisi de önemli tabii ama duyulduğu zaman Ezgili Kevser tarzı denmeli.” (s.130, Ezgili Kevser)

– “[Etrafımdaki çocuklara dedim ki], ‘Size şu an, söyleyeceğiniz herhangi bir şeyle, mesela bulutla, çimenle ilgili bir şarkı yapabilirim,’ Herkes şaşırmıştı. Biri bir şey dedi ve o an onunla ilgili bir doğaçlama şarkı uydurdum,” (s. 140, Gaye Su Akyol)

– “Belki de kültürün hep geride kalması insanların kendini, yöresini hep küçümsemesi yüzündendir. Oysa benim köyümde şu anda kaç kadın varsa, eline bir tef verdiğin zaman türkü söyler, bir kaşık verdiğin zaman oynar. Erkeklerde de bu aşağı yukarı böyledir. Ama müzik yaptığını bilmez.” (s. 157-158, Gülay Diri)

– “İlk çalmaya başladığımda [bir etkinlikte] işte ne kadar çalabiliyorsam çaldım. Erkekler de horon ettiler. Folklorla ilgilendiğini söyleyen bir adam yanıma geldi, ‘Bir kadının çalıp erkekleri oynatması hiç yakışık alır bir şey değil,’ dedi Ben de ‘Kadınların sırtında yük taşıması da bana göre hiş yakışık alır değildir. Onu eleştirmiyorsunuz da benim çalmamı mı eleştiriyorsunuz’ demiştim,” (s. 168-169, İlknur Yakupoğlu)

– “Bu sistem heteroseksüel bir erkeğin sistemi fakat heteroseksüel erkekleri de mutlu etmiyor. Önce orada bir problem olduğunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum,” (s. 194, Kalben)

– “Erkeklerin yaptığı eril olan şeylerin çoğunun daha hedef odaklı olduğu kesin. Bu hedefin ne olacağı tabii ki sonsuz ihtimal dahilinde fakat kadınların yaptığı çoğu şeyin daha detaycı olduğunu düşünmüyorum. Aksine daha çok, her şeyle ilgilenmek ve her şeyi taşımak zorunda kaldığı o mesaiden gelen garip bir açıklığı var gibi geliyor,” (s. 216, kim ki o)

– “Biz kırılganlığı ön plana alan bir müzik yapıyoruz. Kadın daha kırılgan olduğu için değil, kırılganlığını yine kültürel kodlamalar sebebiyle daha rahat ifade edebildiği için Nada ve kadınlık ayrılmaz bir bütün,” (s. 229, Nada)

– “[Söz yazarlığım ve şarkıcılığım karakterimin] bütün yönlerini temsil ediyorlar. Özellikle de en zayıf, korkak yönlerini. Bir şeyin şarkısını yapmışsam artık o duygu peşimi bırakır. Bir tür hesaplaşma gibi. Ya da ‘Odada fil var!’ demek gibi,” (s. 231, Nil Karaibrahimgil)

– “Bence hip hop kültürü şu anda Türkiye’de yeni yeni oturuyor. Basit bir örnekle, şu an Spotify’a baktığınız zaman viralde ilk ellinin içinde on rap müziği sanatçısı var. Şu anda bir banka reklamının jenerik müziğinde rap duyuyorsunuz. Bu çok büyük bir gelişme. Artık rap yapan insanlar kayıp değiller,” (s. 240, Pi)

- “[Beni ilk şarkımı yapmaya iten şey]… hafif bir yanma vardı (kalbini göstererek) şurada. O şarkı çıkınca o yanma da geçmişti, Yani geçiyor, her besteyi yaptıktan sonra böyle bir şey oluyor,” (s. 248, Ruşen Alkar)

– “Ses çıkarmak her şeyden önce bir ifade etme biçimi. Bu güzel bir melodinin haricinde bir konuşma, bağırma, ağlama ya da tuhaf, tanımlanamaz bir ses de olabilir. Ses bir araçtır ama sadece güzel şeyler söylemek için değil. O kadar renkli ki! Aslında nasıl çirkin insan yoksa, çirkin tını da yoktur. … İnsan sesi bir organdır, bir enstrümandır. Titreşimlerinde hayat hikayelerimiz gizlidir,” (s. 266-267, Saadet Türköz)

– “Eski dönemlerdeki klasik Batı müziği bestecileri gibi, sipariş üstüne müzik yazmamı gerektirecek durumlara elbette girmem gerekiyor. Bağımsız bir şekilde müzisyen olarak yaşamak çok zor. Hatta Japonya’da olmak bana bunu çok güzel anlattı. Japonya bana ‘Sen bestecisin ama biz sana sanatçı vizesi veremiyoruz,’ dedi. Neden, çünkü birisinin seni [maaşlı] besteci olarak işe alması gerekiyor,” (s. 282, Selen Gülün)

– “Ve bu hayatta en çok uzak kalmaya çalıştığım şeylerden biri hayat emniyeti. Ne kadar emniyetteyseniz, o kadar emanet durursunuz hayatta, fayda getirmez. Risk alacaksınız,” (s. 292, Sıla)

– “İki tür dinlemeden bahsediyor Oliveros. Genel dinleme ve odaklanmış dinleme. Ama bunların içinde o çevredeki tüm sesleri dinlemek kadar içindeki sesleri de dinlemek var; düşüncelerinin de, anılarının da değerini teslim ederek dinlemek; bir eseri dinliyormuş gibi dinlemek. Saygıyla, şefkatle, anlama isteğiyle dinlemek önemli.” (s. 301, Sumru Ağıryürüyen)

Bu alıntıları Deniz’in “Duygular, sezgiler, bilgiler, cinsellik, vs.. vs… bunlarla ve daha ne eklemek istersen onunla dolu bir balkondan aşağı baktığında senden dökülüveren müziği bir cümleyle tarif edebilir misin?” sorusuna kemençeci-şarkıcı İlknur Yakupoğlu’nun kendi yazdığı bir maniyle verdiği cevapı aktararak bitireyim:

“Gül oldum açtım soldum içimi eze eze.

Kaya oldum taş oldum insandan beze beze.”

* * *

Bütün bu kitapları okurken bir kadınlar dünyasına giriyorsunuz, daha doğrusu kadınların görünür şekilde var olduğu bir dünyaya giriyorsunuz, bu güzel bir şey, iyi bir şey; aynen bir müzik grubunda iki cinsten de yakın sayıda müzisyen olunduğunda, mesela dört kadın-üç erkek, beş kadın-altı erkek, kendinizi iyi hissetmeniz gibi… Elbette bir cinsin kendi içinde kalarak, o şekilde bir araya gelerek yaşadığı başka hoşluklar da vardır, hatta bundan üreyen bir tür “geyik” de oluyor, insana bu da lazım, bunu nerden biliyorum, kadınlar arasında “kadın geyiği” yaptığımızda ne kadar eğlendiğimizden biliyorum. Ancak tek cins içinde kalmak tek seçenek ise orada sorunlarımız başlıyor. Öte yandan ortalıkta görünür şekilde iki cinsin de müzik yapması, iki cinsin de hem kendine yer bulup hem birbirine yer açması ve birlikte çok daha fazla müzik yapması çok daha mutluluk getirecek, zaten de getiren bir yaşantı.

Kadınların meydana getirdiği eserlerin ve böyle eserler olduğu bilgisinin kaybolup gitmemesi için kurulup 14 Nisan 1990’da, İstanbul’un Haliç-Fener semtinde tarihi bir binada hizmete açılmış olan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve sanal ortamda açılmış olan İstanbul Kadın Müzesi de (www.istanbulkadinmuzesi.org) konuyla ilgileri bakımdan can alıcı hayatiyette; ilki gidip gezilerek, ikincisi de online olarak görülebilir ve bu, genelde bizi çevreleyen havadan daha farklı bir havayı, daha farklı bir kültürü teneffüs etmenin yolu olabilir.

Bir konserimden sonra bir seyirci kadın bana “Sizin müziğiniz sanki olmayan bir dünyadan, başka bir dünyadan sesleniyor gibi” demişti, bu çok hoşuma gitmişti. Her geçen gün giderek daha çok “bu dünya”nın imkânlarının sınırlarına dayanmayı, bu dünyanın imkânsızlığını tecrübe ettiğimiz bugünlerde, üstelik de başka bir dünyayı çook uzundur hayal edip duruyorken… niye olmasın?

Başka türlü bir dünya mümkündür! :))


[1]  Dieter Kühn, Clara Schumann, Klavier: Ein Lebensbuch, S. Fischer Verlag, 1996, 551 s.

[2] Alma Mahler, Gustav Mahler: Fischer Taschenbuch Verlag, 1991

 

 

GİRİŞ RESMİ:

 

Girl at the Piano, Konrad Krzyżanowski, 1907